Düşüremediği kur seviyesini „rekabetçi kur“ diye pazarlamaya çalışan, doktora tezini danışman hocasına yazdırdığı iddiasını yalanlamayan eski Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın „görevden affının“ kayınbabası tarafından kabul edilmesi üzerine göreve gelen Bakan Lütfü Elvan, 20 Kasım’daki beyanatında, “Kredi ve mevduat piyasalarındaki fiyatlamaların serbest piyasa mekanizması içerisinde oluşmasını önemli bir husus olarak görüyoruz” dedi.
https://pagead2.googlesyndication.com/pagead/js/adsbygoogle.js (adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});Bakan Elvan’ın böyle düşünmesi maalesef normal, çünkü iktisat eğitimi alanların ezici bir çoğunluğu, bankaların tasarruf sahiplerinden fon toplayıp paraya ihtiyacı olanlara kredi verdiğini, yani bankaların tasarruf sahipleri ile kredi arayanlar arasında sadece birer aracı olduklarını öğrendi. Tasarruflarınsa şimdiki tüketimden vazgeçip gelecekte tüketme kararıyla ortaya çıktığına ve bu çerçevede geleceğin belirsizlik düzeyini ifade ettiği düşünülen faiz oranının, tasarruf arzı ile kredi talebince piyasada belirlendiğine inandılar.
Uluslararası Finans lisans bölümünü okurken anlamakta zorlanmıştım: Tasarruf sahibi olanların çoğu firmalar ve/ya firma sahibi zenginler. Kredi çeken firmaların sahipleri de tasarruf edecek kadar zenginler zaten? Tasarrufunu bankaya yatırıp sonra daha yüksek faizle kredi çekmeyecek kadar rasyonellerdi hani? Hadi diyelim firma sahipleri ile tasarruf sahipleri tamamen ayrı kişiler olsun. Sanki kredi arayanların yeterli parası yokmuş gibi anlatılıyordu fakat firmaların bilançolarına bakınca da, çektikleri krediden çok kendi nakitleri, birikmiş karları vardı; onu neden kullanmıyorlardı?
Keza 2008’de küresel finansal kriz patladığında belirsizlik artıyordu ama faizler artmıyor aksine düşüyordu- hatta 1 yıl içinde dibe vurmuştu ABD‘de. Bütçe açığı da artmıştı ve ekonomi ders kitaplarında yazdığına göre faizlerin ve enflasyonun artması gerekiyordu ama artmıyor tersine düşüyordu, aşağıdaki grafikte görüldüğü üzere.
Firmalar yatırım yapacağı zaman hisse ihraç ederlerdi, bu yolla edindikleri tasarruflarla yatırımlarını finanse ederlerdi kitapta anlatılana göre. Ama hisse fiyatları ve tasarruflar arttığı halde yatırımlar ve büyüme artmıyor, işsizlik düşmüyor, aksine artıyordu. Aşağıdaki grafiğin gösterdiği üzere ABD’de borsanın değeri GSMH’nin 100%‘ünün üzerindeydi ve daha da yükseldi.
Bu soruların cevaplarına tüm bunları kökten reddeden Post-Keynesyen yaklaşımla yüksek lisansın tez yazım aşamasında tanışınca kavuştum.
Ekonomi departmanlarına ve ekonomi medyasına çöreklenen anaakımcıların arz-yönlü yaklaşımlarının aksine, Post-Keynesyen yaklaşım, iktisadi analizde vurguyu talebe yapar; soyut varsayımlara dayalı denge analizi yerine, sürece ve değişime odaklanır.
Paranın ortaya çıkış sürecini de talep ile başlatır bu yaklaşım: Diğer iktisadi sistemlerden ayırt edici özelliği bir yatırım ve dolayısıyla borç-ekonomisi olması hasebiyle kapitalizmde, paranın aslı kredidir. Krediyi de, bankalar tasarruflardan değil, yoktan yaratarak verir ve mevduatları yaratırlar. Aşağıdaki grafik ABD’de toplam verilen kredi ile toplam talebin (GSHM’nin) değişimlerindeki paralelliği gösteriyor.
Talep artışı ile birlikte canlanan iyimser beklentiler, kredi talep edenlerin kredi çekmeye dair ve bankaların da kredi vermeye dair özgüvenlerini artırır: Çünkü canlı piyasa ortamında kredilerin geri ödenmesi ihtimali yüksektir. Piyasanın durgunlaştığı durumda ise nakit akışları aksayacağından, satışlar gerileyeceğinden kredilerin geri ödeneceğine dair beklentiler kötüleşir ve bankalar kredi verme standartlarını sıkılaştırırken, kredi talebi de düşer. Yani kredilerin geri ödenme riski arttığında faizler artırılmaz, standartlar yükseltilir.
