
2018 yılının Ocak ayında Türkiye, Suriye’nin Afrin bölgesine askeri bir harekât başlattı. Zeytin Dalı operasyonunun resmi amacı (artık bölgede bulunmayan) IŞİD ve Suriye’de Kürtlerin liderliğindeki Demokratik Birlik Partisi (PYD), onun silahlı kanadı Halk Koruma Birlikleri (YPG) ve Suriye Demokratik Güçleri (SDF) ile savaşmaktı. Şubat ayında ABD liderliğindeki koalisyon rejim yanlısı güçleri vururken, İsrail de ayını şeyi Suriye’deki İran hedefleri için yaptı. Bu askeri operasyonlar Suriye’de yedi yıldır devam eden çatışma ortamında gerçekleşen en son olaylardı. Söz konusu çatışma ortamının bilançosu ise hayli kabarık: 480 bin ölü, acil insani yardım ihtiyacı nedeniyle ülke içinde göç etmek zorunda kalmış 6.3 milyon kişi ve 2.8 milyonu çocuk olmak üzere 5.1 milyon mülteci (dünyadaki en büyük mülteci nüfusu). Giderek durulması şöyle dursun, çatışma günden güne giderek daha karmaşık hâle geliyor.
Peki bu savaş nasıl başladı? Kimler katıldı? Ne zaman bitecek? Tüm bölgeyi ve hatta bölgenin ötesinde dünyayı nasıl etkileyecek? Bunlar, çatışma üzerine düşünürken akla gelen bazı sorular. Bu soruları yanıtlamak için zamanda dönüp geçmişe bakmak zorunlu. Bu makale Suriye ve oradan da tüm Orta Doğu ve Kuzey Afrika (MENA) bölgesine sıçrayan çatışmanın taraf ve biçimlerini, bölgenin sorun kaynağı olmasının artırdığı risklerin yanı sıra bu kaosa bir çözüm sunmayı hedeflemektedir.
Sorunun Kaynağı Suriye Çatışmasının Ötesinde
MENA (Orta Doğu ve Kuzey Afrika) bölgesi, aşırı bir türbülans döneminden geçiyor. Bu yeni veya son dönemle sınırlı bir olgu değil; bu nedenle de söz konusu sorunlara ışık tutarken bölgenin tarihinin diyakronik (artzamanlı) bir analizi hayati önem taşıyor. 19. yüzyıldan beri bölge üç harekette özetlenebilecek giderek artmakta olan gerilimlerin baskısı altında bulunuyor: bunların ikisi birbirlerine karşıyken üçüncüsü ise ikisinin orta yolcu bir sentezi.
İlk hareketin liderliğini Batı’da ve Rusya’da (eski SSCB de dahil olmak üzere) eğitim gören modern Arap entelijensiyası yaptı. Bu entelektüeller kendi devletlerinin özgünlüğünde ısrar ettiler ve bir Müslüman veya Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi bir millet olmak yerine kendilerini (örneğin) Lübnanlı veya Katarlı olarak tarif ettiler. Kolonyal/manda mirası olan (Fransa, İngiltere veya İtalya) demokratik bir ulus devlet kurmak istiyorlardı. Bu hareket şimdiye kadar başarısız oldu ve kendisine karşıt ikinci bir hareket ortaya çıktı. Bunlar dinsel güçlerin, grupların ve Cihatçılar, El Kaide, IŞİD gibi militer güçlerin başını çektiği İslamcı bir hareketti. Söz konusu hareket, ulus-devlet fikrini reddeder. Bunun yerine bu hareketler bir hilafet kurmayı ister. Söz konusu hilafet, tüm Müslümanların bir halifenin liderliği ve şeriat yasaları altında aynı ülkede yaşadığı bir durumdur.
Nihayet, bölgedeki mevcut tarihsel politik güçler üçüncü bir harekete yol açtı. Bu hareket kendi tarihsel mirasının ve Müslüman bir hilafet ütopyasının farkındaydı. İslamcı müdahalelere karşı savaşırken modernize edilmiş bir tarihsel devlet kurarak iki diğer hareket arasındaki çatlağa orta yolcu bir çözüm arıyordu. Bu hareketin zayıf yanı heterojenliği ve doğalarındaki farklılıktı (örneğin, Fas, Mısır, Türkiye, Irak, Yemen, Suudi Arabistan ve İran). Bazı ülkeler eskiydi, bazılarıysa son dönemde kurulmuştu. Bazıları sosyal olarak daha gelişmişken diğerleri ciddi ölçüde az gelişmişti. Bazıları son kırk yılın kazanımlarına rağmen görece düşük okuma yazma oranına sahipken bazıları yüksek okuma yazma oranına sahipti. Bazılarının eğitim sistemi modernizasyon ihtiyacı içindeyken bazıları kimi olumlu değişikliklere imza atmıştı…
Bu hareketlerin arasındaki mücadele, istikrarlı olsun olmasın tüm MENA bölgesi ülkelerinin gerçekliğini oluşturur. Ancak bölge bu noktaya nasıl evrildi? Tarih bu soruya bazı cevaplar sunar.
