“Sinemada onun gibi insanlara ihtiyacımız var.”[1]
“Ben sanatçı değil, iletim için, özellikle devrimci iletim için çalışan bir sanat işçisiyim,” diyen Onun hakkında (ya da vesilesiyle) bir hayli yazıp/ çizdim;[2] bunu ve hatta daha da fazlasını hak etmişti.
Kolay mı?
Filmlerinde politikaya değinmeden edemeyen ve eleştiriyi sanatla harmanlamayı iyi bilen sinemanın Mao’su, Karl Marx’ı, Bertolt Brecht’iydi kanımca; Ona sinemanın ‘Pablo Picasso’su da derlerdi.
‘Yeni Dalga’ akımı yönetmenlerindendi; üretken, iyi bir sinemacıydı; film çeken bir filozoftu; hem felsefe yapar, hem de sürekli kalıpları kırmaya çalışırdı; Anna Karina’ya aşık Jean-Luc Godard’dı.
Evet sine/Marksizmin ustası, yerleşik sinemanın saraylarını dinamitleyendi; fikir ve eylem insanıydı; politik, uyumsuz, öncü bir dahi, dünya sinema tarihinin önemli figürlerindendi; alışılagelmiş muhafazakâr sinemayı reddedip tabuları yıkarak 7. sanata yeni bir soluk getirdi.
Yönetmen olarak dehasının yanı sıra siyasal olarak da hep sahadaydı. 68 olayları tüm hızıyla devam ederken sergilediği duruş saygı duyulası idi.
Sözünü hiç kimseden esirgemedi; 68’de aktif rol aldı ve o sene Cannes Film Festivali’ni iptal ettirmeye çalıştı.
68 kuşağının en ateşlilerindendi. O günlerde isyancı gençlerden aldığı eleştirilere rağmen, Mayıs 68 esnasında, Paris sokaklarında tutuklanırken çekilmiş fotoğrafıyla anılmayı sonuna kadar hak ediyordu ve bu da aldığı tüm ödüllerden daha önemli bir onur madalyasıydı.
‘68 eylemleri sürecinde Cannes Film Festivali’nin boykotu konuşmasında, “Ben size öğrencilerle ve işçilerle dayanışma diyorum, siz bana kamera açıları ve yakın çekimden bahsediyorsunuz!” diyen Jean-Luc Godard tam bir ‘68 çocuğuydu. Sadece içerikte değil asıl sinemasında devrimciydi.
1968’deki bir röportajında amacını “Ben dünyayı değiştirmeye çalışıyorum. Evet,” diye özetleyip ekliyordu:
“Sol bana duygusal olmak, sağ ise taş kesmiş düşüncelere sahip olmak gibi geliyor. Ben duygusal birisiyim, dolayısıyla başka sebeplerin yanında bu sebepten ötürü, solda yer alıyorum…”
Kapitalizme ve burjuvaya cesurca kafa tutardı. Filmografisini kronolojik olarak izlediğimizde, her zaman yeni biçimleri aradığını görürdük.
Devrimci ruhuyla yaşayan ve bunu sinemasına da “Fransız sinemasına acıyorum çünkü parası yok. Amerikan sinemasına acıyorum çünkü fikirleri yok,” ifadesiyle yansıtan büyük bir ustaydı.
Filmografisindeki neredeyse her filmde, mahmur bir hüznün zarafetiyle sigara içen bir kadın varken; ‘Sarı Yelekliler’ hareketinde yer alan bir kadının hikâyesini anlatacağı filmi için hazırlıklara başladığını duyurmuştu 2019’da…
Ağzından düşürmediği sigarası ile 91 yıl yaşadı. Geride harika işler bıraktı. “Fotoğraf gerçektir, sinema, saniyede 24 defa gerçektir,” deyişindeki üzere…
“En çok sevdiğim şey, havada olmak. İnsanın uzaydan geldiğini ileri süren birçok kuram var; bu yarı dinsel, yarı bilimsel düşünceye ben birazcık inanıyorum… Dünyalılarla bir arada olmak bana rahatsızlık verdiğine göre, ben herhâlde E.T.’lerdenim,”[3] diyen Onun filmlerini “kimi”leri, “Fazla yorucu, karmaşık ve sıkıcı” bulsa da ‘Socialism’ filmi ile hatırladığım yönetmendi.
1968’i bir sene öncesinden haber veren, Fyodor Dostoyevski’nin ‘Ecinniler’ romanının serbest bir uyarlaması ‘Çinli Kız’ en sevdiğim filmiydi. Bir de dik durup, diklenmesi!
