“Devrim yapmak suç değildir.”[1]
Zor günlerden geçiyoruz evet; ancak her şey çifte sömürü altındaki kadınlar için daha zorken; süreç kadınların çifte su verilmiş mücadelesini daha da çelikleştiriyor; Maksim Gorki’nin, “Kadınların katılmadığı bir mücadele başarıya ulaşamaz,” saptamasını doğruluyor.
Albert Caraco’nun, “Erkekliğin bizi götürdüğü ve asla geri dönülmeyecek kâbustan bizi dişilik kurtaracak, çünkü erkek, ölümün eşidir ve ölüm, erkeğin yoluna yordamına öncülük eder”; Doris Lessing’in, “Asıl devrim, kadının erkeğe karşı yaptığı devrimdir,” deyişlerindeki üzere!
Kadınlar mücadelenin ön saflarına çıkıp, tarih yazarak, yapıyorlarken; hepimize şunu anımsatıyorlar:
“Karanlık zamanlarda yarasalar gibi geceleyin uçma riskini göze alacak kadar yetenekli olalım.
Karanlık zamanlarda her gün yutmak zorunda bırakıldığımız yalanları kusacak kadar sağlıklı olalım.
Karanlık zamanlarda hem yalnız kalabilme hem de birlikte olabilme riskini alacak kadar yürekli olalım.
Karanlık zamanlarda haritaların ve zamanın sınırlarına inanmadığımız için güzellik ve adalet iradesi olan herkesin hemşehrisi ve çağdaşı olabileceğimizi bilecek kadar olgun olalım.
Karanlık zamanlarda bütün aksi kanıtlara rağmen insanlık durumunun bu zahmete değer olduğuna inanmayı sürdürecek kadar inatçı olalım.
Karanlık zamanlarda ‘deli’ denilecek kadar deli olalım.
Karanlık zamanlarda vicdanımıza ve sağduyumuza aykırı emirler aldığımızda itaat etmeyecek kadar akıllı ve haysiyetli olalım.”[2]
Elbette bu(nlar) kolay olmadığı gibi, “doğrusal” bir hatta ilerlemiyor. Hem de Karl Marx’ın, “Özel mülkiyetin egemen olduğu yerde, insanların ilişkisi ve kadın erkek ilişkisi bir ticarete dönüşür!” vurgusundan mülhem tabloda “Ailede, erkek burjuvadır; kadın da proleter rolü oynar”ken![3]
* * * * *
Burada bir “kadın olmak” hâline dair bir parantez açmalı…
Kadın -çağlar boyu- var eden, yaratıcı bir dinamik. Örneğin, “Kadınların pek az malın sahibi olmalarına izin verildiği çağda kitap sahibi olurlardı ve onları oğullarından çok kızlarına miras bırakırlardı…”[4]
Israr, tutku, kararlılık kadın mücadelesinin vazgeçilemez unsurlarındanken; buna en iyi örnek diktatörlüğe karşı mücadelelerini hayatları pahasına sürdüren Mirabal kardeşlerden Maria Teresa Mirabal’ın, “Belki de bize en yakın şey ölüm fakat bu beni korkutmuyor, haklı olan her şey için savaşmaya devam edeceğiz”; Minerva Argentina Mirabal’ın, “Bunca acıyla dolu ülkemiz için yapılacak her şeyi yapmak bir mutluluk kaynağı, kollarını kavuşturup oturmak ise çok üzücü”; Patria Mercedes Mirabal’ın, “Çocuklarımızın, bu yoz ve zalim sistemde yetişmesine izin vermeyeceğiz. Bu sisteme karşı savaşmak zorundayız. Ben kendi adıma her şeyimi vermeye hazırım gerekirse hayatımı da,” satırlarıdır!
Kendine dayatılan ataerkine karşı itirazın “olmazsa olmaz” mücadelesidir kadınınki; “Her kadın bir isyancıdır, genellikle de kendine karşı şiddetle başkaldırır.”[5]
Örneğin kapitalizm koşullarında “Kadını bir köpek gibi eğlenme amaçlı görenler burjuvalardan başkası değildir.”[6]
“Ev yönetimi, kamusal karakterini yitirdi. Bu iş artık toplumu ilgilendirmiyor; bir özel hizmet hâline geldi; toplumsal üretime katılmaktan uzaklaştırılan kadın, bir baş-hizmetçi oldu.”
“Modern karı-koca ailesi, açık ya da gizli, kadının evcil köleliği üzerine kurulmuştur,” diyen Friedrich Engels’e ekler V. İ. Lenin:
“En kötüsü de, mutfak ve evin en kirli işlerini, önemsiz, zor, yorucu ve ruhu yıpratan işleri, genellikle tek başlarına yapanlar, kadınlardır.”[7]
“Kapitalizmde kadın ‘ev kölesi’dir, yatak odasına, çocuk odasına, mutfağa hapsedilmiş köledir.”[8]
Bu güzergâhta iki nokta öne çıkar:
İlki “Hiçbir kapitalist devlet, en özgürü bile, kadınların tam hak eşitliğini tanımıyor,”[9] olmasıyken; ikincisi de “Kadın ve işçinin ortak yönleri vardır; ikisi de ezilmiştir,”[10] tespitidir.
