
1876 yılında ilan edilen “Kanun-i Esasi” Türkiye’de kabul edilen ilk anayasadır. Bir çok araştırmacı ve yazar tarafından 1876, Türkiye’deki parlamento tarihinin de başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Türkiye’deki demokrasi tartışmaları genelde “150 yıllık parlamento ve anayasa geleneğimiz” tümcesiyle başlamakta, demokrasi ve parlamento tartışmaları bu perspektiften devam etmektedir.
Kuşkusuz Kanun-i Esasi Türkiye’nin ilk anayasasıdır. Ancak, Kanun-i Esasi içeriğinde o kadar kritik derecede tuzak maddeleri içinde barındırmıştır ki II. Abdülhamid Kanun-i Esasi’nin kendisine tanıdığı haklardan faydalanarak meclisi 30 yılı aşkın “tatil” etmiş, “polisçe şüphelenilen” yurttaşları yargılama yapılmaksızın yıllarca sürgünde tutabilmiştir.
Kanun-i Esasi’nin felçli doğumu Türkiye’deki parlamento ve demokrasi tarihini de derinden etkilemiştir. Kanun-i Esasi mutlak bir anayasal monarşi düzenini konsolidasyonuna sebep olmuş, II. Abdülhamid ülkeyi 33 yıl tek başına yönetmiştir.
II. Abdülhamid istibdatına son veren 1908 Devrimi ise meşruti bir rejimi yürürlüğe koymaya çalışmış ancak Bab-ı Ali baskınıyla beraber Enver, Talat ve Ceal Paşaların diktatoryası rejimi II. Abdülhamid döneminden bile geriye götürmüş, ülke korkunç bir diktanın altında paramparça olmuştur. Meraklısına döneme egemen olan diktayı Yakup Kadri’nin “Kiralık Konak” romanından okumasını salık vermekten memnuniyet duyarız.
Cumhuriyet dönemi ise bambaşka bir dönemin başlangıcı olmuştur. Cumhuriyet’i kuran kadro başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere ulus devlet temelinde kalkınmacı, laik bir ideoloji benimsemiş, bu kapsamda rejimin konsolidasyonu sorunsalı “demokrasi” hedefinin önüne geçmiştir. 1923 ile 1950 arasında düzenli seçimlerin yapılması, farklı siyasi partilerin kurulup seçimlere katılması söz konusu olsa da 1923 – 1950 arasındaki dönem çağdaş anlamda bir demokratik kültürün örneğini verememektedir. Bu noktada önemli bir gerçeğin de altını çizmemiz zaruridir. Demokratik kültürün yeterince gelişmediğini öne sürdüğümüz 1923 – 1950 arasında, irticai ve karşı devrimci odaklar ne yazık ki kurulan siyasi partilerin bünyesine sızmış, bu durum da dönemin iktidar sahiplerinin daha şahin bir anlayışla ülkeyi yönetmesine sebep olmuştur. Özellikle Ali Fethi Okyar’ın Balıkesir ve İzmir mitinglerini irticai unsurların nasıl eski güçlerini koruduklarına dair karşımıza çıkan güçlü örneklerdir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 1950 sonrası NATO bloğu içinde konumlanması, çok partili yaşama geçiş, demokratik kültür açısından bir ilerleme olarak gözükse de gerçek tablonun farklı olduğu kanaatindeyiz. 1950’den sonra iktidara gelen sağ iktidarlar “demokrasi” kavramını sadece düzenli seçimlerin yapılması ölçütüne indirgemiş, sermaye ve eskinin yarı feodal güç odakları Türkiye siyasetine egemen olmuş ve çağdaş demokratik kültürün ögeleri gelişememiştir. Özellikle Demokrat Parti iktidarının son yılları Tahkikat Komisyonları, Vatan Cephesi gibi faşizan uygulamalara tanıklık etmiş, Türkiye demokrasi tarihi için kara leke oluşturan örnekler olarak tarihteki yerini almıştır. Dönemin özellikle Menderes’in kullandığı öfkeli dil nedeniyle toplumsal kutuplaşmaları içincde barındıran despotik ve anti demokratik bir dönem olarak değerlendirilmesi kanımızca abartı sayılmayacaktır.