Yukardaki grafik, büyümenin finansmanının asıl olarak kredi ile yapıldığını da gösteriyor. 1990’ların ikinci yarısından sonraki kredilerdeki büyüme oranının GSMH’nin büyüme oranının üstünde kalması, çekilen kredilerin büyüme-yaratıcı olmayan alanlarda da kullanıldığına ve verimlilik artışının düştüğüne işaret. Bu noktada hatırlanması gereken birinci husus, hanehalkının maaşların baskılanmasına ve eşitsizliğin artışına mukabil yaşam standartlarını korumayı tüketici kredileri yoluyla sağlamaları, dolayısıyla toplam kredilerde firmaların yatırım için çektikleri kredilerin payı düşerken tüketici kredilerinin artması iken; ikinci husus, finansal varlıklardaki pozisyonların düşük faizler nedeniyle kredilerle finanse edilmesidir.
Şunu vurgulamakta fayda var: Bireysel olarak bir yatırımcı sadece kendi veya başkalarının tasarrufuyla yatırımını finanse edebilir. Fakat malının satılıp kendisine kar olarak dönebilmesi için toplam para miktarının artmış olması, yani başkasının kredi çekmiş olması gerekiyor. Aksi takdirde bu yatırımın yaratacağı büyüme gerçekleşmez. Toplam para miktarının sabit kaldığı bir durumda ya bu yatırımcı yeterli hasılat edinemez ve batar, yada bu firmaya yönelen talep dolayısıyla başka firma batar. Yani makro ölçekte büyüme ve yatırım kredi ile yaratılır. Hiç kredi çekilmeden, sadece tasarruflarla yatırım yapıldığı bir durumda o ekonomi bırakın büyümeyi, batar… Eğer yatırımlar tasarruflarla finanse edilseydi, toplam para miktarı değişmez, sadece el ve kompozisyon değiştirmiş olurdu.
Gerçek hayatta olanı gözlemlemeden salt data analize bakanlar, kredinin tasarruftan verildiğini sanıyorlar. Oysa firmaların iç tasarrufları, yani birikmiş karları, firmaları yeni kredi çekmeye ve bankaları da bu talep edilen krediyi vermeye daha cesaretli kılar. Fakat bu, kredinin tasarruftan verildiği anlamına gelmez.
https://pagead2.googlesyndication.com/pagead/js/adsbygoogle.js (adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});Bunu kavramak için, yatırımın kendi kendisini finanse eden bir harcama olduğunu ve tasarrufların yatırımla başlayan ekononomik sirkülasyonun sonucunda ortaya çıktığını kavramak gerekiyor. Bunu kavrayınca da, faizin önceden biriktirilmiş tasarruflar ile (lonable funds) talep edilen krediyi dengeye getiren bir fenomen olmadığı berraklaşır.
Kredinin tasarruftan verildiğini sananlar ayrıca, Zorunlu Karşılıklar kredi verildikten sonra ayrıldığı halde, paranın/ kredinin MB tarafından ZK yoluyla rezervlerle yaratıldığını ve MB’nin para arzını kontrol ettiğini sanıyor. Oysa zorunlu karşılık oranları da, cari (current) rezervlere değil, geçmiş ayın rezervlerine uygulanır. Yani bankalar önce kredi verirler, sonra çaresine bakarlar. Dolayısıyla o para çarpanı dedikleri oran, para bölenidir aslında çünkü ilişkinin yönü rezervlerden (MB parasından) ticari banka parasına doğru değil, tersi yöndedir. Keza Kanada, İngiltere, Avusturalya ve Yeni Zelanda zorunlu karşılıkları kaldırdılar. Öte yandan bankalar, daha az zorunlu karşılık ayırmak için mevduatlarını „mevduat sertifikası“ yoluyla satarak bilançolarının dışına çıkarmak yoluna da gidiyorlar fakat kredi vermeye de devam ediyorlar.
Para/ kredi, yoktan yaratıldığından, marjinal maliyeti banka için sıfırdır. Yani 10 lira kredi ile 10 milyar lira kredinin banka için maliyeti sabittir: İşlem masrafları, çalışan maaşları, elektrik, kira, ekipman vs. Bunlar kredi miktarı ile artan maliyetler değildir.
