“Bütün insanlık adına
Amerika katil katil
Kanun yapar kendi teper
Amerika katil katil.”[1]
Gazetecilerin, “ABD Dışişleri Bakanlığı’nın teröre destek veren ülkeler listesinde Küba, İran, Sudan ve Suriye yer alıyor. Siz kendi listenizi oluştursaydınız bu listede kimler olurdu?” sorusuna Noam Chomsky’nin “Listenin en başında ABD olurdu, o kesin,”[2] yanıtını verdiği, ya da Evo Morales’in ifadesiyle, “Toprak anaya, barışa ve özgürlüğe yönelik esas tehdidin ABD hükümeti olduğu açık”ken; katil Amerikan İmparator’luğunu konuşmak, sömürgecilikten emperyalist küreselleşmeye[3] tarihsel saldırganlığın dökümünü “olmazsa olmaz” kılar.
* * * * *
Öncelikle belirtmekte yarar var: ABD’nin geçmişi bir yönüyle soykırımlar tarihidir.
Geçmişte ve günümüzde ABD yöneticileri ve beyazlar göçmen ya da göçmen çocuklarıdır. Oralarda on binlerce yıldır her biri ayrı dil konuşan 286 yerli kabile yaşıyordu. Apaçi’lerden Zuhi’lere yaklaşık 100 milyon nüfuslu 286 yerli kabile.
İngiltereli beyazlar bu sayıyı 1900’de ABD sınırları içinde 3.000’e indirdiler, tüm zenginliklerine el koydular. Çeyen, Haida, Hopi, Kutenai, Lakota, Novaho, Omaha, Sia, Sioux, Ute vb. yerli kabileler Amerikan ağır topları ve kovboyların silahlarıyla silindiler. Ceronimo, Kohis, Gotebo, Oturan Boğa, Koca Ayak, Manuelito ve Kızıl Bulut gibi kabile reisleri direndiler, ancak başa çıkamadılar.
“Beyaz adam, baharda çağlayan ve önüne kattığı her şeyi yıkıp yok eden azgın bir ırmağa benziyordu” diyor bir Kızılderili deyişi…
‘University College London’ verilerine göre, “Amerika kıtasında 56 milyona yakın yerli, eşit olmayan bir savaşta kitlesel olarak katledildi.”
Soykırımın çarpıcı bir örneği 29 Aralık 1890’da üniformalı Amerikan subay ve erlerinin sessiz duran Sioux kabilesinin tümünü top ateşiyle ortadan kaldırmasıdır. Bu açıkça devlet eliyle işlenmiş bir soykırımdır. Üstelik kanlı ABD tarihinin tek örneği de bu değildi. (Katliamlardan sağ kalabilenler verimsiz küçük yerleşim bölgelerine hapsedilir.)
ABD saldırganlığıyla tarihler, kültürler, medeniyetleri yağmalandı. Bugün onlardan geriye neredeyse hiçbir şey kalmadı. Sonra beyaz adam, savaşacak “yeni şeytanlar” bulma umuduyla okyanusa açıldı. Siyahlara saldırdı: Afrikalıları gemilerine doldurulup taşındıkları Amerika tarlalarında öldüresiye çalıştırdı, eşlerini ve çocuklarını sattı, astı/ yaktı!
İnsanın alınıp satılması, birinin malı yapılmasıdır “kölelik”. Amerika, bu denli gelişmesini kölelere borçludur. Afrika’nın batı kıyılarından zorla alınıp gemilerle Amerika’ya taşınan “siyahi köleler”in sayısının, erkekli kadınlı 20 ile 40 milyon arasında oldukları tahmin ediliyor. Portekiz ve Hollanda denizcileri, köle tacirlerinin getirdikleri kölelerle büyük paralar kazanıyorlardı. Amerikalılar, özellikle güney bölgelerinde mısır, tütün, şeker, pamuk, pirinç ekiminde köleleri kullandılar. Kölelik Amerikan iç savaşının nedenlerinden birisi oldu.
