Ege Denizi’nin iki kadim ülkesi Türkiye ve Yunanistan’ın ilişkileri yüzyıllar öncesine dayanmaktadır. Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya gelen Türkler kurdukları devletlerle Yunan ülkesine komşu olmuş; savaş, ticaret, kültürel etkileşim gibi ögeler iki toplumun birbirine benzeyen özellikleri barındırmasına sebep olmuştur. Kuşkusuz Türkiye ile Yunanistan arasındaki en önemli ve kritik ilişki Yunanistan’ın “Küçük Asya Felaketi” olarak tanımladığı 1919 – 1922 Milli Mücadele dönemidir. İngiltere’nin “vekalet savaşı” anlayışıyla Anadolu’nun işgal görevini Yunanistan’a vermesi iki ülkenin 3 yıl boyunca savaş halinde kalmasına neden olmuştur. Milli Mücadele’nin Yunan ordularını tasfiye ederek yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni kurması sonrası ikili ilişkiler yumuşama eğilimi göstermiş, özellikle 1930’lu yıllarda Avrupa’da Almanya ve İtalya’nın başını çektiği irridentist ve yayılmacı ülkelerin tehditleri karşısında “iş birliği” temeline oturmuştur. Bu yazı 1930’lu yıllardaki Türkiye Cumhuriyeti ve Yunanistan ilişkilerine odaklanacaktır.
İki dünya savaşı arası genç Türkiye Cumhuriyeti için önemli bir dönemi teşkil etmektedir. Lozan’da Batı ile olan ilişkilerini hukuki temele oturtarak çoğu sorununu çözüme kavuşturan Türkiye, jeopolitik konumunu da dış politika stratejisinde oldukça akıllıca kullanmıştır. Türk tarihçiliğinde kabul olunan “Tarihi düşman Rusya”, “tek ülkede sosyalizm” ve kalkınma hamlesiyle iç düzenini konsolide etmeye odaklanmışken Türkiye doğu sınırını güvenceye almanın rahatlığını hissetmekte idi. Yanı sıra, Musul sorunu da her ne kadar Türkiye’nin aleyhine de sonuçlanmış olsa, İngiltere ile olan ilişkilerin düzelmesi ekonomik ve sosyal devrimleri gerçekleştirmeye çalışan, bu devrimlerin finansmanı için sermaye arayan yeni Türkiye’nin öncü kadroları için olumlu bir tablo oluşturmakta idi. Türkiye Cumhuriyeti’nin öncü kadroları, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan Avrupa haritasında “statüko” tarafında hizalanarak başta Almanya ve İtalya olmak üzere tüm dünya barışına potansiyel tehdit oluşturan “revizyonist” cepheye katılmamış, bu nedenle de İngiltere, Fransa, ve Sovyetler Birliği gibi güçlü ülkelerle olan ilişkilerini sağlam bir temele oturtmaya başlamıştı.
İki dünya savaşı arasındaki Yunanistan tarihi kabaca incelendiğinde ciddi bir siyasi istikrarsızlık, ekonomik çöküntü, sosyal kargaşalar, asker darbeler, kralcı ve cumhuriyetçi kamplaşması, ve derin bir toplumsal huzursuzluk göze çarpaktadır. “Megali İdea’nın iflası, “Küçük Asya Felaketi” Yunanistan’a tarfiszi bir kaos olarak geri dönmüş ülke uzun yıllar istikrarsızlığa batmıştır
1930’lu yıllarda gerek Türkiye gerek ise Yunanistan Avrupa’da yükselen irridentist, yayılmacı, şoven faşist rejimlerin tehlikesini deyim yerinde ise enselerinde hissetmeye başlamıştır. İtalya’da Mussolini’nin iktidara gelmesi, İtalya’nın Akdeniz’de egemen bir devlet olma hayali diğer yandandan da Bulgaristan’ın “revizyonist” kampta yer alma eğilimi bölgesel olarak ciddi bir tehdit potansiyeli barındırmakta ve bu durum her iki ülkenin çıkarlarına ters düşmekteydi. 1928 yılında iktidara yeniden gelen Venizelos, önceki saldırgan ve yayılmacı dış politikasını terketmiş, barış düzleminde bir politikaya geri dönmüştür. Hem Türkiye Cumhuriyeti hem de Yunanistan deniz silahlanmasının ekonomilerine olan yıkıcı etkiyi tespit etmiş, ekonomik ve sosyal reform projeleri için gerek duydukları ekonomik altyapıyı deniz silahlanmalarına ayırdıkları bütçeleri azaltarak karşılamayı planlamışlardır.
Venizelos ve İsmet Paşa’nın karşılıklı mektupları iki ülke ilişkilerinde yeni bir sayfanın açılmasını sağlamış, 10 Haziran 1930’da iki ülke “Ankara Sözleşmesi”ni imzalamışlardır. Ankara Sözleşmesi, mübadeleden kaynaklı politik ve ekonomik sorunları çözmesi babında oldukça önemli bir yer teşkil etmiştir. Sözleşme, siyasi ayağında mübadele kapsamında kimlerin “yerleşik” olarak sayılacağını çözüme kavuşturmuş, diğer yanda ise mübadil mallarının hangi ölçütlere göre yönetileceğini esaslara bağlayarak konunun ekonomik tarafını açıklığa kavuşturmuştur.