Maya Angelou’nun, “Ne zaman bir kadın kendisi için ayağa kalksa, aslında tüm kadınlar için ayağa kalkar,” vurgusu ekseninde bunlar böyleyken; çifte sömürü altındaki kadın(lık) hâlinin aşılabilmesi yolunda atılabilecek kalıcı adım özel mülkiyet ilişkilerini ilga eden sınıfsal devrimdir.[11]
Gerçekten de “Biraz tarih bilen herkes, büyük toplumsal devrimlerin kadınsal maya olmaksızın gerçekleşmeyeceğini de bilir,”[12] gerçeğinin altını ısrarla çizen V. İ. Lenin ekler:
“Devrim kadının mutfaktan çıkıp ülke yönetmesidir.”
“Kadınları; toplumsal hizmete, milise, siyasal alana sokmadan, onları köreltici ev ve mutfak ortamından çekip çıkarmadan, gerçek özgürlük güvence altına alınamaz.”[13]
Evet Emmanuil Kazakeviç’in ifadesiyle, “Bir devrim ancak kadınlar tarafından desteklenirse, kadınlar da onun içinde rol alırsa başarıya ulaşabilir”ken; en önemlisi de Inessa Armand’ın, “Eğer kadının kurtuluşu sosyalizm olmadan hayal bile edilemiyorsa, sosyalizm de kadının tam kurtuluşu gerçekleşmeden hayal dahi edilemez,” uyarısıdır!
* * * * *
Tarih aktardıklarımın kanıtlarıyla doldur.
Mesela “İktidardaki namussuz adamlar zararlıdır,” diye haykıran Paris Komünü’nün Kadın Alayları komutanı Louise Michel’den çok önce Tahiri’nin hikâyesi tarihe kaydedilmiş sarsıcı bir gerçektir…
1848’de Elizabeth Cady Stanton ve Lucretia Mott isimli iki kadın öncülüğünde New York-Seneca Falls’ta üç yüze yakın kadın ve erkek toplanır. Kadınlarla erkeklerin eşit yaratıldığını haykıran bildiri, yüz katılımcı tarafından imzalanırken; birkaç bin mil ötede İran’da tek bir kadın bütün doğuya başkaldırmaktadır. Doğduğunda (1817/1820?) adı Fatima Baraghani’dir.
Kaçar Hanedanı’nın kadınları baskı altına aldığı İran’ın Kazvin kentinde yüksek din bilginlerinden oluşan bir ailede doğmuştur. Babası Molla Muhammed Salih’dir. İki amcası vardır: Molla Taghi ve Molla Ali. Tüm aile bireyleri İran’ın önemli din düşünürleri arasındadır. Fatima, babasının desteğiyle çok iyi bir eğitim alır. Zekâsı nedeniyle ona Zerrin/Altın Tac diye hitap eder, erkek öğrencilere verdiği dersleri dinlemesine de izin verir.
Seyyid Kazım Rashti’nin kitaplarını adeta yutar ve onunla mektuplaşmaya başlar. Öğrenmek istediği, izledikleri yolun kadınlar hakkındaki düşünceleridir. Verilen yanıtlar onu cezbeder. Kendi düşüncelerini de paylaşır. Rashti de ondan etkilenir. Fatima’ya “Kurret’ul Ayn” diye seslenir. “Göz Nuru” demektir.
Rashti’nin yolundan giden Muhammed Ali Mehmet Bab ile tanışır. Toplumdaki kirlenmenin önüne geçmek isteyen Bab, çevresine şeriatın görünüşünden çok, anlamına odaklanmalarını öğütlemeye başlamıştır. Fatima onun yoluna katılır. 23 Mayıs 1844’te Babilik olarak anılacak hareketin neferi olur. Pek çok kadını yanına çeker. İnsanlara iyi olan her şeyi yapmalarını her türden kötülükten kaçınmalarını öğütler. Hepimiz kardeşiz, der. Mallarınızı aranızda paylaşınız, cümlesi de ona aittir.
Yıl 1848. Badasht Konferansı. Fatima’nın sözü, şiiri değil eylemi vardır. Kalabalığın önünde peçesini çıkarıp atar. Onu izleyen erkekler dehşete kapılır, kaçışır hata biri korkudan kendi boğazını keser. Bab ise desteğini göstermek için ona Tahire adını verir. Tahire; saf, pak demektir.
Birlikte Mazandaran kentine kaçsalar da Tahire yakalanır. İran Şahı Nasır-ül Din’in ona olan duyguları karışıktır. Nefret mi, hayranlık mı bilemez. Girdiği yoldan dönmesini ister, evlilik de teklif eder. Tahire yolundan yine dönmez.