12 Eylül cuntası ise Türkiye’nin anahtarlarını neoliberal soygun düzeninin uluslararası ve yerel güç odaklarına teslim ederek ülkeyi demokratik kültürden tamamen uzaklaştırmıştır. 80li yıllar boyunca siyaset vesayetin altında ezilmiş, demokrasi ise sadece sermaye odaklarına ve onların işbirlikçilerine tanınan bir ayrıcalık olarak kalmıştır. Dönemde işçi ve emek hareketinin tepesine balyoz vurulmuş, sendikal mücadeleler, kadın hareketi, sosyalist solun örgütlenme ve propaganda faaliyetlerine devlet eliyle adeta savaş açılmıştır. Özellikle ANAP iktidarı Türkiye’de demokrasinin zaten felçli olan temellerine ciddi zarar vrmiştir. ANAP iktidarında yaşanan toplumsal yozlaşma, rüşvet, irtikap ve bir çok yolsuzluk rejimin şeffaflığı ve hesap verilebilirlik özelliklerini bozmuş ve bu çözülme direk olarak demokratik kültürün gerektirdiği tüm davranış kalıplarını olumsuz yönde etkilemiştir. Özal’ın “benim memurum işini bilir.” tarzındaki söylemleri ateşe benzini dökmüş vw demokrasinin olmzsa olmazı şeffaflık ilkesini deyim yerindeyse tedavülden kaldırmıştır.
2000’li yıllar ise “Büyük Ortadoğu Projesi” kapsamında dizayn edien bir iktidar bloğunun egemenliğinde geçerek bir çok anti demokratik uygulamayı içinde barındırmıştır.
Peki bu tarihsel arka planda Türkiye’de gerçek anlamıyla demokrasi kurumsallaşabilir mi? Demokratik kültür ögeleri ülkenin siyasal ve sosyal yaşamına egemen olabilir mi? Öncelikli olarak demokrasinin bir “kültür” meselesi olduğunun altını çizmeyi isteriz. Avrupa demokrasilerinin incelendiği zaman görülür ki Avrupa demokrasisi büyük emeklerle ve ciddi bir tarihsel arka planın getirdiği gelişmelerle oluşmuş olgun bir demokrasi görünümü vermektedir. Westfalya anlaşması sonrası sonlanan din savaşları, Fransız Devrimi, 1830 ve 1848 eylemselliği, rasyonalizme yönelen felsefik birikim, sosyal devletin oluşumu, kadın ve çevreci hareketin gelişimi gibi etkenler Avrupa modelinin bugünkü gücünün temellerini oluşturmaktadır. Türkiye özeline bakıldığında ise yazımızın başında kısaca üzerinden geçtiğimiz felçli dönemler görülmektedir. Bu dönemlerin yarattığı gelenek ise ne yazık ki Türkiye’de demokratik kültürün oluşumu için ciddi engel teşkil etmektedir. Lidere tapınma, “devlet bekaası” kavramına olan bağlılık, militer ve milliyetçi dünya görüşü Türkiye’de demokrasinin kurumsallaşamamasının temel nedenlerini oluşturmaktadır.