Sözleşmenin imzalanmasını takiben Yunanistan başbakanı Venizelos’un Türkiye ziyareti de önemli bir gelişmeyi teşkil etmektedir. Venizelos İstanbul’daki Fener Rum Patrikhanesi’ni ziyaret etmiş, bu ziyarete Türk tarafı herhangi bir tepki göstermemiş ve Batı dünyasına Türkiye Cumhuriyeti ile Fener Rum Patrikhanesi’nin bir sorunu olmadığı izlenimi verilmiştir. Bilindiği üzere Fener Rum Patrikhanesi ile yeni Türkiye Cumhuriyeti sorunlu ve mayınlı bir ilişki düzlemine sahip olmuş, başta Lozan’da olmak üzere Patrikhane, yeni Türkiye Cumhuriyeti için hep bir potansiyel tehdit olarak algılanmıştır.
Ankara Sözleşmesi ile yükselen ilişkiler 30 Ekim 1930’da imzalanan anlaşmalarla daha kapsamlı bir hal almıştır. 20 Ekim’de imzalanan anlaşma Türkiye ve Yunanistan arasında bir nevi “serbest dolaşım” getirmiş, ve dönemi için oldukça ilerici bir adım olarak kendini göstermiştir. Anlaşma uyarınca 1929’un küresel ekonomik krizinin yıkıcı etkilerinin Ege denizindeki ticaretin canlandırılmasıyla azaltılması hedeflenmiş, yanı sıra mübadele nedeniyle oluşan Türkiye’nin nitelikli iş gücü ihtiyacı için bir çözüm olanağı bulunmuş, yüksek işsizlik oranına sahip Yunanistan için de işsiz sayısının azaltılmasına odaklanılmıştır.
Hem Ankara Sözleşmesi, hem de 30 Ekim Anlaşmaları Türkiye ve Yunanistan arasındaki ikili ilişlerin düzeyini oldukça yükseltmiştir. Bu esnada Yunanistan’da yaşanan iktidar değişikliği ilişkilerin olumlu seyrine etki etmemiş Venizelos’tan iktidarı devralan Çaldaris dönemi “1933 Samimi Anlaşma Belgesi”ni barındırması bakımından çok önemli bir yer teşkil etmektedir. Belgenin özü revizyonist kampta yer alan Bulgaristan’dan gelebilecek bir tehdide karşı iki ülkenin birbirlerine güvence vermesini oluşturmaktadır. İki ülke Samimi Anlama Belgesi’nde birbirlerini ilgilendiren konularda karşılıklı danışma kurumunu kullanmayı, uluslararası toplantılarda ortak çıkarlar temelinde hareket etmeyi kararlaştırmıştır.
Venizelos’un Atatürk’ü Nobel Barış ödülüne aday göstermesi iki ülke ilişklerinin 1919 – 1922 döneminden beri ne derece nitelikli iyileştiğini göstermesi bakımından oldukça önemli bir örnek teşkil etmektedir.
Balkan Paktı Türkiye Cumhuriyeti ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin 1930’lardaki sürekli yükselen seyrin göstermesi bağlamında en kritik ve kanımızca önemli sonucunu oluşturmaktadır. Her iki ülkenin iktidar sahipleri tarafından temeli oluşturulan Balkan Paktı yaklaşan İkinci Dünya Savaşı öncesi Avrupa’da başlayan yayılmacı tehditlere karşı Balkanların güvenliğini sağlamak ve revizyonist Bulgaristan’dan gelebilecek herhangi bir tehdidi bertaraf etmek üzerine oluşturulmuş bir bölgesel ittifak olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yukarıda kısaca değindiğimiz süreçlerden yaptığımız çıkarım özetle şu şekildedir; her iki ülke Birinci Dünya Savaşı sonrası kendi iç meselelerine odaklanmış, enerjisini ekonomik ve sosyal gelişme için harcamayı hedeflemiş, bölgesel bir gerginlik ve savaş halinden ihtiyatla kaçınmış, reel politik gerçeklerle makul ve mantıklı bir dış politika uygulamışlardır. Kuru milliyetçi ezberlerle, hamasi ve populist politikalardan her iki devlet ciddiyetle kaçınmış, sonuç olarak 1930’lu yıllar iki ülke için barış dolu bir dönemi getirmiştir.
1980 yılında İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Ünibersitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı lisans mezunudur. MEF Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nden Özel Hukuk yüksek lisansını geçtiğimiz yıl tamamlayan Buğra Konuk, bu yıl da Yeditepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitisu’nde tarih yüksek lisansına başlamıştır. Sağlık sektöründe orta kademe yönetici olarak çalışmaktadır.