Hatırlayın: Steven Spielberg’e ‘Schindler’s List’ filminin ne kadar kötü olduğunu bizzat yüzüne söylemiş, hatta onu gerçekleri çarpıtıp insanları mutlu etmek için kandırmakla suçlamıştı.
Hatta bunu sebep göstererek, ‘New York Film Eleştirmenleri Birliği 1995 Onur Ödülü’nü şiddetle reddetmişti. Mektubunda Amerikan sinemasına öfkesini dillendirip, medyaya servis ediyordu
* * * * *
3 Aralık 1930’da Paris’te doğdu. İsviçre’de Cenevre Gölü kıyısında, Nyon’da büyüdü ve okula gitti.
1949’da okulu bitirdikten sonra Paris’e geri döndü, savaştan sonra Fransız başkentinde gelişen entelektüel “sine-kulüplerde” alan buldu.
‘Cahiers du Cinema’ da dahil olmak üzere yeni film dergileri için yazmaya başladı.
İlk uzun metrajlı filmi Breathless ile Berlin Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü kazandı.
‘Son Nefes’, ‘Küçük Asker’, ‘Serseri Aşıklar’, ‘Kendi Hayatını Yaşamak’ gibi filmleriyle dikkat çeken yönetmen farklı bir sinematografik dil ve kurgu yöntemi kullanarak Fransız sinemasında o zamana kadar kabul gören kalıplaşmış yapıları yıktı.
13 Eylül 2022’de ise bizi bırakıp gitti.
* * * * *
1950’lerin sonlarında Fransa’da ortaya çıkan deneysel film hareketi ‘Nouvelle Vague’da (Fransız ‘Yeni Dalga’sı) önemli bir figür olan O; Albert Camus, Lucius Annaeus Seneca, Jean-Jacques Rousseau, Pablo Picasso, Bertolt Brecht ve diğer pek çok düşünce, felsefi görüş sahibi, aykırı adamın tek vücut hâliydi sanki…
Kuşağının en saygı duyulan yönetmeniydi. Filmlerinde iletişim kopukluğu içindeki modern insanın farklı yaşam biçimlerini, akıldışı sosyal sistemleri, politik tartışma ve olayları konu alıyordu.
Radikal ve politik odaklı çalışmalarıyla maruf, nesiller boyu film yapımcılarına ilham veren ‘Breathless’ (À bout de souffle) ve ‘Bande à Part’ gibi klasik filmleriyle kendi kuşağının en saygın yönetmenleri arasında yer aldı.
Jean-Luc Godard’ı dünyaya açan ve politik sahnede Maocu fikirlerle sözünü söylediği ‘Çinli Kız’ filmi ise hâlen üzerine en fazla tartışma yürütülen eserlerinden birisidir.
Sadece Fransız sinemasının değil dünya sinemasının da en orijinal isimlerinden biri. Dönemin kalıplarını yıkmasıyla anılır. Özelikle varoluşçuluk felsefesinden etkilenip sanatına yansıtması, kadını farklı bir role koyarak cesur hamleler yapmasıyla özel bir yere sahip.
Sinema ve edebiyat disiplinleri arasında çalıştı; sinemasal formla oynamaya cesaret etti ve sinemaya entelektüel bir yaklaşım getirdi.
Kolay mı? “Modern sinema sanatının tabutuna son çiviyi çakan yönetmen. Nam-ı diğer, ‘Sinemanın Teröristi’…” denirdi Onun için
“Zihinsel ürünlerin mülkiyet hakkı yoktur […] Ben bir sanat yapıtının mirasına da karşıyım. Bir sanatçının çocukları tabi ki reşit olana kadar anne veya babasının eserlerinin haklarına sahip olmalı, ama kendi ayakları üzerinde durabilecek yaşa geldikten sonra niye telif haklarının onlarda kalmaya devam ettiğini anlayamıyorum,”[4] diyen O şaşırtan, rahatsız eden ve yaratandı…
* * * * *
Jean-Luc Godard, “Ne zaman komedi filmi çekeceksiniz?” sorusuna; “Vietnam’da, Filistin’de ve Yemen’de insanlar veya Amerika’daki siyah insanlar güldüğü zaman” yanıtını verirken; dünyaya nasıl baktığını da anlatır; O sinemanın “başkaldıran insan’ıydı.
