İnsanın kendisini oluşturması, kendisini ve diğer insanları tanımasından geçer. İnsan doğar doğmaz “Ben’i” keşfeder. Anne karnındayken bebeğin tüm ihtiyacı bir çaba hareketine girmeden karşılanır. Bu durum doğduktan sonra da devam eder ta ki çocuğu annenin sütten kesmesine kadar. Burada çocuk “Sen” diye bir kavram ile karşılaşır çünkü o ana kadar her ihtiyacı her ses çıkarttığında yerini bulmuş ve o zamana kadar “Ben” kavramı ile kendi varlığı sayesinde başkasını (Annesini veya yakın bebeğe bakan kişi) var ettiğini düşündürtmüştür. Anne yani bebeğe göre “Sen” yani kendinden başkasının varlığı, onun da kendi isteğine göre davranabileceğini, istediği an süt içemeyeceğini anladığı an öğrenmeye başlar.
Bebekte oluşan sahiplik anlayışı, annesinin memesinden beslendiğini ve o süt sayesinde yaşamda kaldığını sezerek başlar. Annenin ona ait olduğunu ve ona bakıp verip, servis etmesi gerektiği bilgisi ile donanır. İnsanın bu hayatta birincil amacı yaşamda kalma bilincidir. Her hareketin temelinde bu bilinç yatar. Yaşamını sürdürebilmesi için de doyması gerekir. Güvenliği de sağlandıysa, yaşamını sürdürebileceği bilgisini de edindikten sonra büyüyen ve anneden bağımsız bir birey olduğunu anladığında annenin onayının arayışına girer. Bunu da anneden bağımsız her yaptığı harekette ona bakarak onaylanma hareketi bekler. Eğer anne onaylar ise çocuk güvenli, sağlıklı bir ilişki kurmaya başlar.
Çocuk anne veya yakın bakıcısı tarafından ilgiyi veya onayı bulamaz ise eksikliğini duyduğu konuların bir sahtesini yaratmaya başlar. Buna Telafi mekanizması denir. Misal, fakirler ise çok zengin olduklarını veya annesi ilgisiz, sorunlu bir kadınsa, arkadaşlarına annesinin “Müthiş duygusal, düşünceli bir anne olduğunu” anlatma eğilimine girebilir. Böyle kişilerin ilerleyen yıllarda hayatlarını “Gerçeklerden kaçma” rutini ile yürüttükleri tespit edilir. Genelde bu kişiler kendilik çözümlemesi yapamaz, eleştiren kaçar ve tam tersi olduğunu ispatlamak için övgü dolu sözler ile kendisini savunmaya çalışabilirler. Burada görülen “Narsistik” yapılanmanın alt kaynağı, bebekliğinde ilk ona bakan kişi ile kurmuş olduğu ilişkiye dayanır.
İnsan doğuştan bir mizaç ile doğar. Buna karakteristik yapı da denir ki bu kişinin doğuştan getirdiği kalıtımsal yapıdır. Burada kişinin edindiği ya da oluşturduğu bir hal yoktur, kişi bunu genetiğinden, DNA’sından, kromozomlarından getirir yani öyle doğar. Fakat kişilik sonradan oluşan bir olgudur. Kişinin doğduğu ailesinin, görgüsü, eğitimi, çevresi, geleneği, örf ve adetleri kişiliğini oluştururken en önemli araçlardır. Kişilik bir nevi uyumlanmadır da şöyle ki, birey nerede nasıl davranacağını, toplum içerisinde ilk olarak okulda öğrenmeye başlar. Ailesinin içinde davrandığı gibi dışarıda davranamayacağını bilir, aksi takdirde arkadaşları tarafından kabul görmeyebilir. Misal, çocuk annesine evde bağırarak konuşup, emirler yağdırıyorsa “Su getir anne, yemek getir anne” gibi bu durumun aynısını arkadaşlarına uyguladığında tepki alacağını gördüğünde davranışını değiştirmeye başlar.
Biyolojik bir gerçek olarak beyin gelişimini 25.5 yaşında tamamlar. Bu bize gösteriyor ki bir insanın kişiliğinin oturması 26 yaşını bulur ve bu yaştan sonra kendisini konumlandırmaya başlar. Toplumun ve ailesinin kendisinden beklentilerini gerçekleştirir. Ancak kırklı yaşlarına geldiğinde kendiliğini keşfetmeye başlar fakat burada da ince bir yanılgı olabilir o da toplumun kurallarının ve büründüğü rollerin, imajının dışına çıkıp, bencilleşerek sadece kendi istediklerini yapma kararı ile karıştırılabilir. Kendilik kavramı ancak kimlik ve kişiliğinden kişi kurtulduğunda gerçekleşebilir.