Temelde Yatan Nedenler | Öncül nedenler: 1. ve 2. (Modern) Haçlı Seferleri
Çatışma analizlerinin çoğunluğu Orta Doğu’daki mevcut durumu açıklamak için genellikle 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşmasına dek geri gider. Ancak çatışmanın özü tarihin derinliklerine uzanır. Hikayenin gelişimi aşağıdaki gibidir.
Birinci Öncül Neden: 1. Haçlı Seferleri
Haçlı Seferleri, Katolik Kilisesi’nin Kutsal Toprakları (Terra Sancta) Müslüman yönetiminden geri almak için başlattığı bir dinsel savaşlar dizisidir ve çoğunluğu Müslümandan oluşan Orta Doğu’daki kutsal mekanlara Hristiyan hacı adaylarının girişine izin vermek için (diğer şeylerin yanı sıra) başlattıkları askeri seferleri kapsar. Bu savaşlar Orta Doğu’nun askeri işgali hâlini almış ve çeşitli krallık, prenslik ve eyaletlerin kurulmasına olanak tanımıştır. Daha sonra Avrupa soylularının iktidar oyunlarına işaret edecek olan vekalet savaşlarına evrilmiştir. Haçlı Seferleri militarizm (ordu, tapınak şövalyeleri, Malta şövalyeleri), din (Batılı Hristiyan aleminde Katolik Kilisesi) ve toplum (feodalizm) arasındaki ilişkileri güçlendirmiştir.
Haçlı Seferleri, resmi olarak yaklaşık iki yüzyıl sürmüştür (1095-1291). Sonraki yüzyıllarda sürekli olacak asli bir unsur olarak Balkanların Osmanlı tarafından fethedilmesine karşı koymak için 14. ve 15. yüzyıllarda yeniden başlamıştır. Büyük oranda Akdeniz’deki ticari çıkarlardan kaynaklanan bir dizi çatışmanın yaşandığı Osmanlı-Venedik savaşları (1396-1718) anlatıyı devralmıştır.
1291’deki Müslüman zaferine rağmen Haçlı Seferleri, Doğu ile Batı arasındaki gerilimi yükseltmiş ve Hristiyanlık ile İslam arasında mücadelenin mirasını bırakmıştır. Daha spesifik olarak söylemek gerekirse, bu seferler Orta Doğu’da Batı tahakkümünün temellerini atmış ve bu sayede Modern Haçlı Seferleri devam etmiş ve Müslümanlar arasındaki ihtilaf ve uyuşmazlık derinleşmiştir.
İkinci Öncül Neden: 2. Modern Haçlı Seferleri
Araştırmama göre, Modern Haçlı Seferleri Batı’nın Müslüman medeniyeti üzerine uyguladığı gerilimin tarihsel anlarıdır ve bugün de devam etmektedir. Bu yeni Haçlı Seferleri süresince Batı İsa’nın adına Kutsal Toprak’ı savunmuyor ancak, bunun yerine, aşağıda sunulacağı hâliyle farklı motifler besliyor:
İlk Modern Haçlı Seferi askerîydi. Birinci Sefer,Fransa’nın Osmanlı toprakları olan Mısır ve Suriye’ye dönük askerî harekâtıyla başladı (1798-1801). Fransa’nın başında Napolyon Bonapart vardı ve harekat İngiltere’nin, Hindistan’daki yükselişi ve varlığına karşı koymak için Fransa’nın ticarî çıkarlarını savunma amacı taşıyordu. 1799’daki Acre (Akka) Kuşatması sırasında Napolyon, Osmanlı İmparatorluğu ve İngiltere güçleri karşısında yenilgiye uğradı. Ancak, bu yenilgi Fransa’nın başka bir Osmanlı toprağı olan Cezayir’deki Sidi Fredj’i işgal etmesini engellemedi. İşgal yerli Cezayirlilerin katı bir öz-savunma anlayışıyla cihat çağrısı yapmasına neden oldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma süreci de başlamış oldu.