Tahran’da Mahmud Han’ın evinde ev hapsine alınır. Dört yıl süren bu tutukluluk günlerinde, ev onu görmeye ve dinlemeye gelen kadınlarla dolar. O da çok eşliliği, peçe de dahil kadınlara uygulanan kısıtlamaları açıkça kınamayı sürdürür. Büyük saygı görür. Batılı gazetelerde isminin dillendirilmesi de bu dönemde olur. Duyulan saygı öyle büyüktür ki İranlı din adamları, mahkeme üyeleri onun düşüncelerini çürütmek amacıyla onunla birlikte yedi konferansa katılırlar. Tahiri’nin savlarını çürütemezler. Onu kafir ilan ederler. Ölüm fermanını yazarlar.
1852 Ağustos’unda bir gece, hükümet muhafızları Tahiri’yi evinden zorla çıkarır, infaz kararını açıklarlar. Tahiri gelin kostümünü giyer, parfümünü sürer, dualarını eder ve Mahmut Han’ın elini öper. Han’ın küçük oğlu bahçeye kadar Tahiri’ye eşlik eder, boğulmayı seçtiği için ona ipek beyaz bir mendil verir. Tahiri, Tahran yakınlarındaki İlkhani bahçesine götürülür. Kendi peçesiyle boğularak öldürülür. Cesedi sığ bir kuyuya itilir ve üzerine taşlar atılır. İnfazında doğum kayıtları da yok edilir. Son sözü mücadelesinin özetidir: “Beni istediğin kadar erken öldürebilirsin ama kadınların özgürleşmesini durduramazsın.”[14]
Tıpkı yine İran’da “Dünya boşunalığa gebe kalmış ve zulmü doğurmuştur… Kendi varlığımın sesi olayım dedim, yazık ki kadındım,” diyen Furuğ Ferruhzad’da bir diktatörlük koşullarındaki var oluşu gibi… Bugün İran’da örtülerinden sıyrılan kadınlar, Tahire’nin, Ferruhzad’ın başkaldırısını yankılandırıyor…
* * * * *
Sosyalist kadın mücadelesinin doruk noktasıdır; “Kendimi dünyanın her yerinde hissediyorum, nerede bulutlar, kuşlar ve insan gözyaşları varsa orada.”
“İnsan iki ucundan yanan bir mum gibi olmalı.”
“Temel mesele, insan olmak. Bu ise kararlı, dürüst ve neşeli olmak demek. Evet, herkese ve her şeye rağmen neşeli olmak, çünkü sızlanmak zayıfların işidir,”[15] diye haykıran Rosa Luxemburg…
O, kadınların kurtuluşunu sınıf mücadelesinden soyutlayıp, bir kimlik meselense indirgeyenlerden değildi ve asla da böyle yorumlanmaya müsait değildir.
O; “Ceza talep ediyorum. Bugün tok olanlara, sefa sürenlere, milyonların ekmeğini hangi acılarla kazandığını bilmeyenlere, hissetmeyenlere.”
“Sizi budala çakallar! Sizin ‘Düzen’iniz kumdan inşa edilmiştir. Yarın devrim bir kere daha ayağa kalkacak ve trompet sesleri ortasında sizi dehşete düşürerek haykıracaktır: ‘Buradaydım, buradayım, hep burada olacağım’…” duruşunun iradesidir; başkaldıran kadınlara, insan(lık)a verilmiş bir derstir.
Ve 31 Aralık 1918’da, “Sosyalizm uğruna savaş yalnızca kitlelerce, doğrudan kapitalizme karşı, her fabrikada ve her proleter tarafından yürütülebilir. Devrimi kitleler yapmalıdır, tek tek proleterler. Proleterlerin sermayeye zincirle bağlı olduğu yerde zincir kırılmalıdır,” çizgisindeki mücadelesiyle 15 Ocak 1919’da katledilen ölümsüzdür O.
Sonra da, “Eğer erkekler öldürüyorsa kadınların görevi yaşamı savunmaktır,” uyarısıyla müsemma Clara Zetkin…
Ve “Eğer geniş kadın yığınları aynı devrimci sınıf kardeşleriyle ele ele vererek hiç bir tehlikeden yılmadan proletarya devrimi savaşımına, bilinçli olarak katılmazsa, kadınlar tam bir özgürlük ve eşitliğe kavuşamazlar.”
“Kadının özgürlüğü tüm insanoğlunun özgürlüğü gibi yalnızca emeğin sermayenin boyunduruğundan kurtulmasıyla olacaktır. Sadece sosyalist toplumda kadınların işçiler gibi haklarının tam sahibi olması mümkündür,” uyarısı…
* * * * *
“Çevresinde bu kadar çok yoksulluk, haksızlık ve baskı egemenken insan nasıl mutlu olabilir? Bu yüzden devrime katıldım ve komünist oldum,” derken; “Gönül işinin meslek derecesinde aşağılatılmış olmasından daha korkunç ne olabilir?” sorusu ile ekler Aleksandra Mihaylovna Kollontay:
“Ah, eğer erkeğe bağımlı olsaydım, onlardan birini kocam olması ve bana bakması için seçmek zorunda olsaydım, en büyük mutsuzluğum olurdu bu.”