Burada kimlik kavramını netleştirmek gerekir, şöyle ki, kişinin ait olduğu ve kesinlikle seçmediği yani doğmuş olduğu ülke, aile, din ve mezhep bir anlamda dışsal yanımız olarak görebiliriz. Bireyin kimliği ile kişiliğinin mücadeleye girmesi gerekir. Burada kişinin amacı en derinde yer alan yanını, varoluş nedenini keşfetme arayışıdır. Bu mücadele yalnız çok zordur. Kişinin öğrendikleri ve giydiği rolleri reddetmesi kolay değildir. Bu eylem kişinin şimdiye kadar tüm atfedilen sıfatlarının ya da kazanılmış başarıların her şeyi silmesini göze alması demektir. Birey en derine ulaşamaya çalışırken, kazdığı ve kendisinde ilk kez keşfettiği yanları ile yüzleşmesi acı verebilir. İnsanın inançlarından ve alışkanlıklarından vazgeçmesi, demir bir kütleyi parçalamasından daha zordur. Fakat bunu başaranlar bilgelik mertebesine erişirler. İşte varoluşun keyfi, dünya insanını, farklılıkları, evreni anlamaya başladığında gerçekleşir. İnsanın algısal sınırının kalktığı bir durumdur. Birey bir anlamda kendisini bilmenin, hal olma durumuna ulaşmıştır. Bu duruma ulaşabilmek için de hayat tecrübesi ve sürece ihtiyaç vardır.
Yaşlanmak kötü bir şey değil, değerli bir durumdur. Yaşlılık, ihtiyarlık ve kocamışlığı birbirinden ayırmak gerekir. Burada olumsuz anlamı olan kelime anlamı ile “Kocamak” yani elden ayaktan düşmek anlamına gelir ki kişinin kendisinden bir haber olması diye de ifade edebiliriz. Yaşlılık ise tamamı ile yaş almak bir anlamda sayısal bir gerçekliktir fakat kişiye bakıldığında bireyin hayat canlılığı, üretimi, verimi itibariyle yaş anlamını yitirmiştir. İhtiyarlık ise Osmanlıca’dan gelen bir kelimedir, seçmek, tercih etmek anlamındadır. Şöyle ki, ihtiyar kişi, karar alan, karşılaştırma yapabilen, sözü tecrübe ile sabit olana denir. Akıl ve deneyim yaş alarak demini alır. Yaşlanma ile beynin dokuları yorulur ama zihin en parlak zamanına ulaşır. İtalyan, ressam, heykeltıraş, mimar, şair Michelangelo 86 yaşındayken der ki; “Ancora impa ro” Türkçesi, “Hala öğreniyorum”.
Kendini gerçekleştiren kişi, üstün insan olma özelliği taşımaya başlar bu noktada oluşumunu, ürettikleri ile devam ettirir ve fayda sağlamaya başlar.
Spor psikoloğu Zeynep Eylem Şenkal İstanbul doğumludur. Doksanlı yıllarda profesyonel olarak hem milli takımda hem de Fenerbahçe kulübünde voleybol oynadı. Marmara Üniversitesi Spor Bilimlerinden mezun olduktan sonra sporcu pskolojisi konusunda çalışmalar yapmaya başladı. İngiltere Londra’da beş yıl kaldı ve burada BBP University’de yüksek lisans psikoloji eğitimini tamamladıktan sonra “Premier League” takımlarından Chelsea ve Arsenal futbol kulübünde çalıştı. Şu anda İstanbul’da Fransız Lape hastanesinde çalışmaktadır.
Zeynep Eylem Şenkal’ın farklı konularda ödülleri vardır. Pertevnial Lisesinde Liseler arası 5000 metre koşusunda birinci oldu, okuluna kupa kazandırdı. Fenerbahçe genç takımında oynarken lig şampiyonluğunu kazanan takımın ilk altısında oynadı. Okulu Marmara Üniversitesinin takımında üniversiteler arası şampiyonluk kazanan takımın ilk altısında oynadı.
Formula 1 takımlarından Redbull ile beş yıl boyunca çalıştı ve 230 dünya şehri gördü.
Sporun dışında da başarıları bulunan Zeynep Eylem Şenkal 1996 Türkiye Best Model seçildi. 1998 yılında Kore’de yapılan “Miss Universe” yarışmasında dünya birincisi seçildi. 15 tiyatro oyununda baş rolde oynadı. En son tiyatro oyunu “Necmiq” ile “En iyi komedi oyunu” ödülünü ekibi ile beraber kazandı. Onlarca televizyon programı sundu. Sinema ve dizi filmlerde oynadı. Ayrıca tiyatro öğrencilerine drama dersleri verdi.
Zeynep Eylem Şenkal tüm bu tecrübelerini harmanlayarak ünlü ya da değil sporcu ve ya kendini geliştirmek isteyen bireylerle mesleği kapsamında; kişinin kendisinin potansiyelinin sınırlarına erişebilmesi için bilimin ve teknolojinin ışığında kişiye özel fiziksel ve zihinsel çalışmalar yürütmektedir.
Daha fazla bilgi için www.eylemsenkal.com