Kuzey’in savaşı kazanmasıyla da Abraham Lincoln, 1683’te köleliği kaldırdı. Güney, bugün bile bu kaybı unutamamıştır. Güney eyaletlerinin Mississippi bölgesi bu trajediyi çok iyi bilir. Yaklaşık 400 yıl süren kölelik kurumu acaba kalktı mı?
Söz konusu yıkım bugün(ler) de sürüyor. Irkçı Ku Klux Klan (KKK) örgütünü bile kapatmamış, Martin Luther King, Jr ve benzeri siyah sözcüleri katledilmiştir.
Kolay mı? ABD’nin kuruluş belgelerini kaleme alanlar “İnsanlar özgür doğarlar,” diyen köle sahipleriydiler!
Yurttaş yerine “bireyin özgürlüğü” dediler, ama J. P. Morgan, Rockefeller ile Wall Street’in para babaları tekelleştiler. Sıradan yurttaşların payına da tarlada ya da fabrikada işçi, emekçi olmak düştü.
Zenginler uluslararası şirketler oluşturup, kapitalizmin kapısını açtı. Daha sonra da sömürgeci ABD’nin merkezde olduğu “baskıcı küreselleşme”, “çıplak emperyalizm”; bunun sonucu da “sürekli savaş ve saldırganlık” sökün etti.
ABD yeni bir dünya haritası çizerken; tüm askeri harcamaların yüzde 47’sini yapar oldu.[4]
* * * * *
ABD girdiği birçok yere kırım, ölüm ve gericilik getirdi. “Monroe” gibi başkan adlarından ürettiği sözde doktrinlerle Latin Amerika’yı kendi mülkü ilan etmiş, orayı (Armas, Batista, Noriega, baba-oğul Somoza, baba-oğul Trujillo, Zahidi gibi) diktacılarla doldurmuş, kendi de 1898’de on bin adalı Filipinler’de yerli yurtseverleri cehennemde yaşatmıştır.
Albay Doolittle’ın Tokyo bombardımanı ve 1945’te Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atılması sivil hedeflerin imhasıydı.
ABD Savunma Bakanı McNamara’nın açıklamasına göre, Vietnam’da 3.5 milyon yerli katledilmişti. Irak’a 2003 saldırısında petrol kuyularını ele geçirmiş, Bağdat Müzesi’ni soymuştu.
ABD Kore, Güneydoğu Asya, Afganistan, Çin, Kuzey Afrika, Latin Amerika ve Yugoslavya gibi uzak topraklarda sivillere karşı savaş suçları işlemiş, insan haklarını çiğnemiş, doğal çevreyi yok etmiş, barışa ve insanlığa karşı suçlarını sürdürmüştür. ABD gizli polisi 1953’te İran’da yurtsever Başbakan M. Musaddık’ı devirmesinde olduğu gibi.
1961’de Küba’ya yönelik Domuzlar Körfezi müdahalesi ABD için gülünç bir fiyaskoydu.
1968’de Vietnam’da My Lai köylülerini yok eden Teğmen W. Colley üç gün hapis yatmıştı.
Şili’de seçimle iktidara gelen Salvador Allende’yi 1973’te faşist General Pinochet darbesiyle katledip, geniş çaplı bir kırım gerçekleştirilmişti.
1976’da Arjantin’de askeri darbeyi kışkırtmış, Bolivya’da ve Peru’da halktan yana girişimleri 1971, 1976 ve 1979’da yıkmıştı.
1979’da Sandinista’ya karşı Nikaragua limanlarını mayınlamış, 1986’da Libya’yı bombalamıştı.
El Salvador’da 1979’daki darbenin ardından sivillere yönelik kitlesel kıyımlar gerçekleştirildi.
1983’te Grenada’da solcu düzeni devirdi, yerli kırımını başlattı.