İkinci Modern Haçlı Seferi diplomatikti. İkinci Sefer, Eski Dünya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan etnik-dinsel azınlıkları “korumak” arzusuyla başladı: Fransa Lübnan ve Suriye’deki Maruni Hristiyanları, Rusya İmparatorluğu Lübnan ve Suriye’deki Ortodoks Hristiyanları ve İngiltere ise, İsraili’nin isteğiyle Yahudileri ve Bahailiğin yayılmasını savunan Şia ve Dürziliği. Buradaki fikir Osmanlıları rahatsız etme, kırılganlaştırma ve böylece çöküşünü hızlandırmaktı. Azınlıklar bu ülkelerin müdahalede bulunmasından hoşnuttu ve onlara yardım ediyorlardı. Bu arada, Cezayir’de, Yahudi nüfusuna Fransız vatandaşlığı veren 1870 tarihli Crémieux Kararnamesi Fransızlar tarafından ikinci sınıf muamelesi gören yeri halklar Müslümanları, hem Arapları hem de Berberîleri rahatsız etmişti. Bu durum, yüzyıllardır barış içinde birlikte yaşayan Müslümanlar ve Yahudiler arasındaki ilişkileri çok hızlı bir biçimde kötüleştirdi.
Üçüncü Modern Haçlı Seferi askerîydi. 1916’daki Seykes-Picot Anlaşması Fransa ve İngiltere’nin nüfuz alanını (bunu Rusya da kabul etmişti) ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisinden (İngiltere, Orta Doğu sahnesine girdiği Birinci Dünya Savaşı’nda vuku bulmuştu.) sonraki Güneybatı Asya üzerindeki kontrolünü belirliyordu. Fransa ve İngiltere 1920’deki Sevr Anlaşması koşulları altında Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalanları paylaşmıştı. Güneydoğu Avrupa parçalanırken, Orta Doğu’da da durum benzerdi; yeni ülkeler kuruluyor (örneğin Lübnan, Suriye, Ürdün, Irak gibi) ve halklar yerinden edilip, göçe zorlanıyordu.
Fransa ve İngiltere’nin çıkarları, jeopolitik (Osmanlı İmparatorluğu’nu zayıflatmak için azınlıkları korumak) olandan jeoekonomik olana kaymıştı. Jeoekonomik çıkarlar (petrol, gaz gibi) coğrafi kaynaklarla ve denizlere erişimle ilgiliydi. 1920 tarihli San Remo Petrol Anlaşması bu yeni gerçekliği şekillendirmişti. Toplumların karşılıklı iç içe geçmesi nedeniyle İngiltere ve Fransa’nın her azınlığa bir devlet vermesi zordu. Topraksal bölünme bazı ülkeleri diğerlerinden (Suriye ve Irak) daha büyük yapmıştı; bunun nedeni onların stratejik önemiydi; bazı ülkeler (örneğin Irak, Bahreyn ve Kuveyt) çoğunluk olarak Şiiydi ancak Sunni azınlık tarafından yönetiliyorlardı. Bu bölünmenin kaybedenleri ise Kürtler, Dürziler ve Hıristiyan azınlıklardı.
Bu bölünmeden en kazançlı çıkan Lübnan oldu. Lübnan’ın iktidar dengesi, Osmanlı İmparatorluğu’ndan esinlenilmiştir ve Konfesyonalizm’i (iktidarın çeşitli dinsel cemaatler arasında paylaşılmasına dayanan bir politik sistem) takiben Fransa tarafından yeniden yürürlüğe sokulmuştu. Lübnan’da ülkede resmen tanınmış on sekiz dinî mezhebin tümü de parlamentoda temsil ediliyordu. Bu durum, başkanın bir Maruni Hristiyan, Parlamento Sözcüsü’nün bir Şii Müslüman, Başbakanı Sunni bir Müslüman ve Başbakan Yardımcısı ve Yardımcı Parlamento Sözcüsü’nün Doğulu bir Ortodoks olmasını şart koşan 1989 tarihli Taif Anlaşması’na yol açtı.
Araplar, genel olarak, memnunlardı çünkü hem Osmanlı İmparatorluğu’ndan kurtulmuş ve hem de gerek Fransa’yı gerekse de İngiltere’yi bu ülkeleri yönetecek mandalar olarak belirleyen Milletler Birliği sınırları içinde de olsa “özgürlüklerini” kazanmışlardı.