Bir keresinde “Yirmili yaşlarda sayısız film yaptım; ama bunları kimse görmedi. Çünkü bunları çekmedim. Benim zihnimde kaldılar. Bugün bu yapmadıklarımı da yaptıklarımın yanında sunabilmeyi isterdim,” demiş ve eklemişti:
“Bizim halkın yaptığı filmlere ihtiyacımız var, onlar için yapılan filmlere değil.”
“Burjuva sinemacılar gerçeğin yansımalarına odaklanırlar, biz ise bu yansımanın gerçekliği ile ilgileniyoruz.”
“Sinema demokrat bir sanattır; oysa örneğin müzik ve resim oldum olası seçkinlere seslenmiştir. Mozart, bir kasaba bandosundan esinlendiğinde bile müziğini bir prens için yapmıştır hep. Sinema ise Mozart’ın ve Picasso’nun gücünü İsviçre’deki ya da And dağlarındaki bir köye götürdüğü gibi, Himalayalar’a bile taşıdı.”[5]
Az parayla, basit çekimlerle, çok şey anlatıp; sinemada devrim yaratan Fransız sinemacı.
Sinemasını, “Kimi insanlar sokakta yürürken etrafı bakıp gözlemler, kimileri ise önüne bakar ve başını kaldırdığında birdenbire mühim bir şeyler görüverir; bunu sinemaya uyarlarsak, ben ikinci türden bir yönetmenim” diye açıklayıp; “Yasaklanmış ne varsa içimden onu yapmak gelir,” diyen Jean-Luc Godard’a göre film, sadece bir film değildir. Resimdir, felsefedir, tarih ve bugün üzerine eleştiridir.
“Filmlerinin çoğunu senaryosuz çekerdi, senaryosu aklıydı Onun,” derdi aşkı Anna Karina.
O; filmlerine “Sinemanın tanımını tekrar yapma” iddiasıyla başlamış ve bunu da fazlasıyla başarmıştı; Bertol Brecht’in tiyatroya kattığı 4’üncü boyutu sinemaya kazandırmıştı.
Filmleri, farklı estetik form aracılığıyla gelişen ve yeni sinematik teknikleri sunarak kendini diri tutarken; izleyiciyi yüzeyde görünenin ötesinde var olabilecek gizli bir gerçeklikle yüzleşmeye ya da düşünceyi harekete geçirip, neyin görüldüğünü ve neyin görünmediğini sorgulamaya zorlardı.
Sinemanın hakkını vererek; “Gerçek yönetmen kurguyu kamerada yapar,” “Sinemacı, ancak sinemayı bıraktığı gün mutlu bir insan olacak,” diyen O; filmlerinde kendine özgü teknikler, sinemasını imgeleyen renk tercihleri ve vazgeçilmez oyuncuları ile sinema tarihine damga vurdu.
Alışılmadık kamera çalışması, kopuk anlatı tarzı ve radikal politikalarıyla 1960’larda film yapımının gidişatını değiştiren ve üzerinde kalıcı bir etki bırakan cesur yenilikçi yönetmendi.
Özetin özeti: “Bugünkü sinemayı tanımlayacak olsam, şöyle derim: Sinema, kapitalizmin ajitasyon-propaganda aleti hâline geldi. Tam anlamıyla bir virüs. Kapitalizmin en iyi propaganda silahının sinema olmasının kanıtı da bunun farkına kimsenin varmaması. Devlet başkanlarının boy gösterdiği filmlerin listesine şöyle bir bakmak yeterli. Sadece Lenin bunların dışında kalıyor,”[6] ifadesindeki gözüpekliğin Jean-Luc Godard’ı, bizatihi sinema demekti…
* * * * *
Onun hakkında… Louis Aragon, “Bugünün sanatı Jean-Luc Godard’dır… Çünkü düzensizliğin düzenini hiç kimse ondan daha iyi tanımlayamaz”…
David Lynch, “Godard; görünen ve görünmeyenden söz ederken, aslında sinemanın görünmeyeni gösterme gücünden söz etmektedir”…
Antoine de Baecque, “O her zaman başarılı bir film yapmak için elinden gelen her şeyi yaptı ancak bir kez başarı elde edince bundan hoşlanmadı ve döngüyü kırmak istedi. Bu Godard’ın tipik özelliğidir: Küllerinden yeniden doğmayı severdi”…
Quentin Tarantino, “Godard bana kuralları yıkmanın özgürlüğünü ve sevincini öğreten kişidir… Bob Dylan’ın müzik için ne ise, sinema için de Godard odur”…
Pier Paolo Pasolini, “Tüm dünyada sinemanın en azından yarısı Godard sinemasıdır. Çünkü Godard’ın koyduğu kurallara ve normlara uymaktadır”…
Roy Armes, “Godard 60’lı yılların sinemasının çehresini değiştirmiş olan yönetmenler arasında en etkin olanıdır”…
Jean Baudrillard, “Jean-Luc Godard Fransız küçük burjuvazisinin mantığına tutsak olmamış belki de tek kişidir. Bazen rahatsız edicidir, ancak bakmanız için size verdiği şeye bakmadan edemezsiniz. Bir Godard filminde yaşayabilirsiniz”…
Tony Gatlif, “Godard araştırıcıdır. Kafamdaki çılgın yönetmenin tam bir örneğidir Godard”…
Bernardo Bertolucci, “Jean-Luc Godard, en sevdiğim yönetmenlerin başında gelir,” derken haksız değillerdir elbet…
Onu (ve yaptıklarını) düşününce kelimelere kifayetsiz kalıyor.