Güney Afrika’da beyaz azınlığın beşikten gömütlüğe ırk ayrımını desteklendi.
Filipinler’de Ferdinand Marcos ile 3 bin çift ayakkabılı eşi 1986’da yıkılana değin ABD desteğiyle halkın kanını emdiler.
1989’da Amerikan askerleri Panama’ya girip sivillere yönelik geniş çaplı kırım yaptıktan sonra Devlet Başkanı Manuel Noriega’yı alıp kaçırdılar.
Ve nihayet ABD haksız savaşları kışkırtıp silah satarak, militarist birikimini tırmandırdı!
* * * * *
ABD, bağımsızlığını ilan ettiği 1776’dan bu yana 246 yılın 228’ini savaşarak geçirdi. Ekonomik ve askeri gücünü kesintisiz biçimde sömürü ve tahakküm için kullandı. William Kristol ve Robert Kagan gibi Neo-Con’lar bunu “hayırsever hegemonya” diye tanımlıyordu. Oysa temelinde “beyaz üstünlükçü” fikirler yatıyordu.
Çünkü Neo-Conlar, dünya hâkimiyeti için “iyi huylu emperyalizm”in(!) gerekli olduğunu düşünüyorlardı. Bu politika da, dünyayı kitlesel ve yıkıcı bir savaşa doğru adım adım yaklaştırması yanında; onların insan hakları, hukukun üstünlüğü, basın ve ifade özgürlüğü gibi kavramlara aslında ne kadar da yabancı olduğunu ortaya koyuyordu.
İmparatorluğun ideolojisi ve uyguladığı kesintisiz şiddetin küresel zorbalığını, örtmeye yarayan liberalizmin makyajı her kazındığında altından faşizm çıkıyordu.
ABD, sözde tarafsız kuruluşlar tarafından yayınlanan insan hakları endekslerinde her daim üst sıralarda yer almasına rağmen, ülkede çıkan haberler bu makyajı kazıyor. Sistematik ırkçılık, polis vahşeti, mahkûmlara kötü muamele, idam cezası, yabancı diktatörlere ve terör örgütlerine sürekli destek; özellikle deniz aşırı çatışma bölgelerinde mahkûmlara işkence ve yargısız infazlar, ABD’nin içeride ve dışarıda yürüttüğü despotik mücadelenin gayri meşru araçları olarak öne çıkıyor.
Afro-Amerikalı Michael Brown’ın 2014’te Ferguson’da polis tarafından vurularak öldürülmesi ile başlayan ve George Floyd’un 5 Mayıs 2020’de Minneapolis’te yine polis tarafından acımasızca katledilmesi ile ivme kazanan ırkçılık karşıtı protestolar, Amerikan ideolojisinin ayrılmaz bir parçası olan sistematik şiddeti dindirmeye yardımcı olamadı. Polise oyuncak silahını doğrultmasının ardından öldürülen 12 yaşındaki Tamir Rice, hırsız sanılarak öldürülen 26 yaşındaki sağlık teknisyeni Breonna Taylor gibi yüzlerce Afro-Amerikalı bu süreçte polis kurşunlarının hedefi oldu.
İmparatorluk, dışarıda da aynı politikayı kesintisiz uyguladı. 2004’de, işgal edilen Bağdat’taki Ebu Garip cezaevinde mahkûmlara uygulanan akıl almaz aşağılama ve taciz fotoğraflarının basına sızması yüksek duvarlar ardında olup bitenler hakkında küçük bir ipucu sağlamıştı. Ancak hakikât televizyonlarda görülenlerden çok daha acıydı.