Dördüncü Modern Haçlı Seferi etno-demografikti. Dördüncü sefer, daha sonra İsrail’in kurulmasına yol açacak olan Yahudilerin İngiltere tarafından Filistin’e gönderildiği 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu’yla başladı. Çoğunluğu okuryazar olmayan ve küresel ölçekte neler olup bittiğinin farkında olmayan bazı Araplar topraklarını Yahudi göçmenlere satmaya başladı.
Beşinci Modern Haçlı Seferi ideolojiktir. Dünya, ABD’nin kapitalist ve Sovyetler Birliği’nin de komünist dünyanın lideri olarak kabul edildiği 1945 tarihli Yalta Konferansı’nın ardından Soğuk Savaş döneminin sancısını çekiyordu. Batıının yöntemlerine (beyaz olmayanlara dönük ırkçılık da dahil olmak üzere) bir tepki olarak, çoğu Arap ülkesi (Irak, Suriye, Mısır, Libya, Yemen, Sudan, Somali ve Cezayir) yüzünü İsrail’i emperyalist bir ülke olarak (ABD’nin bölgedeki müttefiki) gören Sovyetler Birliği’ne dönmüştü. İsrail’le çatışmalar,öz -savunma anlamında sadece cihatla birlikte yükselebilirdi.
Altıncı Modern Haçlı Seferi mezhepçiliktir. Batılı ülkeler Saddam Hüseyin’i İran’la bir savaşa (1980-1988) sürükleyerek ve destekleyerek vekalet savaşları biçiminde yeni bir Haçlı Seferi başlattı; bu savaş 16. yüzyıla varan bir geçmişe uzanıyordu ve 1937’den (Sadabat Paktı) beri kaynayan bir kazan görünümündeydi. Sonuç olarak, mezhepçilik (genellikle Şia-Sunni) Müslüman dünyasının her yerinde kök salıp yayıldı ve Şii İran’ın önünü kesmek için Selefi/Vahabi hareketler her yerde mantar gibi çoğaldı.
Yedinci Modern Haçlı Seferi askerdir. Yedinci Sefer Doğu Berlin’in düşüşü ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle örtüşür. Saddam Hüseyin Arap ülkelerinin Irak-İran savaşının faturasını ödemesini istedi. Ancak bir şey elde edemeyince, Kuveyt’i işgal etti. Bunun üzerine ABD (birinci) Körfez savaşını başlattı (1990-1991). Irak savaşı kaybetti ve ağır yaptırımlara maruz kaldı. Buna bir tepki olarak El Kaide (1988’de ortaya çıkmış ve eski CIA ajanları ile Afganistan’daki Sovyet işgaline karşı savaşmış Araplar gibi Selefi cihatçılardan oluşan bir ağ) kendi güç tabanını güçlendirip, ABD ve batıya karşı açık cephe aldı.
Sekizinci Modern Haçlı Seferi de askerdir. Bu sefer Afganistan’ın istilası/işgali (2001) ve ikinci Körfez Savaşı’na (2003-2011) eşlik eder. Kapitalist kampın (ABD) stratejik hedefi, geçmişte Sovyet yanlısı olmuş tüm Arap rejimlerini yıkıma uğratmaktı. Somali örneği ortadaydı, burada ülke on yıllık bir askeri-cunta direnişinin ardından resmi olarak 1991’de başlayan bir iç savaş batağına saplanmıştı. Aynı şey ağır ekonomik yaptırımlarla 1997’de Sudan’da ve 2003’te Irak’ta oldu. Arap ve Müslüman dünyası, Batılı ülkeler kadar diğer Müslümanlara da (liberaller, Şia, Sufiler…) saldırmak için oluşturulan cihatçı grupların kayda değer şekilde yükseldiğine tanıklık etti.