“Proletarya ideolojisi, diğerine boyun eğmeyi, eşitsizliği, aşk ilişkilerinde bile kabul edemez.”[16]
O; kadın mücadelesinde sosyalistlere verilen bir dersken; gündemden düşürülmemesi gereken uyarı ve eleştiridir aynı zamanda; şöyle ki:
“Kadının eşitliği, burjuva ahlâkının temelleri ortadan kaldırılmadan sağlanamaz. Kadının ahlâki tutumunu belirleyen şey, cinsel ilişkiler değil, onun çalışmada, topluma yararlı çalışmada gösterdiği değerdir.”
“Uygarlaşmış ülkelerin çoğunda medeni kanun, kadını erkek karşısında az ya da çok bağımlı duruma getiriyor ve erkeğe, yalnızca karısının mallarını istediği gibi, kullanma hakkını değil, kadın üzerinde maddi ve manevi egemenlik kurma hakkını da veriyor.”[17]
“Mülkiyet düşüncesi, eşlerden birinin diğeri üzerindeki ‘Mutlak Sahiplik’ hakkı, yasal evliliği zehirleyen unsurdur. Gerçekte, ortada çok büyük bir anlamsızlık vardır. Gönülleri yalnızca ender noktalarda birbirine yaklaşabilen iki varlık, karmaşık ‘ben’lerinin her yönüyle birbirine uymaya zorlanmaktadır. Sahipliğin mutlak oluşu, eşlerin sürekli olarak birlikte kalmalarına götürür ve her ikisi için de sıkıcıdır. Artık ‘kendine ait zaman’, kendine özgü irade yoktur. Hatta sık sık, ekonomik bağımlılığın baskısı altında kendine ait bir köşe’ bile bulunmaz. Sabırla sürdürülen birlikte oluş sahip olunan nesne karşısında kaçınılmaz ‘istekler’, ateşli bir aşkı bile umursamazlığa dönüştürür, dayanılmaz ve bayağı sürtüşmelere neden olur.”
“Burjuva toplumu, fazla bireyselce seçim yapan kadını affetmez. Bu da bir çeşit atadan kalma kuraldır; kast törelerinden miras kalan geleneği sürdüren burjuva toplumu, kadının seçim yaparken derece ve sıralan, aile öğütlerini ve aile çıkarlarını hesaba katmasını istemektedir. Kadını aile hücresinden özgürleştirmeyi, onu ailesel erdem ve ödevlerin kapalı dairesi dışında, kendine özgü bir kişi olarak nitelendirmeyi bilmez.”
“Burjuva toplumunda cinsel yaşamın bir yanı evlilikse diğer yanı da fuhuştur. Evlilik madalyonun bir yüzüyse, fuhuş öteki yüzüdür. Eğer erkek evlilikte tatmin olmuyorsa bunu alışıldığı şekliyle fuhuşta arıyor. Evli ama beklediklerini bulamamış erkekler için olduğu gibi, kendi isteğiyle ya da zorunluluktan bekâr kalmış erkekler için de cinsel arzuyu tatmin etmek, kadınlara nazaran çok daha kolaydır.”
“Fuhuş, gönüldeki aşkı söndürür. Fuhuş, normal insan düşüncelerini bozar, ruhu yoksullaştırır ve zehirler. Yaşanmış duyguların getirdiği, kişiliği zenginleştirerek geliştiren tutkulu aşk duygusu yeteneğini, bu en değerli şeyi alıp götürür.”
“Halk, kadın vücudunun satışına karşı boşuna savaşıyordu, çünkü emek gücünün satılmasını önüne geçilmez hâle getiren sınıflı toplum durmaksızın yeni kurbanlar yaratıyordu.”
“Oysa gerçekten özgür olabilmek için kadın, bugünkü biçimiyle zaman aşımına uğramış ve engelleyici ailenin yüklediği ağırlığın zincirlerinden kurtulmak zorundadır. Kadın için ailesel sorunun çözümü, ekonomik bağımsızlığın tam olarak elde edilmesi ve siyasal eşitliğin kazanılmasından daha az önemli değildir.”[18]
* * * * *
Ulrike Marie Meinhof; Marksist-Leninist, entelektüel müthiş bir kadındı; militanlığını devrimci öfkesinden beslerken…
O, düzen içiliği eleştirerek; protestoyu değil, direnişi ve şiddeti mücadelenin merkezine almayı savunan tarz-ı siyasetten yanaydı: “Sokak eğlencesi zamanı geçti,” diyerek; protestoya ve yasalcılığa karşı net duruşunu ortaya koyandı…[19]
Demokratlara ve legal yollarla sosyalizme ulaşmaya çalışanlara; “Son kertede gördük ki, dünya değişmiyor; hatta yıkılıyor,” vurgusuyla protestonun ötesinde harekete geçmenin gerektiğini ifade edendi…
15 Haziran 1972’de Ulrike Meinhof polis tarafından yakalanır. Dört yıl boyunca tecritteki hücresinde yalnız başına bırakılacaktır. 1976’ya gelindiğinde Alman devleti tarafından intihar süsü verilerek hücresinde katledilir.