ABD İmparatorluğu tarihi, aynı zamanda bir yalanlar ve tezatlar tarihidir. Reuters tarafından paylaşılan ABD Dışişleri Bakanlığı verilerine göre; mülteci ve sığınmacılara daha fazla özgürlük vaat eden Joe Biden yönetimi, çatışmaların arttığı 1-16 Mart 2022 kesitinde ülkeye yalnızca 7 Ukraynalı mülteciyi ülkeye kabul etmişti![5]
* * * * *
ABD İmparatorluğu -doğası gereği!- , yoksul ve savunmasız ülkeleri bombalamaktan vazgeçmeyi reddederken; “ABD rejimi bombardımanları ve cinayetleri nedeniyle uluslararası kuruluşlardan çok az eleştiri alıyor. Kendi ülkesinde de daha az eleştiriyle karşı karşıya. Ancak şüphesiz bir şey var. Bu rejim ‘dünyanın koruyucusu’ olduğu iddiasını sürdürecek. Yeryüzündeki en savaş çığırtkanı bu yönetim başka ülkelere ders vermeye, onları ‘insan hakları ihlâlleri’nden sorumlu tutmaya ve daha çok yalan söylemeye devam etti.”[6]
Tıpkı 11 Eylül sonrasında da olduğu gibi…
Malûm, 11 Eylül’le birlikte George W. Bush yönetimi “terörle küresel savaş” stratejisini devreye soktu; 8 Ekim 2001’de Afganistan harekâtına girişti. Taliban kısa sürede yenildi.
Afganistan’da devreye sokulan 5’inci madde, NATO’yu 20 yıllık savaşta ABD ortağı kıldı.
Hâkim retorikte NATO, “dünya barışının garantörü”, “demokrasinin hamisi” diye sunulur; lâkin retorik realiteden çok farklıdır!
NATO 1949’da 10 kadar üyeyle kuruldu. Daha sonra Türkiye ve Yunanistan ittifaka katıldı. Sovyetler Birliği bile Avrupa’da barışı tesis etmek amacıyla 1954’de NATO’ya katılma talebinde bulundu, ama müttefikler teklifi ret edecekti…
1955’de Batı Almanya’nın NATO’ya katılması, 14 Mayıs 1955 de Sovyetler Birliği ve müttefiklerini Varşova Paktı’nı kurmak zorunda bıraktı.
1990’da Sovyetler çözüldü. Varşova Paktı lağvedildi. Eğer NATO’nun varlık nedeni ileri sürüldüğü gibi Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı idiyse, NATO’nun da lağvedilmesi gerekirdi, ancak tam tersi gerçekleşti. Varşova Paktı çöktüğünde (1990) NATO’nun üye sayısı 15’di. Bugün 30 ve nerdeyse Orta ve Doğu Avrupa’da NATO üyesi olmayan ülke kalmadı. İsveç ve Norveç de kapıda beklemede…
Eğer NATO’nun varlık nedeni Avrupa’da barışı sağlamak idiyse, Afganistan’da, Libya’da ne işi vardı? Rusya’nın Batısından kuşatılması yeterli olmamış ki, bu zaman zarfında NATO onlarca çatışmaya dahil oldu. En önemli üçü Afganistan’ın, Libya’nın işgali ve Kosova Savaşıdır (1999). Fakat hepsi bu kadar değil…
Libya’da 14 500, Afganistan’da 165.000, Sırbistan’da 220.000, Suriye’de 224.000, Irak’ta 1 milyonlarca insan katledildi; insanlığa karşı suç işlendi…
Tüm bu suçlar işlenirken, Uluslararası hukuk ve BM Örgütü cephesinde manzara nasıldı? Boşuna “NATO kuruldu, ‘Birleşmiş Milletler Örgütü öldü” denmemiştir…
1999 Kosova savaşında NATO gerçek yüzünü gösterdi. 13 ülkeden 600 uçak Kosova’ya, Sırbistan’a, Karadağ’a uranyum bombaları yağdırdı…
