“Edebiyat tüm sanatların üzerinde yer alıyor.”[2]
Öncelikle edebî değerlendirme veya “eleştiri”nin, nihai kertede “öznel” olduğunun altını ısrarla çizmem gerek. Tamam; yazına ilişkin her türlü kavram ancak yazınla uğraşanlar tarafından geliştirilir ve kalıcılaştırılabilirse de, bunun sınırı öznellik, yaratıcılıktır.
Gilbert Murray’ın, “Eleştirmen ne kadar kötüyse, [yapıtta] o kadar çok kusur bulacaktır”;[3] ya da Francis Bacon’ın, “Yalanlamak, reddetmek, inanmak, kabullenmek, konuşmak, nutuk çekmek için değil; tartmak, kıyaslamak ve düşünmek için oku” veya Hasan Bülent Kahraman’ın, “Eleştirenler ne söylediklerini ayağa kalkıp kendileri yanıtlasın!”[4] uyarılarını “es” geçmeden; Michel Foucault’nun, “Eleştiri kendinden başka bir şeyle ilişki içinde var olur ancak. Bilmeyeceği ve olmayacağı bir gelecek ya da hakikât için bir araç, bir vasıtadır, polislik yapmak istediği ama yasa yapma kudretinin olmadığı bir alanda gözetmenliktir,”[5] uyarısını unutmamak “olmazsa olmaz”dır!
Ha bir de; “Bizim ülkemizde eleştirmek için duymak yeterlidir,”[6] itirazını Antonio Gramsci’nin…
Tamam edebiyat eleştirisiz düşünülemez; ancak eleştirinin de, edebiyatın da sosyal bilimlere sırt dönmeyen bir metodolojiye yaslanan gerçeği olmalı.
* * * * *
Sanatın önemli bir mevzisi olarak edebiyat;[7] “Özgürlüktür” der ve ekler Susan Sontag: “Özellikle de birer değer olarak okumanın ve içe dönüklüğün ayaklar altına alındığı bir çağda edebiyat, özgürlüğün ta kendisidir!”
Ayrıca Anatole France’ın Émile Zola’nın ‘Germinal’i için, “Il fut un moment de la conscience humaine/ İnsanlığın bilincinde büyük bir sıçramadır,” notunu düştüğüdür edebiyat; soyutlayan, dönüştüren özellikleriyle ve de hafıza tazelemek için…
Söz konusu bütünsellikte sanatı da, edebiyatı da anlamak, dünü ve bugünü anlamayı “olmazsa olmaz” kılar. Edebiyatı egemen anlayışın keskin çizgilerinde değil, kendi doğrusal olmayan yolumuzda arayarak anlamaya gayret etmeliyken; bilim, felsefe, sanat, kültür, siyaset gibi edebiyatın da insan(lık)a mündemiç bir arayışı olması yanında; yaşanılan toplumla, durumla, birbiriyle sımsıkı ilişkileri olduğu göz ardı edilmemelidir.
Bu kapsamda bir tarihsel süreçte, o dönemin toplumsal yapısının, düşünüşünün ürünü olan edebiyat için toplumcu gerçekçiliği Georg Lukàcs, gerçekçiliğin en yetkin aşaması olarak görürken;[8] Ernst Fischer de, “Sanat yapıtları, çoğu kez nesnelleştirilmiş ideolojilerdir ama çoğu kez de tam tersi, gerçekliğin ideolojiye karşı zaferidir,”[9] diyerek ideoloji-sanat yapıtı ilişkisinde sanatın görece özerkliğini vurgular.
* * * * *
Bu(nlar) böyleyken; şundan da kuşku yok: Modernist, hatta “avant-garde” bir sanatçıya dair: 1) Bu sanatçı için, sanat ve siyaset iç içedir: Zulme ve adaletsizliğe karşı, muhalefetini sanatıyla gösterecek. 2) Bu sanatçı, “egemen sanat rejimini” aşacaktır: Evrensel bir anlayışı değiştirecek, geleceğin sanat kuramlarının payandalarını da temellendirecek. 3) Bu sanatçı muhalif bir “kamusal entelektüeldir”: Gündemi belirleyecek, insanları peşinden sürükleyecektir.
Bu, siyasette “angaje”, egemen “sanat rejiminin” sınırlarını zorlayan, yapıtlarıyla olanı değil, doğmakta olanı gösterebilen sanatçı[10] demektir ve söz konusu formül edebiyat için de geçerlidir.