Geriye mücadelesi ve kızlarına yazdığı mektuplarından birinde sarf ettiği o meşhur cümle kalır: “Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim”.
Onun için üzgün olmak pasiflik ve çaresizlik demekken, öfkeli olmak her zaman bağrında bir patlamayı ve hareketi taşır. Onun “protestodan direnişe” dediği şey, sanırım “üzgünlükten öfkeye” geçişin ta kendisiydi.[20]
Ondan kalan satırlarındaki gibi; hatırlayın, hatırlatın:
“Cumartesi gecesi, bir restorandaki masanızda çeşitli yabancı menülerle ve budala ama bağıran müzikle küçük gülücükler, aptal tebessümlerle baştan çıkartan bir kadın olarak sunulmayı istemiyorum.”
“Direnen kadınlar tabi ki güzeldir… Tabi ki cumartesi gecesi şeffaf giysili kadınlarından olmayacağız.”
“Güzel de değiliz çirkin de. Öfkeliyiz. Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı tercih ederim.”
“Beni bu akvaryuma kapatmanızın tek nedeni var… Hayır, sizin yaşamınızı onaylamıyorum.”
“Ben şahsen bu ülkede yaşanan şeylerin çoğunun öyle uzun boylu tahliller gerektirmediğine kani oldum.”
“Bizim, kahve masasının etrafında toplanıp antiemperyalist savaş oynayan bu gevezelerle hiçbir işimiz olmaz.”
“Eylemsiz sol gevezelik halkın bu kesimlerine hiçbir şey veremez. Halkın buna karnı tok.”
“Şunu açıkça kavramalısınız ki, devrim bir Paskalya Yürüyüşü olmayacak. Ki domuzlar, bütün araçları sonuna kadar kullansa da ama hepsi bu kadar, daha ileri gidemeyecekler.”
“Şunu açıkça kavramalısınız ki, emperyalizmin sosyal demokrat pisliği, senatodan gençlik dairesine kadar her yere sızmış olabilir ve sizi elinde oynatmak, aldatmak, gafil avlamak, tuzağa düşürmek, korkutmak, savaşmadan ortadan kaldırmak gibi her türlü domuzluğu yapmaya hazırdır.”
“Çelişkileri sivriltmek için Kızıl Ordu’yu inşa ediyoruz. Kızıl Ordu’yu inşa etmeden bütün çelişkiler ve fabrikalardaki, mahallelerdeki siyasi çalışmalar boşa çıkacaktır ve reformizmin yargısıyla mahkûm edilecektir. Bu sadece halkı mahveder, ama halkı mahvedeni mahvetmez!”
“Silahlanmayan ölür, ölmeyenlerse canlı canlı cezaevlerine, ıslahevlerine, toplu konutların kasvetli betonlarına gömülür.”
“Eğer bir insan kendini savunmuyorsa, ölür. Eğer ölmezse, diri diri gömülür.”
“Açıktır ki başka türlü ilerleyemediklerinde silahlarına, göz yaşartıcı bombaya, el bombasına sarılacaklardır. Ve tabii ki, hapishaneler siyasal tutsaklar için ağırlaştırılacak.”
“Eğer bir kişi taş atarsa, bu cezalandırılması gereken bir davranıştır. Eğer yüzlerce kişi taş atarsa, bu, politik bir eylemdir.”
“Köleler, özgür olmak isteyenlerden nefret ederler.”
“Sınıf savaşını yükseltin. Proletaryayı örgütleyin.”
* * * * *
Ve Emma Goldman…
“Oy hakkı, eşit sosyal haklar çok güzel talepler olabilir, ancak esas özgürleşme, ne oy sandıklarında ne de mahkemelerdedir. Özgürleşme, kadının vicdanında başlar.”
“Özgürleşme, kadının benliğinde başlar.”
“Bir gün, bir gün gelecek, kadınlar ve erkekler isyan edecekler.”
“Kadın tanrının, devletin, kocasının, ailesinin bir kulu olmaya karşı çıkmalıdır.”
“Kadının gelişimi, bağımsızlığı özgürlüğü kendisinden gelmelidir.”
“Kadın, hiçbir yerde yaptığı işin niteliğine göre muamele görmüyor fakat cinsiyetine göre yargılanıyor.”
“Kadın; ilk olarak kendisini bir seks objesi değil, bir kişilik olarak ortaya koymalıdır.”
“Aşkın ölçütleri para, sosyal konum ve mevki olarak görüldüğü sürece, fahişelik kaçınılmazdır.”
“Fahişeliğin başlangıcı dini menşelidir.”
“Kadının para için evlenmesi fahişeye kıyasla gerçek ahlâksızlıktır.”
“Kilise ve toplum öyle kabul etsin ya da etmesin aşkla değer almamış doğal olmayan bütün birliktelikler fahişeliktir.”
Ve nihayet “Kadının hakiki kurtuluşu yeryüzü üzerine yerleştirilmesinden, yani insan olarak görülmesinden geçer,” derken; neyin ne ve nasıl olduğunu yeterince net anlatmaz mı?