2500 -5 bin 700 sivil öldürüldü, binlercesi yaralandı; devasa doğa tahribatı ve maddi hasara neden oldu…
NATO müdahalesinin gerekçesi, Sırp kuvvetlerinin Kosova’da sivil halka yaptığı tiksindirici etnik temizliğe son vermekti. Ancak asıl amaç başkaydı; yani Amerikan yanlısı bir hükümeti iktidara taşımak ve Balkanlarda Rus nüfuz bölgesinde NATO’nun etkinlik alanını genişletmekti…[7]
Özetle Pentagon’un 1945 sonrası çıkardığı savaşlarda 20 milyonu aşkın insan katledilirken;[8] 10 yıl süren Vietnam Savaşı’nda 1.5 milyon asker, 2.7 milyon sivil yaşamını kaybetmişken;[9] 85 ülkede “terörizm karşıtı” faaliyetler yürüttüğü”nü(!) ilan eden ABD, -‘Watson Enstitüsü’nün hesaplamalarına göre- Afganistan, Irak, Suriye, Yemen başta gelmek üzere harekâtlarında 500 bini sivil olmak üzere en az 800 bin kişi öldürüldü. Bu arada 7 bin Amerikan askeri personeli de hayatını kaybetti. 11 Eylül sonrasında 37 milyon kişi ülke içinde veya ülke dışında mülteci durumuna düştü.[10]
Yani ABD, her daim ABD’ydi![11]
* * * * *
Kaldığımız yerden devam edersek:
Afganistan alamayan Bush yönetimi hızını alamayıp 2003’te “terörle küresel savaş” stratejisini “önleyici savaşla” bezeyip Irak’a taşıdı. Kitle imha silahları yalanıyla ama bu kez BM Güvenlik Konseyi onayı alınmadan Irak işgali geldi.
O klasik saldırganlık teması değişmedi: “Radikal İslâmcıların peşine düşmek, ulus inşası, demokrasi taşıyıcılığı, petrol, jeo-stratejik pozisyon” yahut “hepsi birden”!
Söz konusu strateji Suriye’de, Irak’ta, Libya’da, Yemen’de, Afganistan’da, Ukrayna’da, Somali’de ve başka yerlerde sürdürüldü ve en az 1 milyon insan kurban gitti. 37 milyon yerinden yurdundan oldu.
‘Brown Üniversitesi’nin ‘Savaş Projesinin Bedelleri’ çalışmasının 20 yıllık maliyete dair hesaplarına göre, en az 897-929 bin doğrudan can kaybı. Harcanın 8 trilyon dolar. (Bunun 2.3 trilyon doları Afganistan/Pakistan, 2.1 trilyon doları Irak/ Suriye, 355 milyar doları Libya, Somali ve diğer savaş alanlarına gitmiş. Ayrıca ABD iç güvenlik programlarına 1.1 ve gaziler için 2.2 trilyon dolar harcanmış.)
‘Ulusal Öncelikler Projesi’ bunlara iç gözetim ve sınır güvenliğini katarak 21 trilyon dolarlık bir hesaba ulaşmış!
Bu süreçte ABD emperyalizmi savaşlarını ve ordusunu özelleştirme konseptini tüm yerküreye yaydı. Latin Amerika’ya cehennemi yaşatmış “Amerikalar Okulu” kınanacak bir şeyken, Irak savaşında kötü şöhretli Blackwaterla açılan askeri alanın özelleştirilmesi giderek “meşrulaştırıldı”!
Afganistan’ı 2.3 trilyon dolar ve çeyrek milyon can kaybının ardından bugün yeniden barıştıkları Taliban yönetirken, El Kaide her yerde. Bir bakıyorsunuz Suriye’de ABD televizyonlarına demeçler yağdıran “ılımlı İslâmcılara” dönüşüvermişler.