O hâlde sanatın insan için gerekliliği tartışma götürmez bir gerçekliktir; hayatının bir parçasıdır veya olmak zorundadır; edebiyat gibi…
Söz konusu düzlemde imgelerle yürütülen, nesnel olanın yeniden üretim yoluyla öznel olandaki karşılığıdır sanat; tabii edebiyat da…
Sanat, insan dimağ ve düşüncesinin sürekli bitmez tükenmez bir arayışına tekabül eder. Odağında genel geçer düşünce sistematiklerinin kalıp ve şablonlarını parçalama isteği vardır.
Sanat yapıtını bilimsel bir tez özelliğiyle oluşturmaya çalışan bir yazarın çıkmazı kadar ondan böyle bir şey bekleyen okuyucunun da çıkmazı sanatın en büyük yaralarındandır.
Sanat eseri bilimin kurallarının dışında sanatın kendi kurallarınca bir disiplindir. Bu yüzden ondan bilimsel bir tezden beklediğimiz bir şeyleri ispatlamasını bekleyemeyiz. Ancak bu durum sanatın bilimden yararlanmasına ondan beslenmesine engel değildir. Paul Valéry’nin deyişiyle söylersek: “Sanat eserindeki düşünce, meyvenin içindeki gıda gibi erimiş olmalıdır.” (Edebiyatta da elbette!)
Sanatta (ve elbette edebiyatta da) bir diğer handikap onu folklorik ögelere indirgemektir. Böyle bir durum da sanatın değil evrensel olanı yakalaması, yerel olanı da zenginleştirmesi ve geliştirmesinden söz edilemez. Kültür mirasına katkı, o kaynaklardan beslenerek yeniden üretilmiş kendi renk ve kokusunu yapıta yedirebilmeyle mümkündür…[11]
Elbette Ferit Edgü’nün, “Sırası gelmişken söyleyeyim, bizde genel kanı, ulusaldan yola çıkarak evrensel olunabileceği inancında birleşiyor. Bense tam tersini düşünüyorum: Ancak evrenselden yola çıkılarak ulusal olunabilir. Sorunlara, insanın ve sanatın sorunlarına, evrensel bir açıdan bakmayan bir yazar, bir ressam, önünde sonunda folklor olarak kalır. Yanlış anlaşılmasın, ben sorunlara evrensel açıdan bakmak gerektiğini ileri sürüyorum. Kaynaklanma, o apayrı bir şey. Balık hangi suda yaşıyorsa, besinini o suda bulur,”[12] uyarısını kulaklara küpe ederek…
Ayrıca sanatsal (ve edebi) alanda göz ardı edilmeyecek bir diğer konu, söz konusu faaliyette bireysellik olgusunun belirleyici bir faktör oluşuna ilişkindir. Sosyal yaşamda bireysellik, sanat yaratıcılığında olduğu kadar etkili olmazsa da sanattaki işlevi öznellik ve özgün oluşu yaratmada son derece önemlidir. Çoğaltma ya da benzerini üretmenin sanat açısından bir değeri yoktur. Değerli olan tüm mirası özümseyip buna kendi rengi ve kokusunu katabilmekle ilgilidir. Gelenekten yararlanma bu anlamıyla değer kazanırken; “Sanata müdahale ve ‘ruh mühendisliği’ insanlığın yararına yapılmak istense de, adı ‘Toplumcu Gerçekçilik’ de olsa, her rüya gibi bitiyor, hatta kaba saba afişler, sonunda kâbusa bile dönüşüyor. Açıkça belirtmeliyim ki sanat akımları içinde en sevmediğim ve zaten devrini tamamlamış olan kültür sanat akımı, ‘Toplumcu Gerçekçilik’ diye kibarca adlandırılan ama temeli iyi niyetle de olsa yeni bir insan modeli inşası için propaganda malzemesi yaratmak olan akım,”[13] türünden zırvalara kulak vererek bireyselden toplumsala yönelmek zorunda olan düşünce ve davranışa da sırt dönmemek önemli ve elzemdir.
O hâlde sanat ve sanatçının (buna edebiyat da dahil) bir özgürlük olduğu kadar, özgürlük için olduğu bir an dahi unutulmamalıdır…
* * * * *
Burada bir Georg Lukàcs parantezi açarak ilerleyelim:
“Toplumsal durumlar değişse bile, sanatın hiç değişmeyen, bir gerçeği yansıtma niteliği vardır. İşte bizi… tarih öncesi mağara resimleri karşısında ya da çok eski ezgileri dinlerken heyecanlandıran, sanatın bu niteliğidir.”