Jean-Luc Godard sineması, sorgulayan bir fikir sinemasıydı. O sadece büyük bir yönetmen değil; aynı zamanda sinema üzerine düşünen önemli bir entelektüel, bir kuramcıydı.
“80 yaşında ‘Film socialisme’i çeken, 90’ına merdiven dayamışken ‘İmgeler ve Sözcükler’in peşine düşen Jean-Luc Godard hakkında ne söylesek az kalacaktır kuşkusuz. Godard’ın çağdaşlarıyla birlikte sinemada yaptıkları devrimin, bu devrimin bugüne kadar devam eden izlerinin hakkını verecektir birileri önümüzdeki birkaç gün içinde. Ben bu büyük yönetmenin devrimci karakterinin sürekliliğine dikkat çekmek istiyorum şimdilik. Godard; ‘60’ların başından başlayarak sinemaya kattıkları devrimci ruhu, ‘68 baharına hayat pratiği olarak taşımış bir kuşağa aitti. Öyle ki Cannes Film Festivali’ni bloke edecek kadar güçlü bir kuşaktı bu. Kuşkusuz ‘60’ların ortasında yükselmeye başlayan devrimci dalgadan alıyordu bu gücü o da bütün yoldaşları gibi. Godard’ın farkı, sinemasındaki devrimci karakteri, hayatının da merkezine oturtması, ömrünün sonuna kadar değişimin, daha ileriye doğru ivmelenmenin olanaklarını aramasıydı. Son dönem filmleri zanaat açısından eksik/ gedik olsa da bu devrimci arayışın ürünüydüler. Sinemadan çok fikirdiler bana göre. Ki bir sinemacının fikirlerini filmler aracıyla söylemesinden daha normal ne olabilir.”[7]
* * * * *
“Yine de neden ünlü olduğumu hep merak edeceğim, çünkü hemen hemen kimse benim filmlerimi sonuna kadar izlemez,”[8] diyen ironik betimleyiciliğiyle Onu anlamak için Jean-Luc Godard’ın Godard’ı nasıl anlattığına kulak verirsek:
“Para karşılığında yapmak istemediğimiz işlerde çalışmak zorunda olduğumuz bu dünyada hepimiz birer fahişeyiz…”[9]
“Şu anda biz ilkel bir toplumda yaşıyoruz… Totemleriyle birlikte: Coca-Cola’sı, General Motors’u, tılsımlı sözcükleri, tabuları… Biçimlerde bir değişiklik yok”…[10]
“Fazlasını gören, fazlasını hisseden çok duyarlı sinirleri olan, gereğinden çok şey bilen insan için savaş hep vardır”…
“Bir bilinç hâline gelmek patlamaktır. Ve bu patlamada da acı vardır”…
“Boşluğa atlayan kişi, ayakta durup izleyecek olanlara hiçbir açıklama borçlu değildir”…[11]
“Anlatmak istediklerimi tam anlatamıyorum çünkü bazen içimdekinin dışarı çıkmasından korkuyorum ve bazen de içimden hiçbir şey çıkmamasından”…
“Eğer yaşamaya hakkım olduğuna inandığım hayatı yaşayabilseydim, film ya da sanatla uğraşmazdım”…
“Politika ayakkabı gibidir. Sağı ve solu bulunur. Sonunda da yalın ayak kalmayı tercih edersin”…
“Makineler ihtiyaç duymadığımız şeyler üretiyor. Kimsenin bir plastik bardak ya da atom bombasına ihtiyacı yok”…
“Üniversitede örneğin, dersleri aktörler verebilirlerdi, çünkü profesörler maymun gibi hep aynı şeyi tekrarlıyor”…
“Herhangi bir kamera kaydırması benim için eninde sonunda ahlâki bir meseledir!”…
“Resim hareketsizdir, sinema ise ilginçtir, çünkü yaşamı ve yaşamın ölümlü yanını yakalar”…
“Bir film bir başlangıç, bir orta ve bir sondan oluşur, ancak bu sırayla olması gerekmez”…
“Artık sadece iletişim araçları var, iletişimin kendisi yok”…
