
Jennifer Szalai
Kriz ve kargaşa, sıklıkla geçmişin mitlerini yeniden değerlendirmeye yönelik ilginin artmasına neden olabilir; ulusal yüceliğe doğru bir yürüyüşün abartılı zafer hikayeleri, gerçekliğin önlenemez ağırlığının yanında giderek kof kalır.
Amerikalılar, bir vatandaşın oy hakkının “cinsiyet nedeniyle” reddedilemeyeceğini belirten Amerika Anayasasına eklenen 19. Ek Madde değişikliğinin yüzüncü yıldönümünü kutlarken, kadınlara oy kullanma hakkını garanti eden uygulamanın yaldızı kazınarak, mercek altına alınıyor. Rosalyn Terborg-Penn ve Lisa Tetrault gibi akademisyenler, bu tarihin gerçekte popüler anlatının kabul ettiğinden daha sinir bozucu ve dışlayıcı olduğunu çoktan gösterdiler. Amerikalıların bir pandemi sırasında Posta Hizmetleri saldırı altındayken ve Oy Hakları Yasası’nın sunduğu tam koruma olmadan bir seçimle karşı karşıya kaldıkları bu günlerde, özellikle doğrudan hissedilen bir gerçektir.

Tarihçi Martha S. Jones, “Vanguard: How Black Women Broke Barriers, Won the Vote, and Insisted on Equality For All,” (Öncü: Siyah Kadınlar Engelleri Nasıl Aştı, Oy Hakkını Kazandı ve Herkes İçin Eşitlikte Israr Etti) kitabının yalnızca “Değişiklik” adını verdiği bölümünde 19. Ek Madde değişikliği hakkında yazıyor. Başlık uygun şekilde minimalist ve gerçekçi. “Siyah kadınlar için, Anayasa’nın 19. Ek Madde değişikliğin onaylanması, oy hakkı için bir garanti değil, ancak aydınlatıcı bir andı” diyor. Jim Crow[1] yasaları, Güney’de oy kullanmayı zahmetli, tehlikeli ve genellikle siyah erkekler için uzun süreden beri olduğu gibi, siyah kadınlar için de imkansız kılmıştı. 1920’de olanlar muhteşem bir final değil, bir dönüm noktasıydı; hala yapacak çok iş vardı. Jones’un yazdığı üzere, “Siyah kadınlar Birleşik Devletler’de oy haklarının yeni koruyucularıydı.”
Jones, yapabildikleri her yerde siyasi güç inşa etmeye çalışan siyah kadınların hoş ve kapsamlı bir tarihini yazmış. Jones konuya, kadınların ateşli bir haklar beyannamesi hazırlamak üzere bir araya geldiği ve varlığı kaydedilen tek siyah kişinin Frederick Douglass olduğu 1848 Seneca Falls Konvansiyonu ile başlamak yerine, birkaç on yıl önce, Afrika Metodist Piskoposluk Kilisesi tarafından vaaz vermek üzere yetkilendirilen ilk kadın olan Jarena Lee ile giriyor.
O dönemde Lee gibi kadınlar, toplumlarındaki daha aydınlanmış erkekler tarafından bile, itibarlarına karşı saldırılmasını bekleyebilirdi. Haftalık Afro-Amerikan Freedom’s Journal’ın editörlerinin belirttiği gibi: “Tutkulu bir kadın, arkadaşlarına iğrenç gelir.” Bir vaiz, kadın vaizleri erkek alkoliklerle karşılaştırarak, her ikisinin de evdeki yükümlülüklerini ihmal ettiğini söylüyordu. 1830’larda başlayan ve siyahi kongre hareketi olarak adlandırılan hareketle kadınlar kamusal hayata kabul edildi, ancak kendilerinden yalnızca yardım toplantılarını düzenlemeleri bekleniyordu. Jones, “Bu adamlar kadınların çalışmasını teşvik ettiler, ancak liderliklerini değil” diye yazıyor.

“Vanguard: How Black Women Broke Barriers, Won the Vote, and Insisted on Equality For All.”(Öncü: Siyah Kadınlar Engelleri Nasıl Aştı, Oy Hakkını Nasıl Kazandı ve Herkes İçin Eşitlikte Israr Etti) kitabının yazarı Martha S. Jones.
Jones, kürsü, podyum veya kalemi seçmeleri farketmeksizin, Lee ve diğerlerinin kendi “ikna güçlerini” nasıl geliştirdiklerini anlatıyor. Lee gibi bazı “ilkler”e yer verse de, “Öncü” bir anlamda ilklere karşı saplantımıza karşı da bir eleştiri. Jones, bu kadınların mümkün kıldığı her şeyle – sadece açtıkları yollarla değil, çıktıkları yolculuklarla ve sonrasında takip eden olaylarla – aynı derecede ilgileniyor.
Amaçlardan biri oy kullanma hakkı olabilirdi, ancak daha acil meseleler vardı. Jones’un kitabındaki kadınlar için sürekli gündeme gelen bir sorun da ulaşım, yani Jones’un sözleriyle, “siyah olarak seyahat etmektir.” Siyah kadınlar konuşmak ya da vaaz vermek için ülkeyi dolaşırken sık sık hareket özgürlüklerinin kısıtlanmasıyla karşı karşıya kalıyorlardı.