“Sanatın kendisi bir toplum gerçeğidir. Sanatçı denen o üstün büyücü gereklidir topluma. Toplumsal görevini unutmaması için sanatçıyı uyarmak da toplumun hakkıdır. Gelişen bir toplumda, çürüyen bir toplumun tersine, bu uyarma hakkından kimsenin kuşkusu olmamıştır.”
“Sanatın görevi her zaman insanı bütünlüğü içinde heyecanlandırmak, kendisini bir başkasının yaşamı ile bir görebilmesini başkalarında kendisinin olabilecek yaşantıları benimsemesini sağlamaktır.”
“Çürüyen bir toplumda, sanat doğru sözlüyse, çürümeyi de yansıtmak zorundadır. Ve toplumsal görevinden kaçmadığı sürece, sanat dünyanın değişebileceğini göstermeli, değişmesine yardım etmelidir.”
“Bir sanatçı ancak yaşadığı çağın ve toplum koşullarının ona bağışladığı olanakları katabilir yaşantısına. Öyleyse sanatçının öznelliği kendi yaşantısının aynı çağda ve sınıftaki öbür insanların yaşantılarında bütün bütüne değişik olmasına değil, daha güçlü, daha bilinçli ve daha yoğun olmasına bağlıdır.”[14]
* * * * *
Evet her çağda, yaratıcılığıyla insanlığı güzele ulaştırma amacı güden[15] “Sanatçı her insanın olması gerektiği gibi kendisine saygısı olandır. Ama yeteneği imtiyazı değildir. Üstelik daha fazla sorumluluk yükler sahibine. Ve taraftır. Vicdanın, onurun, haysiyetin ve mazlumun tarafındadır.”[16]
Bu bağlamda sanatçının yaratma özgürlüğü onun varlık nedeniyken; yaratma özgürlüğüne konan yasaklar/ engeller, kaçınılmaz biçimde yeni birikimlere, tepkilere yol açar.
Doğası gereği doğrudan toplumsal bir nitelik barındıran bu süreç; yukarıda da değindiğimiz üzere kişisel bir çabadır[17] ve de hakikâtle toplumsal bağını asla “es” geçilmemelidir.
Kaldı ki sanatçının toplumsal konumu, algıları, bir anlamda iç dünyası ile koşullu olduğu da bir gerçektir. Kaldı ki sanatçının yaratılarında gerçeğin sanatsal olarak çözümlenmesi; söz konusuyken, bu faaliyet her ileri adımında, yeni üretimlerin önünü açar; “Heinrich Heine doğru söylüyor: ‘Yeni çağların yeni hareketler için yeni elbiselere ihtiyacı var’…”[18]
Çünkü “İnsanın sanata ihtiyacı var, düşünmeye ihtiyacı var, güzelliğe ihtiyacı var,”[19] notu düşülen “Sanat ancak sanat olduğu sürece siyasaldır. Ve yalnızca duyulur dokuları ve alımlanma tarzlarıyla, tüketim nesnelerinin statüsünden radikal biçimde farklılaşan nesneler ürettikçe sanatsaldır.”[20]
Bu çerçevede Bertolt Brecht’in, “Sanat gerçekliğe tutulan ayna değil, onu şekillendirmek için kullanılan çekiçtir,” saptamasının altını defalarca çizerek; sanatın bir ölümsüzlük olduğu unutulmamalıdır ki, “Sanatta kalitenin belirtisi bence şu” der ve ekler Krzysztof Kieślowski:
“Bir şey okuduğumda, gördüğümde ya da dinlediğimde birden birisinin benim de düşündüğüm ve yaşadığım bir şeyi ifade ettiği duygusuna kapılıyorum. Ya da bir anlığına, bende güzellik hissi veya sevinci uyandırıyor. Büyük bir edebiyat eserini okuduğunuzda, söylediğinizi ya da duyduğunuzu zannettiğiniz bir iki cümleye mutlaka rastlarsınız.”
* * * * *
Estetize edilebilen bir bakış ile… Bilmek/ bulmak/ çıkarmak ve tartışmak için edebiyatçı öğrendikleriyle, duygularıyla, kurduğu düşlerle, kurmacasıyla dünyaya tutulan bir ayna gibi yaşam ve insana ilişkin sorular sorar, bunları açıklamaya çalışır.