“- Neden üzgün görünüyorsun? – Çünkü bana sözcüklerle konuşuyorsun, bense sana duygularla bakıyorum. – Seninle gerçek bir iletişim kurulamaz. Asla fikirlerin yok, hep duygular. – Bu doğru değil. Duyguların içinde fikirler var”…
“Sinema, erkek bakış açısıyla yazılmış kadın tarihidir”…
“Sinema ne sanattır ne de hayatın kendisi; ikisinin ortasında bir şeydir”…[12]
“LSD’ye paranız yetmiyorsa renkli televizyon alın”…[13]
“Televizyonda gördüğümüz şeyler, görmek istemediklerimiz, hepsi bu”…
“Televizyon bir ifade aracı değil. Bunun kanıtı da, ekranda gösterilenlerin aptalca oldukları ölçüde insanları büyülemesi, küçük iskemleleri üstüne tünemiş izleyicileri hipnotize etmesi”…
“Televizyon devlet demek, devletse memurlar, memurlarsa… televizyonun tersi demek. Yani, televizyonun olması gereken şeyin tersi demek istiyorum”…
“Sinema ortadan kalkacak olsaydı, çaresiz, televizyona geçerdim; televizyon da yok olsaydı, yeniden kaleme kâğıda dönerdim. Bana göre, ne tür olursa olsun, anlatım biçimleri arasında tam bir kesintisizlik var. Hep birlikte ayrılmaz bir bütün oluşturuyorlar. Sorun, insanın bu bütünü, kendine en uygun düşen yanından ele alması”…
“Vaktiyle, her zaman söylenecek bir şeyler vardı. Şimdi herkes aynı fikirde; öyle olunca da söyleyecek çok şey kalmıyor”…
“Düşünmüyoruz, düşünülüyoruz. Kendimize ait bir şeyimiz yok. Bakmıyoruz, şeyler tarafından bakılıyoruz. Bakışlarımız yönlendiriliyor, belki düşüncemiz de”…
“Önemli olan bir şeyleri nereden aldığın değil, nereye götürdüğündür”…
“Madem burada yabancı olarak görüleceksiniz, o hâlde sahiden yabancı olmak daha iyi. İsviçre Avrupa’nın İsraili’dir. Madem sürgün olacaksınız o hâlde kendi vatanınızda sürgün olmak daha iyi. Ben İsviçre’de bir yabancıyım: Herkes yazı attığında, benimki tura geliyor, tura attığında da yazı. Tura geldiğinde, yazı atmış olanlara kaybettirmiş oluyorum. Madem yalnız olacağım, o hâlde, göl olan, dağlar olan, yeşillik olan ve hatta şehir olan bir yerde olmak daha iyi”…
“Aziz Paulus, Romalılara şunu söylemiş: “Kutsal Yasa, günahın kendisi midir? Tabii ki değil, ama bana günahı tanıtan yalnızca Yasa oldu. Eğer yasa bana, ‘Asla açgözlülük etmeyeceksin!’ demeseydi, açgözlülüğü bilemeyecektim. Günah, fırsattan yararlanıp yasa aracılığıyla benim içimde her türlü açgözlülüğün uyanmasına yol açıyor. Yasa olmasa, günah da olmaz”…
“Foucault’yu pek sevmiyorum, çünkü bize, “O dönemde insanlar şöyle ya da böyle düşünüyordu; sonra, şu tarihten itibaren de şöyle düşünmeye başladılar…” diyor. Bana göre hava hoş, ama insan söylediği şeylerden bu kadar emin olabilir mi? Bizim, kalkıp film yapmamızın nedeni de zaten bu: Gelecekteki Foucault’lar benzeri düşünceleri ileri sürerken, etrafa bugünküler kadar çalım satamasınlar istiyoruz. Bu kınamaya Sartre’ı da katıyorum”…
* * * * *
“Godard’ın işaret ettiği gibi biz aslında bir ‘klişeler’ çağındayız etrafımızı saran, altımızı oyan, üstümüzü örten ve hepimizi kuşatan…”[14] vurgusuyla tamamlıyorum:
Dünyayı terk ettiği gün ardında krater gibi devasa bir boşluk bıraktı.