* * * * *
“Kadın doğulmaz, kadın olunur!” derdi Simone de Beauvoir şunları da ekleyerek:
“Nasıl olur da insan kendine uygun gördüğü rol uğruna, kendini ortadan kaldırır?”
“Kurtulmak için bir başkasına bel bağlamak, yıkılmanın en güvenli yoludur.”
“Sadece erkek değildir kadını ezen. Kadın da kendi hayatından sorumlu olmaktan vazgeçerek kendi kendini eziyor.”
“Anne karnındaki yumurtayla ilgilenen toplum, doğan çocukların yüzüne bile bakmaz.”
“Niye çoğu kez, bazılarının zevki, başkalarının gözyaşlarıyla son bulur?”
“Evlilik geleneksel olarak kadınlara sunulmuş tek gelecektir. Birçok kadın ya evlidir, ya bir zamanlar evlilik geçirmiştir ya da evli olmadığı için acı çekiyordur.”
“Evliliğin, bir erkeğin hayatını kısıtladığı çoğu zaman doğrudur… Ama kadınınkini sona erdirir.”
“Kadını götürüp mutfağa ya da süslenme odasına kapatıyor, sonra da ufkunun darlığına şaşıyoruz; kanatlarını kesiyoruz, sonra uçamıyor diye yakınıyoruz.”
“Aşkın sadece seni seviyorum demekten fazla bir şey olduğunu, gerçeği söylemeye çalışmanın da aşk olduğunu hissedebiliyor musun?”
“Yaşamayı sürdürmek sadece nefes almayı sürdürmek değildir. Kimse kayıtsızlıkla yaşamayı beceremez; bazı şeyleri seversin, bazılarından da nefret edersin; öfkelenir ya da hayranlık duyarsın. Bu, yaşamın değerlerini kabullendiğinin bir kanıtıdır.”
“Ölüme, sonrasını hiç merak etmeyecek kadar köktenci bir inancım var.”
“İnanmadığım bir tanrıya kızamam.”
* * * * *
“Üstlenmeye hakkım olan tek sorumluluk, her zaman doğru olduğunu düşündüğüm şeyi yapmaktır.”
“İnsanın kendine saygısını yitirmeden aç kalması, kölelikte yediği ekmekten daha yeğdir.”
“Dünün üzüntüleri ve yarının endişeleriyle donatılmış bir kişiden, bugün için bir şey bekleme.”
“İnsanların sonuçları düşünmeksizin çoğunluk görüşüne itaati insanın basitliğidir.”
“Ben siyaset ve savaş üzerine çalışmak zorundayım ki çocuklarım matematik ve felsefe üzerine çalışabilsinler,”[21] saptamalarıyla müsemma Hannah Arendt, totalitarizme “Hayır” diyen mücadeleci liberal bir kadındı. Şu saptamaları unutul(a)maz:
“Totaliter rejimler, tabanlarını ahlâksızlaştırarak kendi suçlarına ortak ederler.”[22]
“Totaliter rejimlerde memurlar liderlerinin sadece emirlerini değil, niyetlerini de uygular.”[23]
* * * * *
Kadın(lık)ın konumunu, “Savaşın cazibesinden söz açılınca kadınların kapıldığı irkilme duygusu erkeklerinkiyle aynı olabilir miydi?” sorusuyla yerli yerine oturtan Susan Sontag kadar etkileyici bir diğer isim de “Bir hayaleti öldürmek, hakikâti öldürmekten çok daha zordur,” diye haykıran Virginia Woolf’tur.
“Bir kadın olarak benim ülkem yoktur. Bir kadın olarak bir ülke de istemiyorum. Bir kadın olarak tüm dünya benim ülkemdir,” vurgusuyla müsemma Ona göre, “Kadının varlığına katlanamayan zihniyet; elbette onun yazmasına, okumasına, düşünmesine de karşıdır.”
“Başkalarının gözleri bizim zindanlarımız; başkalarının düşünceleri bizim kafesimiz.”
“Öz güven olmaksızın özenle korunan bebekler gibiyiz.”
“Yaşamdan kaçarak huzur bulamazsın.”
“Ne hoş bir güzelliği vardır, hafif adımlarla, dünyadan gülümseyerek geçenlerin! Kimseye bir kötülüğü dokunmadan yaşayanların. Onurlu bir yaşamı seçenlerin.”
“Gerçeklik, sesini duyurabilmek için mantıkla dile getirilmelidir.”
“Kısaca ve açıkça, kişinin olduğu gibi görünmesinin her şeyden daha üstün sayılacağını söylüyorum.”
“Benim aklımın özgürlüğüne vurabileceğiniz hiçbir kilit, hiçbir kapı, hiçbir sürgü yoktur.”
“İsterseniz kitaplıklarınıza kilit vurun; ama zihnimin özgürlüğüne vurabileceğiniz ne bir kilit var ne de bir sürgü, ne de kapatabileceğiniz bir kapı.”
“Eğer kendiniz hakkında gerçeği söylemezseniz, başkaları hakkında da söyleyemezsiniz.”