Öte yandan, kredi, diğer ürünler gibi talep edileceği beklentisiyle önceden üretilip rafa konulup satın alınması beklenen bir ürün de değildir; talep edildiği anda arz edilir ve talep edilmediği müddetçe arz edilemez. Tıpkı kuaföre gidilmeden kuaförün saç kesim hizmetini arz edemeyeceği gibi.
Tüm bu sebeplerden, yani yoktan yaratıldığından ötürü aslında kredi talep eğrisinden ayrı bir KREDİ ARZ EĞRİSİ YOKTUR! Çünkü maliyeti olmayan, yoktan yaratılan birşeyin arz eğrisi olmaz. İlla çizilecekse de, her faiz düzeyinde tam elastik, yani horizontal bir eğridir- anaakımcıların söylediği gibi hiç elastik olmayan dik bir eğri değildir. (bkz. Moore, 1988)
Bu, bankaların her kredi talebini karşıladıkları anlamına gelmiyor. Bankalar, kredi vermeye değer (creditworthy) ve içinde bulunulan ekonomik ve finansal koşullara göre tanımladıkları standartlarına uygun gördükleri kredi başvurularına olumlu cevap verirler. Ekonomik koşullar kötüleştiğinde ise hem standartlarını yükseltirler, sıkılaştırırlar, hem de sıkılaştırmasalar bile bu standartlara uyan kredi başvuru sayısı düşer (Türkiye gibi politik baskı kaynaklı irrasyonel tutumlar ayrı mesele).
Kredi talebi arttıkça bankalar faizleri yükseltmezler. Bir kişi yada firma 10 lira kredi istediğinde de 10 milyar lira kredi istediğinde de faiz düzeyi aynıdır. Çünkü faiz artışı kredi talebini, özellikle de hanehalkının kredi talebini kısıcı etki gösterecektir. Oysa bankalar kredi vermekten kar elde ederler; ekonomik canlanma yerindeyken standartlarına uyan kredi talebini kısmayı tercih etmezler. Deleidi (2017)’nin Avro-bölgesi için yaptığı ampirik çalışması, hanehalkının kredi talebinin faize duyarlı iken, firmaların talebinin duyarlı olmadığını ortaya koyuyor. Bunun temel sebebi ise, yatırımla edinilen kar mevduat olarak yatırıldığından kredinin faiz maliyetinin, sanıldığının aksine kredi faizi değil, kredi faizi ile mevduat faizi arasındaki fark olmasıdır. Diğer nedeni ise, firmaların toplam maliyetleri içinde faiz giderlerinin 5% gibi düşük bir orana sahip olmasıdır.
https://pagead2.googlesyndication.com/pagead/js/adsbygoogle.js (adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});Talep eğrisinden ayrı bir kredi arz eğrisi olmadığından, faizler kredi arzı ve kredi talebi eğrilerinin kesişmesiyle belirlenmez. Dolayısıyla faizleri değiştiren, piyasa sürecine dışsal olarak belirleyen Merkez Bankası’dır. Temel görevi olan finansal istikrar, 1980 sonrası eklenen fiyat istikrarı veya kimi ülkelerde olduğu üzere büyüme ve istihdam gibi hedefleri doğrultusunda faizleri ekonomik duruma göre uyarlamaya çalışır. Merkez Bankası’nın piyasadaki gidişatı gözetmesi, faizin içsel olarak belirlendiği anlamına gelmez. İçsel olarak belirlendiğinden kasıt, arz ve talep tarafından belirleniyor olmasıdır.
https://pagead2.googlesyndication.com/pagead/js/adsbygoogle.js (adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});Kredi faiz oranının piyasada belirlendiği inancına yönelten bir diğer husus da, faiz ödemelerinin cari (current) karlar içinden yapıldığının sanılmasıdır. Oysa faiz ödemeleri geçmiş birikmiş karlar içinden de yapılabilir (Toporowski, 2020).
Aşağıdaki grafik, bankalarca verilen kredi miktarındaki değişim ile bankaların kredi faizleri ile FED’in para politikası oranı arasındaki farkın arasında bir ilişki olmadığını net olarak gösteriyor. Özellikle 1990 sonrasında bu fark (markup) oldukça stabil ve sabit.