Tüm bu olumsuz tablo kuşkusuz tersine çevirilebilir niteliktedir. Bu kapsamda siyasi partilerin yapısının kökünden değişmesi elzem bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Siyasi partiler şeffaflık, hesap verilebilirlik ve liyakat temelinde yeniden dizayn edilmeli, parti okulları kanalıyla parti üyeleri dinamik bir eğitim sürecine dahil edilmeli, ve partilerde ön seçim sistemi zorunlu hale getirilmelidir. Tabanda başlatılmayan demokratik atılımların tavandaki yansımalarının felçli temeli daha da bozacağına kuşku kanımızca kuşku yoktur. T.B.M.M.’deki parti grup toplantıları liderlerin birbirlerine hakaret ettiği, toplumsal gerilimi arttırdığı, milletvekillerinin ise sadece liderin konuşmasını alkışladığı platformlardan halkın sorunlarının görüşüldüğü, bu sorunlara dair çözümlerin tartışıldığı, entellektüel kapasitesi yüksek gerçek temsili halk meclisini olulturan birimlere dönüştürülmelidir. T.B.M.M. komisyonları gündelik siyasal hesaplardan ziyade partilerin ilkesel duruşlarını yansıtan, fikirlerin yarıştığı üretken komisyonlara çevrilmeli, tüm milletvekilleri için genel yasama yılında performans ölçütleri hayata geçirilmelidir. Gerçek bir demokrasi de halk adına seçilen temsilcilerin halk için hangi uğraşları verdiği ölçülebilir olmalı, halk seçim zamanı bu performansın hesabını kendi vekilinden sormalıdır.
Sivil toplum hareketlerinin ve demokratik kitle örgütlerinin faaliyetlerinin ve üye sayılarının artması, toplumda farklı baskı merkezlerinin sayısının artmasına neden olacağı gibi bu baskı merkezlerinin siyasal ve sosyal fikir dünyasına olumlu katkı yapacakları aşikardır.
Sendikal hareketin de tıpkı siyasi partiler gibi şeffaf ve hesap verilebilirlik temelinde yeniden örgütlenmesi işçi sınıfının üretimden gelen gücüne güç katacağının temelini oluşturmaktadır. Güçlü bir işçi sınıfı güçlü bir demokrasiye giden yolun önemli mihenk taşlarından birini oluşturmaktadır.
Yurttaşların tabanda kuracakları yerel forumlar, platformlar demokrasi kültürünün yerelde filizlenmesi için oldukça önemli işlevler görecektir. Yereldeki sorunların ve yurttaş taleplerinin ilgili forumlarda tartışılması kuşkusuz yurttaşlık bilincinin artmasına ciddi katkılar yapacaktır. Bu bilinç günümüze egemen olan korku ikliminin aşılması için sağlam bir altyapı kuracak olup, yurttaşların anayasadan kaynaklı hak ve ödevlerin savunulması kasını geliştirecektir.
Kadın hareketlerinin gelişimi de kuşkusuz demokrasi ve demokratik kültürün gelişmesi için oldukça önemli alanları oluşturmaktadır. Toplumumuzda baskın olan eril dil ve anlayış kadınların emeklerinin sömürülmesine, eğitim olanaklarından yoksun bırakılmasına ve toplumsal yaşamdan izole edilmesine neden olmaktadır. Söz konusu eril dil ve hegamonik tahakküm kadına şiddetin ciddi oranda artmasına ve bir çok kadın cinayetinin işlenmesine sebep olmaktadır. Böyle karanlık bir tablo karşısında örgütlü kadın hareketi Türkiye’de demokrasi yolunda atılmış çok ciddi adımlarıdan birini oluşturacaktır.
Yukarıda saydığımız çözüm önerileri kuşkusuz siyasi yaşamı düzeltecek, lider sultası ve delege ağası egemenliğini sonlandıracak, sivil toplumu geliştirecek, güçlü bir işçi sınıfı yaratacak, kadın hareketini ciddi bir baskı merkezi haline getirecek ve demokrasiyi 4 yılda bir sandığa zarf atma ritüelinden çıkartarak onu gerçek anlamda bir kültüre evriltecektir.

1980 yılında İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Ünibersitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı lisans mezunudur. MEF Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nden Özel Hukuk yüksek lisansını geçtiğimiz yıl tamamlayan Buğra Konuk, bu yıl da Yeditepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitisu’nde tarih yüksek lisansına başlamıştır. Sağlık sektöründe orta kademe yönetici olarak çalışmaktadır.