* * * * *
Ve “Kadın hareketi sınıf mücadelesiyle bütünleştirilmelidir,” vurgusuyla “Kişiler hakkında nasıl mı karar vereceksin? Hayatlarına bakarak. Bir insan, yaşadığı hayatın insanıdır.”
“Sömürülüyor olmak başka şeydir, sömürge olmak başka şeydir.”
“Bu sistemde insanların yaşamında ancak ‘mutlu anlar’ olabilir. Mutluluğun sürekli bir hâl alabilmesi için daha çok yol almamız gerek. Ütopyamıza doğru,” diyen, unutulmazlardan Behice Boran…
Sonra 12 Eylül faşizminin Metris Askeri Cezaevi’nde defalarca çıplak aramaya maruz bırakılan Reha İsvan’ın anlattıkları:
“İçeriye girmeden önce duymuştum. Tutukluları soyuyorlar diye. Hatta tutuklu bir profesör rica etmişti: ‘Bana kimse görüşe gelmesin; görüşlerden önce ve sonra anadan doğma soyuyorlar, her yanımızı arıyorlar, onuruma dokunuyor’ diye… Ben de oradan biliyorum soyduklarını.
Bana ilk soyun dediklerinde… İnanmadım. Yanlış duymuş olmalıyım, diye düşündüm. Neden soymak? 18 yaşındakinden 60 yaşına kadar? Ne aramak için? Arama bahane, amaç eziyet etmek. Beni bir günde, anadan doğma altı kez soydular…
Ama 60 yaşındaki kadını soysan ne olacak. Kapıdaki erkekler bile benim evladım sayılır dedim…
Beni birkaç kere daha soydular. Baktılar ki, ben hiç etkilenmiyorum, vazgeçtiler çıplak aramadan…”
Ve 12 Eylül faşizminin bütün cezaevlerinde işkenceler devam ederken, işkenceler arasında mahkemelere gidip gelirken Reha İsvan’a yargıcın söylediği bir söz aklından çıkmayacaktı.
“Savaş hâli uygulaması içinde sanığın lehine olan her şeyin göz önünde tutulması diye bir şey yoktur.”
Reha İsvan, tahliye olmadan birkaç saat önce 27 Şubat 1986’da mahkeme heyetine şöyle diyecektir:
“Ben hiçbir zaman tahliye istemedim. Ben zaten özgürüm. Özgürlük mekânla sınırlı değildir. Özgürlük bilinçle ilgili bir şeydir.”[24]
Ve “Ben bir sosyalistim. Hiçbir zaman tersini söylemedim ve yapmadım. Sosyalist siyasetin ve mücadelenin, kimlik temelli değil, sınıf esaslı olarak benimsenip sürdürülmesi gerektiğine inanıyorum. Mücadele sınıf pusulasından vazgeçmeyen bir çizgide ilerlemeli,”[25] ısrarının Seyhan Erdoğdu’su…
Sonra da “Bazı insanlar vardır hayata karşı duruşlarına dair bir tanım yapmak istediğinizde, içinde direnç, azim, cesaret, özveri, hak-hukuk, hakkaniyet gibi sözcükler olmaksızın bir cümle kuramazsınız. Kurulacak cümleler uzun soluklu ve geniş zaman kiplemelidir. Cümlelerde zaman zordur, mekân dardır, zorda kalanların başvuru adresi bu cümlenin öznesidir hep.
Adı geçtiğinde selam çakılacak bir aydından, bir insan hakları savunucusundan, örnek bir mücadele insanından Eren Keskin’den söz ediyorum,”[26] dedirten kararlı, vazgeçmeyen ısrar…
İnsan hakkı ihlâlleriyle mücadeleye adanmış bir ömür Onunkisi. İnsan Hakları Derneği’nde uzun yıllar yöneticilik yaptı. Sadece mağdurları mahkeme salonlarında savunmakla kalmadı, aydın kimliğiyle de en zor dönemlerde bile lafı evirmeden çevirmeden direkt adrese teslim etmek üzere yazdı, konuştu, itiraz etti. Bu yüzden her dönem hedefte oldu ama susmadı. Hakkında 200’lere varan rekor sayıda davalar açıldı. Gözaltılar yaşadı, cezalar aldı, müvekkilleriyle aynı koğuşlarda yattı. Baskılar, tehditler ve saldırılar O’nu hiçbir dönem yıldırmadı.[27]
* * * * *
İşte bu kadınlardır ataerkil kadınlık hâl(ler)ini aşan mücadeleleriyle yol açan…
Selam olsun onlara!
Yazar, aktivist. 1954, Kale Mahallesi / Çorum doğumlu. Baba adı Kemal, anne adı Necla’dır. Eserlerinin çoğu Sibel Özbudun ve diğer yazarlarla birlikte kaleme aldığı kolektif çalışmalardır. Kitapları dışında kendisi hakkında yeterli bilgi bulunamayan Temel Demirer, kendisini şöyle anlatır:
“Kendimden söz etmenin pek anlamlı ve “şık” olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm… Ne yazacağımı kestiremedim. Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım… “İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil” diyen(lerden); dünyaya aşağıdan bakan(lardan); kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan); yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan) ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden); sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden); bir afet-i devrana aşık olan(lardan); hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan) ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim… Ve nihayet halen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım.”