Yazmak konusunda Ursula K. Le Guin’in, David Naimon ile söyleşisinde, i) Gerçeklik duygusunu kavramak; ii) Bizi biz yapan hayalgücü; iii) Biriktirerek yaşamak…[21] noktalarına dikkat çekilirken; yazmak eylemi sadece anlatmak değil; hayalin önünü açıp umutsuzluğu izale etmek, eleştirmektir.
Örneğin bir roman kahramanı olarak Emma Bovary;[22] avuntusuz, tekdüzeliğin, yavanlığın, boğuculuğun, çıkışsızlığın içinde bir yaşam sürmektedir. Kocası sevgiden, aşktan, zerafetten yoksun duyarsız bir adamdır. Ortak yaşamları içinde hiçbir şey olmaz.
Boş umutlar, hayal kırıklıkları içindeki Emma’nın iç hayatı hakkında kocasının hiçbir fikri yoktur. Gündelik hayatları bir hiçtir, ama bu hiçlik sarsıntısaldır. Sıradanlığın aptalca huzurlu dünyasına çekilmişlerdir. Ortak bir dünyaları yoktur.
Emma’nın da kendine ait bir dünyası yoktur. Olsa belki kendisi olmaya, yalnızlığın içinde kendini çoğaltmaya cesaret edebilecektir. İki taraf da somut durumun gerçekliğini kavramaktan uzaktır. Sahte dünyalarının içindedirler…
Bovary’nin cesaretsizliği, Bovary’lerden oluşan toplumsal varlıklarınkine de koşuttur. İnsanın ve toplumların tarihselliğinde, zıtların çelişik birlikteliği ile ortaya çıkan koşullardaki fırsatı görüp algılayacak, bu algıyla eyleme geçebilecek güç, sıradanlığın içinde çalkalanıp duran toplumdadır genelde.
Toplumsal yanılsama ancak atalete tutsak edilmiş bireylerin bilinç sıçramasıyla sarsılabilecektir. Bu süreçte bireyle toplum iç içedir.
Bütün kamusallığın, kurumların işlevlerini yitirerek sahteleştiği dönemlerde ortaya çıkan tarih dışılık, çaresizliğin çaresinde aşılabilir. Toplumun, bireyin özgüveninde umut ilkesi yatar.
Bovary’inin dünyası yargı gücü -başta eğitimsizlik olmak üzere birçok biçimde- esir edilmiş insanlarla dolu toplumların dünyasıdır.
Flaubert bir kadının dünyasında bunu gösterir. Sıradanlığın durumudur bu. Ataletin çaresizliği; eylemin, cesaretin, atılganlığın yokluğundan doğan bu durum, kadınlığın değil insanlığın durumudur. E. Auerbach deyişi ile “İnsanın aptallığının durumu!”[23]
Edebiyatın gücü, tam da budur; sergileyip vurguladıklarıyla “Başka türlüsü mümkün” dedirtmektedir!
Elbette bu kolay değil; hatta oldukça güç olduğunu, “Hayatın temel özellikleri hakkında hiçbir şey bilmeden hayat hakkında yazmaya kalkmıştım. Dünya senin için bir Çin bilmecesinden farksızken ve varoluş düzeni hakkında bütün yazabileceğin, bir tek onun ne olmadığını bildiğini anlamak olabilecekken, sen tutmuş dünya ve düzeni hakkında yazmak istiyorsun,”[24] satırlarında Jack London’un hatırlattığı üzere…
* * * * *
Bu kadar da değil! Fyodor Dostoyevski’nin 1864’te yayımlanan, ‘Yeraltından Notlar’ı[25] yoksul, okumuş ve aydın, ama kamusal sahada tanınma mücadelesinde yenik düşen, geri çekilip kendi yalnızlığına ve hayal dünyasına hapsolduğu yer-altından her çıkma girişiminden sonra buhranları daha da pekişen bir “uyumsuz”, kaybedendir yeraltı insanını anlatır…
Dostoyevski’nin yapıtında yer-altı, kahramanın peşini yerüstünde de bırakmaz. Kamusal alandaki eşitsiz karşılaşmalarda ona yeraltı canlısı; böcek, sıçan, solucan gibi hissettirir. Yerin altını tanımlayan şey, eşitsiz bir yerüstünün varlığıdır ve o bakımdan ‘Notlar’ın derdi, yer-altından çok, yeraltına çekilme, kamusal/ sosyal yaşamdan kaçma sonucunu üreten eşitsiz, adaletsiz yerüstü iledir. Ona dikkat çeker.