Dokuzuncu Haçlı Seferi teknolojiktir. Dokuzuncu Sefer Arap Baharı olarak bilinen, Batılı sosyal medya ve internet tarafından tesis edilmiş bir vekalet savaşıdır. Arap Baharı’nın Batılı güçlerin eylemleriyle bağlantılı olup olmadığı hakkındaki sorular şaşırtıcı değildir çünkü bu olaylar batıya zamanında Sovyet bloku etkisi girmiş Arap ülkelerinden kurtulması için bir fırsat sağladı. 1979’da İsrail’le bir barış anlaşması imzalayarak ABD’nin gazabından kurtulmuş Mısır düşmüş, Sovyet eğitimli bir teknokrat olan Mübarek tutuklanmış ve hükumet devrilmiştir. Libya 2011’de yabancı bir müdahaleye maruz kalmış ve bu müdahale yıkıcı bir iş savaşla son bulmuştur. Yemen’in de kaderi aynıdır ve gelmiş geçmiş en kötü insani krizi yaşamaktadır. Rusya yanlısı Suriye de beklenmedik ve çoklu sonuçları olan sert bir çatışma döneminden geçmektedir. Cezayir (son Sovyet yanlısı kale niteliğindeki) belki de bir sonraki domino taşı olacaktır, burada devam eden enerji krizinin durumu daha da ağırlaştıracağını da vurgulamak gerekir. Rejimlerin çökmesinin ötesinde, cihatçılık yöresel ve küresel bir salgına dönüştü. Cihatçılar, Batılı güçlerin himayesinde çalışmakla suçladıkları “görevli” Arap rejimlerine de karşı çıkmaktadır.
Bugün, MENA bölgesi Batı tarafından korunan devletler, tehdit edilen devletler (içeriden ve/veya dış grup veya ülkeler tarafından), yıkılan ülkeler ve saatli bomba ülkeleri olarak sayılmaktadır. Tablo aşağıdadır.

Sahra-Sudan bölgesi (Sudan, Çat, Mali, Nijer, Moritanya, Burkina Faso…) ve Orta Asya (Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan, Özbekistan) MENA bölgesine yakındır. Bu topraklar MENA’dan yayılan cihatçı hareketler için (Boko Haram, El Kaide, ETIM…) verimli bir toprak işlevi görmüştür ve bu durum bölgeyi gerginlik kaynağı haline getirmiş ve büyük sayılardaki mültecinin Avrupa’ya göç etmesine neden olmuş, cinayetlere yol açmıştır.
Sonuçlar: Suriye Çatışmasının Katmanları ve Bölgede Yolactigi Dalgalanmalar
MENA bölgesi Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı tarafından keyfi şekilde bölünmesinin sonuçlarını yaşıyor ve bu durum tüm bir 20. yüzyıl boyunca saatli bomba işlevi gördü. Buna göre bazen tüm bölge sancılar içinde kıvranırken bazen de on yıllar sürecek kaos biçiminde katlanarak devam etti. Bölgenin görünümü 1648’deki Westphalia barışından önce Avrupa’nın durumunu hatırlatıyor.
Suriye çatışmasının analizi Suriye’nin bir savaşlar silsilesi yaşadığını gösteriyor:
- Suriye rejimi ve karşıtları arasında bir iç savaş;
- Sunniler ve Şiiler arasında mezhepler arası savaş;
- IŞİD’in toprak kazanmaya çalıştığı bir kutsal savaş;
- Kendi ülkelerini kurmak isteyen Kürtlerin bir etnik savaşı;
- Sekülerlerin İslamcılara karşı savaştığı bir ‘sosyal’ savaş;
- Suriye’nin, Türkiye’yle Yeni İpek Yolu’nun son durağı olmak için çatıştığı ve İsrail’in Golan Tepeleri ve oradaki doğalgaz rezervleri (Dört Deniz Stratejisi) hakkında hak talep ettiği bir ‘enerji’ savaşı;
- Ve Dört boyutu olan bir vekalet savaşı:
1) ABD’ye karşı Rusya, bir Soğuk Savaş kalıntısı;
2) İran’ın Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’yle savaşı;
3) Hristiyan Demokrat batıya karşı Müslüman Otokratik/Teokratik Orta Doğu ve
4)batının bölgedeki jeoekonomik çıkarlarını (benzin, gaz….) korumak için müdahaleleri.
O halde görünen şudur: Suriye büyük Orta Doğu resminin, bölgenin Napolyon’dan günümüze kadar tanık olduğu gerilimi özetleyen bir mirkokozmosudur. Bölgedeki her ülkenin aralarındaki tarihsel ve sosyal denge ve Churchill tarafından yaratılan saatli bomba nedeniyle bu gerilimler devam edecektir. Bu saatli bomba Kürt sorunudur; Arapların kendi aralarında, Araplarla Arap olmayanlar arasında, Türkler ve Türk olmayanlar ve İranlılarla İranlı olmayan insanlar arasındaki gerilimi daima yüksek tutacak bir problemdir.