N O T L A R
[1] Jiang Qing
[2] Eduardo Galeano, “Karanlık Zamanlarda”, https://www.otekileringundemi.com/alinti-yazarlar/karanlik-zamanlarda-eduardo-galeano-h70708.html
[3] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1967.
[4] Alberto Manguel, Okumanın Tarihi, çev: Füsun Elioğlu, Yapı Kredi Yay., 2021, s.190.
[5] Oscar Wilde, Önemsiz Bir Kadın, çev: Pınar Dua Deveci, İş Bankası Kültür Yay., 2016.
[6] “Kadını kim köleleştirir, kendini gerçekleştirmesini kim engeller, onu kim tabi kılar ve değersizleştirir, kendinden kim koparır, kendi karşısında onu kim böler? Yabancılaştıran aşk mıdır, annelik midir, yoksa gündelik hayatın içindeki ev içi çalışma mıdır?” (Henri Lefebvre, Gündelik Hayatın Eleştirisi 2, çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2013.)
[7] Geçerken anımsatalım: “Mutfak ve evliliğin birbirinden ayrılması, devletle kilisenin ayrılmasından daha az önemli olmayan bir reformdur.” (Aleksandra Kollontai, Marksizm ve Cinsel Devrim, çev: Aysem Göztok, Bilgi Yayınevi, 1974.)
[8] V. İ. Lenin, Karl Marx-Friedrich Engels-V. İ. Lenin, Kadın ve Aile, çev: Öner Ünalan, Sol Yay., 2008, s.206.
[9] Karl Marx- Friedrich Engels-V. İ. Lenin, Marksizm Kadın ve Aile, çev: Öner Ünalan, Sol Yay., 2008.
[10] Karl Marx- Friedrich Engels- V. İ. Lenin, Kadın ve Marksizm, Öncü Yay., çev: Ö. Ufuk, Öncü Kitapevi, 1975.
[11] “Gelecek sosyalizmindir. Yani her şeyden önce emekçilerin ve kadınlarındır.” (August Bebel, Kadın ve Sosyalizm, çev: Sabiha Zekeriya Sertel, Toplum Yay., 1966.)
[12] V. İ. Lenin, Karl Marx-Friedrich Engels-V. İ. Lenin, Kadın ve Aile, çev: Öner Ünalan, Sol Yay., 2008.
[13] V. İ. Lenin, Karl Marx-Friedrich Engels-V. İ. Lenin, Kadın ve Aile, çev: Öner Ünalan, Sol Yay., 2008.
[14] Şaduman Halıcı, “Ortadoğu’nun Işığı Tahiri”, Cumhuriyet Pazar, 6 Mart 2022, s.4.
[15] Rosa Luxemburg, aktaran: Annelies Laschitza, Her Şeye Rağmen, Tutkuya Yaşamak, çev. Levent Bakaç, Yordam Yay., 2010.
[16] Aleksandra Kollontai, Marksizm ve Cinsel Devrim, çev: Aysem Göztok, Bilgi Yayınevi, 1974.
[17] “Kadını, istediği kadar ‘Tanrının güneşi’ gibi (Ahmatova’nın deyimi) sevdiğini söylesin, onun kendisine ‘boyun eğmesi’, ‘ben’ini yadsıması, erkeğin basit bir yansıması olarak ve yalnızca onun aracılığıyla yaşaması için her şeyi yapacaktır. Burjuva kültürünün erkeğe verdiği eğitim işte budur.” (Aleksandra Kollontai, Marksizm ve Cinsel Devrim, çev: Aysem Göztok, Bilgi Yayınevi, 1974.)
[18] Aleksandra Kollontai, Marksizm ve Cinsel Devrim, çev: Aysem Göztok, Bilgi Yayınevi, 1974.
[19] Ulrike M. Meinhof, Protestodan Direnişe, çev: Levent Konca, Sel Yay., 2012, s.130.
[20] Serhat Halis, “Üzgün Olmaktansa Öfkeli Olmayı Yeğlerim”, Birgün Pazar, Yıl:19, No:972, 15 Mayıs 2022, s.3.
[21] Hannah Arendt, Devrim Üzerine, çev: Onur Eylül Kara, İletişim Yay., 2012.
[22] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 3/ Totalitarizm, çev: İsmail Serin, İletişim Yay., 2017.
[23] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 1/ Antisemitizm, çev: Bahadır Sina Şener, İletişim Yay., 2009.
[24] Zeynep Oral, Direniş ve Umut Reha İsvan, Metis Yay., 2013.
[25] Lâtife Metli Türkyılmaz, “Seyhan Erdoğdu: Daima Sosyalist”, Birgün, 14 Kasım 2021, s.14.
[26] Hicri İzgören, “Keskin Bir Hayat”, Yeni Yaşam, 3 Mart 2022, s.11.
[27] Bircan Değirmenci, Keskin Bir Hayat, İletişim Yay., 2022.