Şair ve kölelik karşıtı Frances Ellen Watkins Harper, kendisine edilen hakaretleri, konuşma gezilerine gitmeye çalışırken trende koltuğundan kalkmasının, ya da tamamen inmesinin istendiğini anımsar. 1866’da Amerikan Eşit Haklar Derneği önünde konuşan Harper, Jones’un “bayanlar vagonu terörü” dediği şeyi gündeme getirir. Harper, “Siz beyaz kadınlar haklardan bahsediyorsunuz” der. “Bense haksızlıklardan bahsediyorum.” “Toplumda güçsüzleri çiğneyen ve zayıfları aşağı çeken bu acımasız unsur var” olduğu sürece oy hakkını kazanmak, kadınların oy hakkını savunan bazılarının iddia ettiği gibi asla her derde deva olamazdı.
“Öncü” böyle bir dizi simgesel an içeriyor: Ida B. Wells, 1913 oy hakkı yürüyüşünde Illinois eyalet heyetiyle birlikte, siyah kadınlara arkadaki tamamen siyah bir grupla yürümek zorunda olduklarını söyleyen beyaz örgütçülere meydan okuyarak yürür; Fannie Lou Hamer, 1964 Demokratik Ulusal Kongresi’nde, bir Mississippi hapishanesindeki acımasız bir dayağın kendisinde nasıl kalıcı böbrek hasarına ve bir gözünde körlüğe neden olduğunu anlatır.
Ancak Jones, bizi, bir piskoposun kızı Maggie Hood-Banks gibi, güçlü ahlaki teşvik ile sinsi bir zekâyı birleştiren, popüler bellekte yer edinmemiş müthiş kadınlarla da tanıştırıyor. Hood-Banks tanıdık replikleri alır ve onları kendi argümanının yararına olacak biçimde eğip bükerdi. 1900’de A.M.E. Zion Kilisesindeki bir konferansta, kötü şöhretli Dred Scott kararının diliyle ilgili bir kelime oyunu yaparak, “Yüzyıllar boyunca kadın erkekten aşağı görüldü ve bu gerçeğe göre erkeğin saygı göstermesi gereken hiçbir hakkı yoktu,” der. Ayrıca kilise cemaatindeki kadınlarının “temsil edilmeden vergilendirilmekten”ten[2] çok sıkılmaya başladığı konusunda uyarır.
Jones, gayretli bir bilim insanı ve ilgi çekici bir yazar. Arşivleri tarayarak, genellikle “beyaz üstünlüğüyle kirli bir uzlaşma” anlamına gelen şey için beyaz oy hakkı savunucularıyla yan yana çalışıp, sonunda kendilerini marjinalleştirilmiş bulan siyah kadınların hikayelerini araştırıyor. Geçen yıl, 19. Ek Madde değişikliği için yaklaşan kutlamalar konusu gündeme geldiğinde, diğer tarihçilerle yaptığı bir sohbette, Jones, bu tür ritüellerin gerektirdiği “efsane oluşturma ve aklama refleksine” boyun eğmemeleri konusunda onları uyardı. Zaman zaman “Öncü“, Jones’un kuşkuculuğuna neden olan, siyah kadınların “tüm insanlığa hizmet etmek“ için uğraştığı, ya da “tüm insanlığı rahatsız eden şeyin tedavisini” amaçladığı gibi nakaratlarla toptancı bir söyleme kayıyor.” Ama çoğunlukla, hikayenin tüm kıvrımları ve karmaşıklığı ile ortaya çıkmasına izin veriyor.
Kitabın giriş bölümünde, kocası ve dört çocuğuyla Greensboro, Kuzey Carolina’ya 1926’da gelen büyükannesi Susie de dahil olmak üzere, kendi ailesindeki kadınlar üzerine dokunaklı bir şekilde yazıyor. Susie, kendisinden önce annesi ve büyükannesinin olduğu gibi, “Oy sandığına ulaşan labirentte gezinmek için öğrenme, statü ve yeterince kavrayışa” sahip bir kadındı. Ancak Jones, Susie’nin yeni kazandığı oy hakkını kullanıp kullanmadığını öğrenebileceği kayıtlara hiçbir zaman ulaşamadı. Yine de Jones’un The Times için yakınlarda yazdığı bir makalede değindiği gibi: “Büyükannem için 19. Ek Madde değişikliği sadece bir başlangıç noktasıydı.”
Jennifer Szalai The New York Times kurgusal olmayan kitaplar eleştirmenidir. Kendisini twitter hesabı @jenszalai’den takip edebilirsiniz.
Bu makale The New York Times’da yayınlanan İngilizce orijinalinden Türkçeye çevrilmiştir.
Çeviren: Irmak Gümüşbaş
[1] 19. ve 20. yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nin güney eyaletlerinde çıkartılmış ırk ayrımcı yerel yasalar.
[2] “Temsil yoksa vergi de yok”, 1750 ve 1760’larda, Britanyalı kolonicilere karşı On Üç Koloni’de ortaya çıkan ve Amerikan Devrimi’nin başlıca sebeplerinden biri olan slogandır.