Tıpkı Marshall Berman’ın, “Mesele, alt sınıfların düşünmeyi, yeni bir yolda yürümeyi, sokakta yeni bir varlık ve güç göstermeyi öğrenmeleridir,”[26] ifadesindeki üzere!
Demem o ki yazar eseriyle bir yaratı haritası bırakır okura, çekilir. Ondan sonra “yazar” diye biri yoktur artık ortada. Okur, elindeki haritadan kalkarak oyunsu hazla gömü arama sürecine girer; yeniden anlamlandırır…
Javier Marías’ın ‘Yarınki Yüzün’ romanında Reresby, “Bazıları dünyanın anlatıldıkça döndüğüne, olayların anlatıldıkça var olduğuna inanır,” derken[27] anlattığı bu yeniden anlamlandırma/ çoğullaş(tır)ma sürecidir.
İşte tam bu noktada Albert Camus’nün “kahramanca yaşamak”la ilgili düşünceleri geliyor aklıma: Ona göre, “Kahramanlık başkaları için değil”dir. Onun kahramanı için kendi kişisel anlatısıdır önemli olan; ve o anlatıyı başkalarının gözünden yaşamaz; ama kendi kişisel anlatısının getirdiği sorumluluk, kaçınılmaz olarak onu başkalarının hayatına bağlar.
Albert Camus’nün kahramanı, batmakta olan gemide filikaya diğerlerinin binmesine yardımcı olur. Amacı, insanların hayatlarını kurtaran bir kahraman olarak anılmak değildir, sadece hayat kurtarmayı ister, onun için kendi anlatısal dehşetine başkaldırmasından daha büyük bir kahramanlık yoktur.
Edebiyatın yaptığı da, Albert Camus’nün yaptığıdır kanımca…
* * * * *
Ancak bunu yaparken; “Karla, boranla, fırtınayla” iç içe olmakla yani, hayata dokunmakla mükellef olan edebiyatın -yüz yüze olduğu- “Yeryüzü yargıçlarla dolu. Hatta ecel celâlileriyle, zebanilerle. İşte böyle bir dünyada nerede yaşarsınız?” sorusuna Gabriel García Márquez’in yanıtı şöyle oluyor: “Bana öyle geliyor ki, bir yazarı cennet ya da cehennemde yaşama ikilemiyle yüz yüze getirirseniz, cehennemi seçer… Orada daha çok edebî malzeme bulur.”
Yolu acıdan geçmeyen bir bakışın yazabileceğine inanmıyorum. Yazmak için insanın ağrısı olmalı dünyayla, hayatla, kendisiyle. Zira bir yazar yazarak hayatı savunur, yani insana insanı/ insanlığı anlatır. Bu da onun vicdan duygusunun sesidir elbette. Uyarır, gösterir, heyecanlandırır, sarsar, hatta tokat atar…
“Edebiyat söz konusu olduğunda Karayip sahili yoktur. Edebiyat hayattan koparılıp kapalı çevrelere tıkıldığında bir uçurum açılır ve o uçurumu taşralılar doldurur… Retoriğe dönüştürerek edebiyatı kurtarırlar,”[28] der Gabriel García Márquez…
Her sözünün aynasındadır insanın neden yazdığı. “Başka bir şey yapamadığım için yazıyorum,” diyenlerden değilim. Yazının ucuyla hayata bakmak gerektiğine inandığım için yazanlardanım.
Her birimiz biriktirerek yazarız. Farkında olsak da olmasak da bu böyle!
Yazmak, farkına vararak görmektir; ayırdında olmak, ayırarak sezmek, sezgileriyle de o ayrı olanların neden niçinlerini sorgulamaktır. Bu bir yeti midir? Evet! Ama doğuşla gelen değil, sonradan kurulandır. O geleni bazen ‘yetenek’ diye adlandırırız. Öyle de alınsa yüzdelendiğinde ‘bir’dir o.