Bununla birlikte, batılı güçlerin müdahalelerine bir karşı tepki olarak Türkiye, İran ve Suudi Arabistan bölgede etkin olmaya çalışmaktadır. İronik bir hareketle, onların liderliği altında dinsel bir oluşumu izleyen yeni bir Orta Doğu doğuyor: Türk tarzı bir Sunnilik (Hanefilik) ve Suudi tarzı bir sunnilik (Hanbelizm, Vahabizm) ve çeşitli formlarıyla (Ithnā’ashariyyah/Oniki İmamcılık, Dürzilik, Alevilik…) Şia. En büyük kaybedenler ise katledilmeden ya da saklanmak zorunda kalmadan bölgeden göç eden Hristiyan Levant azınlıklardır. Bölgedeki Yahudi halkının İsrail’i varken Hristiyanların hiçbir şeyi yoktur.
Batı yanlısı Arap Körfez Monarşileri de Türkiye’nin ve İran’ın bölgedeki yükselişine karşı tepki veriyor. Onların projesi, iki hedefi olan yeni bir Arap milliyetçiliğine sahip olmak:
1) Arap dünyasını İran’a kapamak. Çünkü Suudi Arabistan Krallığı ve diğer Körfez Monarşileri, İran iktidarının ideolojisi (şuraya karşı demokrasi) ve teolojisinin meşruluklarını zora sokacak politik müdahalelerini istemiyorlar ve
2) Seküler (şimdilik) Cumhuriyetçi doğasıyla bir tehdit konumunda olan ve ekonomik başarısıyla bu monarşiler için ‘kötü’ bir örnek olan Türkiye’yi bir kenara itmek.
Nihaî olarak, Trump etkisi söz etmeye değer bir diğer unsur. Trump, her şeyi birbirine karıştırıyor. Kudüs’ü ‘resmi’ olarak İsrail’in başkenti yaparken, Kudüs’ün “haklı olarak” Yahudi halkına iade edileceği zamanın geleceğine (Deccal yenilecek ve Mesih dönecek) ve kıyametin kopacağına inanan Hristiyan Evanjelistlerinin çıkarlarına hizmet ediyor. Selahaddin tarafından durdurulan Haçlı Seferleri’nin hayalleri gerçek olma yolundadır, böylece bu tedirginlik / hoşnutsuzluk tüm dünyaya yayılma eğilimindedir. Bu bakımdan Trump, Orta Doğu’daki durumun karmaşıklığına başka bir katman daha ekledi. Durumu hızlıca ve sürdürülebilir bir çözüme kavuşturmak için yapacak çok fazla şey kalmıyor.
Çözüm ikinci bir Sykes-Picot Anlaşması mı?
Orta Doğu’daki ve batıdaki her ülkenin çıkarlarının birbirleriyle çelişir olması, bir çözüm bulmayı oldukça karmaşık bir süreç haline getiriyor. ABD’ye bir ziyareti esnasında Netanyahu, Golan Tepeleri’nde yeni petrol yataklarının keşfinden sonra Obama’yla Orta Doğu’nun sınırlarının yeniden çizilmesi olasılığını tartışmış ancak yanıt alamamıştı. Çin ve Rusya’nın BM Güvenlik Konseyi üyeleri olarak oynadıkları rol burada belirleyici olmuştu. Bu iki ülke BM tarafından kabul edilmiş devlet egemenliğini tanımaktaydı ve bu da bir ülkenin bölünemeyeceği anlamına geliyordu; bu nedenle Suriye ve Irak olduğu haliyle kalmalıydı.
Bu mantığı izleyerek, Lübnan Konfesyonalizmi siyasal sisteminden esinlenen bir çözüm Suriye ve hatta Irak için uygulanabilir olabilir miydi? Bu bir çözüm olabilirdi. Orta Doğu haritası Sykes-Picot anlaşmasıyla tanımlandığı şekliyle aynı kalabilir ve her ülke kendi çeşitli inanç/etnisitesinin devleti yönetmek için en uygun kombinasyonunu bulabilirdi. Bu sistem işe yarar mıydı? Muhtemelen hayır! Neden? Çünkü modernizm Orta Doğu’ya nüfuz etmede başarısız olmuştu, dolayısıyla Yasallık (Devlet) ve Ahlâk (Din) arasında net bir ayrım yapan seküler bir yurttaş üretme projesi de başarısız olmuştu. Paradoksal olarak, Arap ülkelerine modernizmi getirmeye çalışmış olanlar (Mısır’da Nasır, Irak’ta Saddam ve Suriye’de Esad), Sovyet yanlısı (ideolojik olarak Batı’ya karşı) oldukları için batıyla savaşmışlardı.