Peki bankaların faizleri Merkez Bankası değiştirmeden hiç değiştirmezler mi? Eğer Merkez Bankaları, aslı görevleri olan finansal istikrarı sağlamak yönünde bankaların likidite ihtiyaçlarına cevap ver(e)mezlerse, bankalar likidite ihtiyaçlarını karşılamak için ellerindeki bono ve tahvilleri satmak, diğer bankalardan borçlanmak gibi iki seçenek dışında mevduat faizlerini yükseltmek yoluna da gidebilirler (Lavoie, 1996). Mevduat faizlerini yükselttiklerinde, kredi faizleri ile mevduat faizleri arasındaki farkı korumak isterlerse ve bankacılık sektöründeki rekabet düzeyi de buna izin veriyorsa, kredi faizlerini de yükseltirler.
Bu türden bir faiz artışı kredi talebinin artmasından kaynaklı değildir çünkü bu süreç kredi verildikten sonra ortaya çıkar: Banka kredi verdiği anda aynı miktarda mevduat yaratılmış olur, yani kredi-mevduat oranı 1’dir ve banka için bir likidite sorunu yoktur. Ne zaman ki, o mevduat, bir ödeme nedeniyle başka bankaya transfer olursa, yada başka bir finansal ürüne (bono, tahvil, hisse senedi, döviz, altın) dönüşürse, o zaman kredi-mevduat oranı 1’in üstüne çıkar çünkü mevduat azalmıştır, başka birşeye dönüşmüştür. Bu durumda temel olarak MB’ndan açık piyasa işlemleri yoluyla rezerv parayla karşılaması gereken bir likidite ihtiyacı ortaya çıkar.
Bir diğer sebep, eğer MB, Zorunlu Karşılık oranını artırırsa, vadeli mevduatlar için daha az zorunlu karşılık ayrıldığından bankalar mevduat faizlerini artırarak mevduatlarının kompozisyonlarını vadeliler lehine dönüştürmeyi tercih ederler. Bunun da artan kredi talebiyle ilgisi yoktur.
Türkiye’de son bir yılda yaşananlar tam da bu şekilde cereyan etti: Faizlerin MB tarafından düşürülmesiyle güdülenen hanehalkı kredileri ile oluşan mevduatlar önemli ölçüde TL mevduat olarak kalmadılar ve dövize dönüştüklerinden, Dolar basamayan TCMB bu liktidite ihtiyacına eşlik edemedi ve hem kendisi, dolarizasyonu tersine çevirmek ve mevduatları geri çağırmak için, hem de bankalar faiz artırmak zorunda kaldılar. Zorunlu karşılık oranlarının artırılmasıyla mevduat faizleri bir daha yukarı çekildi. Fakat bunu politik baskı nedeniyle yeterli düzeyde yapamadılar.
Bu pencereden bakınca, Türk bankalarının 2000‘lerde neden yurtdışında borçlandıkları da berraklaşıyor: Artan ithalat ve artan kredi-mevduat oranına mukabil ortaya çıkan bankaların likitide ihtiyacını o dönem kur düşük ve yurtdışı faizler içerdekinden düşük olduğu için yurtdışında uluslararası bankalararası piyasada borçlanarak karşıladılar. Yani önce yurtdışından sendikasyonla fon toplayıp sonra onu içerde kredi olarak vermediler.
Bono ve uzun dönem tahvil faizlerinin neden MB’nin belirlediği politika faizi tarafından tayin edildiği de yine bu pencereden berraklaşır: Hazine tahvil ve bono ihraç ettiğinde mevduat sahipleri bu tahvilleri satın aldığında bankaların kredi-mevduat oranı artar ve yine likidite ihtiyacı ortaya çıkar. Bu likidte ihtiyacını (temel olarak) MB’nin rezerv parası ile karşıladıklarından, bankalar MB’nin repo ihalelerinde ödedikleri faize yakın bir faize denk düşen fiyatı Hazine’nin tahvil ihalesinde fiyat olarak sunarlar. Dolayısıyla uzun dönem tahvil faizleri de temel olarak MB tarafından belirlenen kısa dönemli kredi faizlerince belirlenir. Levrero ve Deleidi (2019)’nin ABD için yaptıkları ampirik çalışmaları da bunu ortaya koyuyor.
https://pagead2.googlesyndication.com/pagead/js/adsbygoogle.js (adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});Bu nedenle ders kitaplarında anlatıldığının aksine, bütçe açığı ile faiz düzeyi arasında direkt bir ilişki yoktur ve „crowding-out“ olmaz. 1990’lı yıllarda Türkiye’de yüksek bütçe açığının yüksek faizle beraber hareket etmesi ise, direkt vergi toplamayı beceremeyen, dolaylı vergiden beslenen Türk devletinin, yolsuzluk ve savaş kaynaklı bütçe açığını kapatmak için talebi esnek olmayan ürünlere (ekmek, çay, tütün, benzin vs) zam yaparak enflasyonu körüklemesi karşısında pozitif reel faizi tutturmak saikiyleydi. O dönemde bankalar „mevduatınıza en yüksek faiz bizde“ diye reklam yapıyordu, 2000‘lerde „en düşük ihtiyaç kredisi faizi bizde“ diye.