Kurulan dedim ya; işte aslolanı da budur. Neyi/ nasıl/ neden kurabileceğini öğretmek yolculuğudur yazmak. “Öğrendim artık, bitti,” demek değildir. Yazdıkça, ama sürekli, öğrenir/ görür; neden yazdığınızın bir ömür boyu yolcusu kesilirsiniz. Yaza yaza biriktirdiklerimizdedir uğraşınızın sırrı.
Evet, yazmak; eninde sonunda bir uğraştır. Bunun için de kendini/zi vermek, dahası adamak gerekir. Aslında her uğraşın da bizden istediği bu değil midir? Yazmak, benim için dünyada var olmanın sesidir. Bu bazen çığlığa da dönüşebilir. İşte asıl orada aramalıyız “neden yazıyorum” sorusunun yanıtını. Cehennemse işte geldiğiniz o kıyıdır![29]
* * * * *
Demem odur ki, yazar okurdan yapıtlarında bulunanlarla yaşamlarında yeni bir patika açmasını bekler…
Değişeni, dönüş(türül)eni anlatır. Hem geç(me)mişte, hem yaşananda, hem de gelecekte…
Otantiktir;[30] hatırlayan, hatırlatandır…
Bireyin toplumsal sorunlarına odaklanmıştır…
Ya da toplumsaldan uzaklaşmış, burjuva estetiğini sahiplenmiş, tüketim toplumunun ihtiyaçları ve isteklerine “Hayır” diyendir…
Veya hâkim sınıfların egemen pozisyonlarını devam ettirmelerini sağlayan mistifikasyonlara itiraz edip, karşı durandır…
Sonra “Nereden bakıyoruz,” sorusuna doğru yanıt verendir…
Son söz de M. Sadık Aslankara’dan: “Güçlüye, toplumsal-sınıfsal konumu nedeniyle boyun eğip bağlanmak, bu arada süreç içinde kendi varlığıyla yol alırken olguyu dinamoya dönüştürüp “birey”leşmek, buyurgana baş kaldırıp bir biçimde isyan etmek yok mu; işte yazının vazgeçilmez izleği”dir…[31]
Yazar, aktivist. 1954, Kale Mahallesi / Çorum doğumlu. Baba adı Kemal, anne adı Necla’dır. Eserlerinin çoğu Sibel Özbudun ve diğer yazarlarla birlikte kaleme aldığı kolektif çalışmalardır. Kitapları dışında kendisi hakkında yeterli bilgi bulunamayan Temel Demirer, kendisini şöyle anlatır:
“Kendimden söz etmenin pek anlamlı ve “şık” olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm… Ne yazacağımı kestiremedim. Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım… “İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil” diyen(lerden); dünyaya aşağıdan bakan(lardan); kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan); yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan) ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden); sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden); bir afet-i devrana aşık olan(lardan); hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan) ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim… Ve nihayet halen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım.”
N O T L A R
[1] Kaldıraç, No: 236, Mart 2021…
[2] Henri Barbusse.
[3] Walter Kaufmann, İnsanı Anlamak 2 Nietsche – Heidegger – Walter Kaufmann, çev: Aziz Yardımlı, İdea Yay., 2009.
[4] Hasan Bülent Kahraman, “Eleştirenler Ne Söylediklerini Ayağa Kalkıp Kendileri Yanıtlasın!”, Cumhuriyet, 12 Ocak 2021, s.13.
[5] Michel Foucault, Eleştiri Nedir? Kendilik Kültürü, çev: Murat Erşen, Ayrıntı Yay., 2020, s.34.
[6] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri 1. Cilt, çev: Barış Baysal, Kalkedon Yay., 2014.
[7] Toplumların yaşama koşullarına göre zaman zaman en öne çıkan, zaman zaman geri plana itilen ama mutlaka var olan aşk gerçeği edebiyatın vazgeçilmez bir öğesidir. Aşkın düşünceyle ve inançla bütünleştirilmesi de edebiyat tarihinin çok önemli bir gerçeğidir.
En diri kavga şiirlerinden başlayarak tüm edebiyat ürünlerindeki altyapıyı oluşturan bir öğe olarak görmek gerekir aşkı. Aşkın, edebiyattaki yeri zamanla, yaşla, doğayla, yaşama biçimiyle ilgili olarak değişik boyutlarda olmakla birlikte mutlaka vardır. (Öner Yağcı, “Edebiyat ve Aşk!”, Cumhuriyet Kitap, No:1607, 3 Aralık 2020, s.3.)
[8] Georg Lukàcs, Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı, çev: Cevat Çapan, Payel Yay., 1986.