O halde ne olacak? Orta Doğu terörist ideolojilerin, teröristlerin üretim merkezi olmaya devam edecek ve bu haliyle kalırsa belki de yeni bir Afganistan olabilecek. Bu arada, Filistin sorunu, batının yarattığı ve sonra da üzerindeki kontrolünü yitirdiği Cihatçı ideolojinin üremesi için bir neden ve örnek bir vaka olmaya devam edecek. Zynik / alaycı ancak gerçekçi bakış açısından bakıldığında tablo maalesef böyle görünüyor. Arap ülkeleri İslam anlayışlarının daha modern bir versiyonunu geliştirmediği sürece gerilimler devam edecek. Bu ülkeler üç örnekten esinlenebilir: Türkiye, İran ve Fas. Foucault’un dediği gibi, değişimler olayların sınırlarında açığa çıkar. Değişimler Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altında olmayan sınırlarda, Fas ve İran’da zaten ortaya çıkmıştı.
Arap ülkeleri kültürel değerler, din ve siyaset arasında kendi dengelerini bulmadıkları sürece kaos egemen olmaya devam edecektir. Modernizm ve devletin modernizasyonu acımasız olsa bile, ki bazı ülkeler için bu fikir ütopik görünmekle birlikte, yeni bir “seküler” Arap milliyetçiliğinin doğması gerekmektedir. ABD ve İsrail altını kazmadan önce ve Arap kimliğinin ortak payda olduğu 1940’lardan 1970’lere kadar durum buydu.
Çin ve Rusya (belli bir boyutta) Arap ülkelerinin başvurabileceği örneklerdir çünkü hem “Ejderha” hem de “Ayı” batının farkındadır; birer demokrasi değiller ama Batı hegemonyası ve yöntemlerine karşı çıkmaktadırlar ve terörizm tehdidi altındadırlar. Çin, kendi Çin eksenli sosyalizmini kendi kültürel değerlerine (Konfüçyusçuluk ve diğer şeylerin yanısıra yasallık) dayandırırken, Rusya da ‘aydınlanmış’ despotizmiyle (Çar Büyük Petro ve Çariçe Katerina’ya kadar uzanan geçmişe) sınırlı bir demokrasiye sahip olan modern devletlerdir. Bu ülkeler Orta Doğu ülkeleri için başarılı örnekleri temsil ederken, mirası çatışma, manipülasyon ve sömürü olan Batı’dan farklıdırlar. MENA bölgesinin daha pürüzsüz bir geçiş yapmak için bu örneklere ihtiyacı vardır- kültürel değerlerini sürdürmek, erişilecek bir ufuk olarak demokrasiyi yavaş yavaş geliştirmek ve hedeflemek.
O halde bölgeye çok uzun zamandır gereken barışı hangi çözüm getirecek? Binlerce yıldır MENA bölgesi her türden Haçlı Seferi’ne tanıklık etti ve kaynayan bir kazan olageldi. 1945’ten beri BM dünyada bir ölçüde de olsa barış gelmesine ön ayak oluyor ancak Orta Doğu’da barış bir türlü gerçekleşmiyor. Duygular aklın ve rasyonelliğin aleyhine kararlar verilmesine neden oluyor. Durum giderek kötüleşiyor ve tüm Arap-Müslüman dünyasına yayılma eğilimi gösteriyor. Bir yandan, Filistin sorunu söz konusu olduğunda Oslo Anlaşması çıkmaza girerken, Bush’la birlikte barış planı batıp, Trump ile barış şansı tümüyle yok edilir. Arap Birliği İsrail tarafından reddedilen bir barış planı tasarlamıştır. Diğer taraftan Suriye Çatışması, Cenova ve Astana süreçleri ve Viyana ve Soçi mutabakatlarına rağmen çıkışsız görünmektedir. Bunları akılda tutarak yeni bir Sykes-Picot başlatmak acil ve zorunludur.