Keynes’in ortaya koyduğu Likite Tercihi Teorisi ve finansal inovasyonlar ise, yatırım ve tüketim talebiyle yoktan yaratılan kredinin sonucunda oluşmuş olan ‘varolan tasarrufların’ finansal varlık arasında yeniden dağılımına (reallocation of existing savings) denk düşer (Rochon, 2000); kredi faizinin piyasada belirlendiğine değil. Bu sebeple, likidite tercihi, sadece uzun ve kısa dönemli faizler arasındaki farkı belirler, faizleri değil (Lavoie, 1996).
Özetle, Neo-klasik yaklaşım, MB bankası para arzını kontrol eder, faizi piyasa belirler, derken; gerçekte olan tersidir: MB bankası talep tarafından belirlenen para arzını kontrol edemezken sadece faizi belirleyebilir ve bankaların likidite ihtiyaçlarına cevap vererek finansal istikrarı korumaya çalışır. Kredi faiz oranı, kredi arzı ve kredi talebi tarafından piyasada belirlenmez çünkü kredi arz eğrisi yoktur. Mevduat faizi ve tahvil faizi de kredi faizinin fonksiyonudur.
1983 Newroz’unda Elbistan’ın Sevdilli köyünde dünyaya geldi. İstanbul Erkek Lisesi’nden sonra, ÖSYM bursuyla girdiği Bilgi Üniversitesi’nde Uluslararası Finans lisans eğitimini 2011‘de tamamladı. Türkiye’nin AB’ye üye olacağını, demokratikleşeceğini sandığı lisans döneminde sivil toplum aktivitelerine katıldı; çeşitli gazetelerde yorum yazıları yayınladı. Eski dindar çalışma arkadaşlarının değişen tavırları üzerine, bu çabalarının işe yaramayacağını, aksine Türkiye’nin diktatörlüğe evrileceğini düşünüp 2012‘de ülkeden çıkma kararı aldı. Akdeniz Üniversitesi ve Hamburg Üniversitesi’nin ortak Avrupa Çalışmaları yüksek lisans programını DAAD bursuyla Mayıs 2014‘te tamamladı. Ekim 2014 – Ekim 2017 arasında Hamburg Üniversitesi Sosyal Ekonomi departmanında „finansallaşma, maaş eşitsizliği ve tekelleşme“ başlıklı, uluslararası hakemli dergilerde yayınlanmış 3 makaleden oluşan doktora tezini tamamladı; araştırma görevlisi olarak „Büyüme ve Bölüşüm“ ve „Ekonomiye Giriş“ derslerini verdi. Rostock Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırma görevlisi olarak Finans ve İktisat Politikası, Dağıtım ve Rekabet, ve Endüstriyel İktisat derslerini verdi. İktisadın Post-Keynesyen ekolüne yakındır, politik olarak liberal-solcudur. Eşitsizlik, finans ve iktisat politikası temel araştırma konularıdır.
Kaynakça:
Deleidi, M. (2017): Post Keynesian endogenous money theory: A theoretical and empirical investigation of the credit demand schedule, Journal of Post Keynesian Economics.
Lavoie, M. (1996): Horizontalism, structuralism, liquidity preference and the principle of increasing risk. Scottish journal of political economy, 43(3), 275-300.
Levrero E. ve Deleidi M. (2019): The causal relationship between short- and long-term interest rates: an empirical assessment of the United States. https://mpra.ub.uni-muenchen.de/93608/
Moore, B. (1988): Horizontalists and Verticalists: The Macroeconomics of Credit Money. Cambridge University Press.
Rochon, L. P. (2000): The creation and circulation of endogenous money: a reply to Pressman. Journal of Economic Issues, 34(4), 973-979.
Toporowski, J. (2020). Anwar Shaikh and the classical theory of interest: a critical note. Cambridge Journal of Economics, 44(2), 465-474.