[9] Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, çev: Cevat Çapan, Payel Yay., 1995.
[10] Ergin Yıldızoğlu, “Sanatçıyı Beklerken”, Cumhuriyet, 4 Ocak 2021, s.13.
[11] Hicri İzgören, “Sanatın İzinde Okur Mektupları”, Yeni Yaşam, 7 Ocak 2021, s.11.
[12] Ferit Edgü, Sözlü/Yazılı, YKY, 2016
[13] Yazgülü Aldoğan, “Propagandanın İyisi Olabilir mi?”, Cumhuriyet, 10 Temmuz 2020, s.13.
[14] Georg Lukàcs, Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı, çev: Cevat Çapan, Payel Yay., 1986.
[15] “Büyük sanatçının, bir mermer bloğunun kendi kütlesi içerisinde neyi ihtiva ettiği konusunda hiçbir fikri yoktur ve o şeye yalnızca akla itaat eden ellerle erişilir.” (Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri 4. Cilt, çev: Barış Baysal, Kalkedon Yay., 2014.)
[16] Selçuk Özbek, “Ercan Kesal: Sanatçı Vicdanın Haysiyetin ve Onurun Tarafındadır”, Birgün, 17 Ekim 2019, s.14.
[17] S. Moissej Kagan, Estetik ve Sanat Dersleri, çev: Aziz Çalışlar, İmge Kitabevi, 1993.
[18] Georgiy V. Plehanov-Jean Freville, Sosyalist Gözle Sanat ve Toplum, çev: Asım Bezirci, May Yay., 1968, s.133.
[19] “Murathan Mungan: Türkiye, Bir Kriz Ülkesi”, Cumhuriyet, 28 Haziran 2020, s.13.
[20] Jacques Rancière, Estetiğin Huzursuzluğu-Sanat Rejimi ve Politika, çev: Aziz Ufuk Kılıç, İletişim Yay., 2014.
[21] Ursula K. Le Guin, Yazma Üzerine Sohbetler, Söyleşi: DavidNaimon, çev: Özde Duygu Gürkan, Metis Yay., 2020.
[22] Gustave Flaubert, Madam Bovary, çev: Samih Tiryakioğlu, İletişim Yay., İletişim Yay., 2013.
[23] Mucize Özünal, “Flaubert, M. Bovary Değildir”, Cumhuriyet, 6 Ocak 2021, s.2.
[24] Jack London, Martin Eden, çev: Erhun Yücesoy, Can Yay., 2019.
[25] Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Yeraltından Notlar, çev: Ergin Atalay, Can Yay., 2011.
[26] Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev: Ümit Altuğ-Bülent Peker, İletişim Yay., 2004.
[27]Javier Marías, Yarınki Yüzün-Üçüncü Cilt: Zehir, Gölge, çev: Roza Hamken, Metis Yay., 2012.
[28] Gabriel García Márquez’le Konuşmalar, Der: Gene H. Bell-Villada, çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, 2017.
[29] Feridun Andaç, “Yazarın Cehennemi…”, Cumhuriyet Kitap, No:1612, 7 Ocak 2021, s.3.
[30] Otantik olma sorunu şöyle: İnsan, kendisinden önce kurulmuş bir dilin, bu dil ile yorumlanmış bir “dünyanın” içine doğuyor. Ya bu dünyayı pasif biçimde kabullenerek içine karışıp gidecektir ki bu, yukarıdaki üç özellikle asla uyuşmaz. Ya da bu dünyayı kabullenmek zorunda olmadığına karar verecek bu dünyaya karşı duracaktır. Bu ikinci durumda sanatçı, dili istediği gibi kullanacak, bundan sonra yalnızca eleştirisinin süzgecinden geçireceği değerleri ve “şey”leri benimseyecektir. Geri kalanı hor görmek, eleştirmek, şikâyet etmek, aklına uygun gelmeyen geleneklere sırtını dönmek onun özgür bir birey, “otantik” bir “sanatçı” olarak yaşam pratiği, hatta ayrıcalığıdır. (Ergin Yıldızoğlu, “Sanatçıyı Beklerken”, Cumhuriyet, 4 Ocak 2021, s.13.)
[31] M. Sadık Aslankara, “… ‘Birey’liğin Yazındaki Ağırlığı…”, Cumhuriyet Kitap, No:1608, 10 Aralık 2020, s.14.