Bu ikinci Sykes-Picot Anlaşması, BM şemsiyesi altında uluslararası bir konferans biçiminde meydana gelmelidir ve büyük bir çığıra yol açmak zorundadır. Ikinci Sykes-Picot, birinci Sykes-Picot’da olduğu gibi iktidarların bir yağmayı bölüştüğü özel bir durum olmamalıdır. Bu defa Çin ve Rusya, batının eskiden olduğu kadar dominant olmadığı çok kutuplu bir dünyayı kabul etmede aktif bir rol oynamalıdır. BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin sürece dahil edilmesi zorunludur. Bu konferanstaki diğer katılımcılar, sorunun parçası ve çözümün parçası olanlar, Şii İran, Hanefi Türkiye, Hanbeli Suudi Arabistan, Şafi Mısır, İsrail ve Filistin Ulusal Yönetimi gibi Orta Doğulu bölgesel güçler olmalıdır. Bu “düşmanlar”, bölgede uzun zamandır beklenen barışı getirebilmek için bir masanın etrafında toplanmalı ve bir çözüme ulaşmak için konuşmalıdırlar. Başka nedenlerden ötürü diğer katılımcıların da içerilmesi gerekir: Endonezya ve Hindistan, Pakistan ve Malezya (yoğun Müslüman nüfusuyla), Nijerya (Boko Haram tehdidi altında), Fas (modernizmi benimseyen bir Arap-Müslüman örnek) ve Malezya (barışçıl şekilde bir arada yaşama örneği olarak).
Ikinci Sykes-Picot barışı, birlikte yaşamayı ve sosyo-ekonomik gelişmeyi hedeflemelidir. Uluslararası toplumun Orta Doğulu iktidarları tanıması ve Arap-Müslüman dünyasında barışı tesis etmeye dönük çalıştığı bir barış anlaşması olmalıdır. Bu anlaşma, Batılı iktidarların, Rusya ve Çin’in Orta Doğu’ya silah satmayı durdurduğu bir (ütopik) maddeyi de kapsamalıdır. Bu konferansın sonucu şu maddeleri içeren bir tür Marshall Planı olmalıdır:
1) bölgenin ekonomilerini canlandırmak ve ülkeleri aynı düzeye getirmek, mevcut boşlukları gidermek için ekonomik ve sosyal bir gelişme planı;
2) radikalizmi ortadan kaldıracak farklı eğitim sistemlerinin revize edilmesi, dinler arası ve etnik kökenler arası barışçıl şekilde bir arada yaşamayı eksen alan bir eğitim sisteminin benimsenmesi.
Batılı ve Orta Doğulu iktidarlar bu konferansa katılma ve bunun bölgeye barış getirecek kurallarına uymaya cesaret edecekler midir? Kısa dönemde pek muhtemel değil, maalesef! Ancak, er ya da geç, bütün bu iktidarlar, başka bir insani kriz patlak vermeden önce bu barış görüşmelerini gerçekleştirmek zorunda kalacaklardır. Bu barış tasarısı ütopiktir ancak bir zorunluluk haline gelecektir. Küresel ısınma gibi bir şeydir bu; çoğu ülke onu göz ardı eder, herkesin istediğini yapmasına izin verir ancak bugün tüm dünya tehlikeyi ve çok geç olmadan harekete geçmesi gerektiğini hisseder. Bin yıllık savaşın ardından MENA bölgesi de barışı hak etmektedir.
Bu makalenin İngilizce versiyonu Rising Powers in Global Governance ta yayınlanmıştır. Türkçe versiyonunun Görüş’te yayınlanmasına olanak verdiği için Dr. Fatima Z. Er-Rafia ya ya ve Rising Powers in Global Governance ekibine çok teşekkür ederiz. Çeviri: BARIŞ YILDIRIM
*Görüş gazetesi, farklı disiplinlerden, farklı görüş ve içeriklere açık bir platformdur. Makaleler Görüş gazetesinin editoryal politikasıyla uyumlu olmak zorunda değildir.

Danışman, bağımsız araştırmacı ve HEC Montréal ve Polytechnique Montréal’de öğretim üyesidir. Çin ve Japonya’ya odaklı İşletme Doktora derecesine sahiptir. Dr. Er-Rafia uluslararası ilişkiler, jeopolitik, kültürlerarası yönetim ve strateji alanlarında uzmanlaşmıştır. Odak noktası Weberian sosyolojisi, siyaseti, iktisadi ve tarihidir. Asya’yı incelemek için bu tüm bu disiplinlerin yaklaşımlarını kullanmaktadır. Dr Er-Rafia daha önce Desjardins Group’ta Kurumsal Strateji Uzmanı ve Stratégies Internationales’de Yönetim Danışmanı, Operasyon Direktörü ve Strateji ve İş Geliştirme Danışmanı olarak görev yapmıştır. Uluslararası düzeyde Şirket Yöneticileri için eğitimler verir. Düzenli olarak Asya’nın jeopolitiği, iş ve yönetim ve kültürü hakkında sunumlar yapar. Çeşitli ödüller ve derecelerin yanı sıra Çin ve Japonya üzerine iki kitap bölümünün, çeşitli makalelerin ve işletme alanında birçok referans çalışmasının (case study) yazarıdır.