Yaşamını, hekim destekli intihar yöntemiyle sonlandırmayı seçip, “Yeter bu kadar,” diyen ölüm biçimi önemliydi; onurluydu.
O, 2014’te Cannes Film Festivali’nde ölümle ilgili görüşleri sorulduğunda “Eğer çok hastaysam, bir el arabasıyla sürüklenmek gibi bir arzum yok,” demişti.
‘Libération’, aileye yakın bir kaynaktan şunları aktardı: “Hasta değildi, sadece bitkindi. Bu yüzden bitirme kararı almıştı. Bu onun kararıydı ve bilinmesi onun için önemliydi.”[15]
Bu dünyadan, bize unutulmaz filmler bırakarak bir Jean-Luc Godard geçti.
İyi ki yaşadı, iyi ki geçti.
Sonuçta kuş ölür ama biz her daim uçuşu hatırlarız, değil mi?
Yazar, aktivist. 1954, Kale Mahallesi / Çorum doğumlu. Baba adı Kemal, anne adı Necla’dır. Eserlerinin çoğu Sibel Özbudun ve diğer yazarlarla birlikte kaleme aldığı kolektif çalışmalardır. Kitapları dışında kendisi hakkında yeterli bilgi bulunamayan Temel Demirer, kendisini şöyle anlatır:
“Kendimden söz etmenin pek anlamlı ve “şık” olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm… Ne yazacağımı kestiremedim. Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım… “İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil” diyen(lerden); dünyaya aşağıdan bakan(lardan); kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan); yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan) ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden); sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden); bir afet-i devrana aşık olan(lardan); hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan) ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim… Ve nihayet halen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım.”
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:256, Kasım 2022…
[1] Agnès Varda.
[2] Bkz: i) Temel Demirer, “Politik Sinema İhtiyacı Büyürken”, Kaldıraç Dergisi, No:201, Nisan 2018… ii) Temel Demirer, “Sinema ve Yönetmen(ler)”, Güney Dergisi, No:79, Ocak Şubat Mart 2017… iii) Temel Demirer, “Unutamadığım Film(ler), Yönetmen(ler), Oyuncu(lar)”, Sosyalist Mezopotamya, No:7, Şubat 2020… iv) Temel Demirer, “Sinemanın Büyüsü ve Büyücüler”, İnsancıl, Yıl:30, No:363, Ekim 2020; İnsancıl, Yıl:31, No:364, Kasım 2020… v) Temel Demirer, “Sinema Hayattır, Hayat da Sinemadır”, Ümüş Eylül Kültür-Sanat Dergisi, No:42, Ocak-Şubat-Mart 2022…
[3] Jean-Luc Godard-Godard Godard’ı Anlatıyor, çev: Aykut Derman, Metis Yay., 2008.
[4] yage.
[5] yage.
[6] yage.
[7] İsmail Afacan, “Şenay Aydemir: Jean-Luc Godard Sinemaya Bakışımızı Değiştiren Devrimci Bir Yönetmendi”, 13 Eylül 2022… https://www.evrensel.net/haber/470062/yonetmen-jean-luc-godard-hayatini-kaybetti-sinemaya-bakisimizi-degistiren-devrimci-bir-yonetmendi
[8] Jean-Luc Godard-Godard Godard’ı Anlatıyor, çev: Aykut Derman, Metis Yay., 2008.
[9] David Sterritt, Jean-Luc Godard, çev. Selim Özgül, Agora Kitaplığı, 2014.
[10] Jean-Luc Godard-Godard Godard’ı Anlatıyor, çev: Aykut Derman, Metis Yay., 2008.
[11] Jean-Luc Godard, aktaran: Serkan Fırtına, Ruh Bağışı, Telgrafhane Yay., s.24.
[12] Jean-Luc Godard, aktaran: Glen O. Gabbard, Psikiyatri ve Sinema, çev: Yusuf Eradam-Hasan Satılmışoğlu, Okuyan Us Yay., 2002.
[13] Jean-Luc Godard-Godard Godard’ı Anlatıyor, çev: Aykut Derman, Metis Yay., 2008.
[14] Ulus Baker, Beyin Ekran, Birikim Yay., 2011.
[15] “Godard’ın Ölüm Nedeni: Hekim Destekli İntihar”, Birgün, 15 Eylül 2022, s.15.