ABD’nin “Büyük Ortadoğu”sunda ‘allahın lütfûna’ İslâmcılar uğramışken, Doğu Avrupa’da Nazi artıkları var. Joe Biden yönetimi, Kiev’e milyarca dolar askeri yardım saçtı.[12]
Bu tabloda “Gitti Trump, geldi Biden değişen ne?”[13] dedirten ABD Başkanı Joe Biden yönetiminin “Geçici Ulusal Güvenlik Stratejik Kılavuzu” belgesinde sürpriz yoktu: Özetle Çin baş rakip, AB’yle işbirliğini yeniden tesis etmenin aracı olarak Rusya’ya karşıtlık yoğunlaşacak, Ortadoğu’daki çıkarlarını da az sayıdaki askeriyle ve müttefikleriyle korumaya çalışacaktı![14]
* * * * *
Buraya kadar değindiklerimden çıkan ara sonuç: Kristof Kolomb’un kıtayı istilasından/ sömürgeci köleleştirmeden,[15] bugünlere/ emperyalizme, yaşa(tıl)nanların arasında -Kolomb’dan, Truman’a- bir süregenlik olduğudur.
Hatırlayın: 6 Ağustos 1945 sabahı Japon semalarında beliren ABD’ye ait savaş uçağının, o güne kadar görülmemiş bir kitle imha silahını Hiroşima kent merkezine bırakacağı kimsenin aklına gelmezdi. 15 dakika sonra yaşanan patlamada açığa çıkan ölümcül enerji, çevreye doğru saniyede 440 metre hızla ve 4000 derece ısıyla ilerledi. Patlama, bir dakikadan az bir zamanda 12 kilometrelik alandaki tüm canlıları yok etti: Okula gitmek için yollara dökülmüş çocuklar, işlerine kavuşmaya çalışan işçiler, beşiklerinde uyuyan bebekler; ağaçlar, sürüngenler, böcekler…
İnfilak merkezine yakın noktadaki tüm canlılar anında yok oldu, daha uzaktakiler ise o kadar “şanslı” değildi; dakikalar içinde kavrularak yaşamlarını yitirdiler. Birkaç gün sonra ABD Başkanı Demokrat Truman, bu harekâtın mimarı olarak gazetelerin foto muhabirlerine çalışma masasında poz verecekti.
Her hâlükârda egemen istilacılık, kapitalist merhaleyle birlikte dozajı artmış bir barbarlığa dönüşürken; Kolomb’un Amerikaları istilasından Truman’ın atom bombasıyla masum insanları katletmesine uzanan bir süregenlik vardı.[16]
* * * * *
Stendhal’ın, “Bu yüzyıl her şeyi altüst etmeye adanmış. Kaosa doğru gidiyoruz!”[17] sözlerini hatırlatan güzergâhta “NATO’ya karşı savaşmıyoruz, Amerika’ya karşı savaşmıyoruz,”[18] demenin de; barış bahsinde ABD emperyalizminden söz etmemenin de -“gerekçe”si ne olursa olsun!- fahiş bir yanılgı olduğundan asla şüphe etmiyorum.[19]
Kanımca da, emperyalizm karşısında “Bizim ‘barış programımız’ emperyalist güçlerin ve emperyalist burjuvazinin demokratik bir barış sağlayamayacağını açıklamalıdır. Böyle bir barış ne geçmişte, ne emperyalist olmayan bir kapitalizm şeklindeki gerici ütopyada, ne de kapitalizm altında eşit ulusların birliğinde değil; gelecekte, proletaryanın sosyalist devriminde aranmalı ve bunun için mücadele edilmelidir.” “Her kim uluslara aynı zamanda sosyalist devrim vaaz etmeksizin bir ‘demokratik’ barış vaat ediyorsa, ya da sosyalist devrim için mücadeleyi -şimdi, savaş sırasında sürdürülmesi gereken mücadeleyi- reddediyorsa, proletaryayı aldatıyor demektir.”[20]
Çünkü “Emperyalizm, yüksek düzeyde gelişmiş kapitalizmdir;… emperyalizm demokrasinin yadsınmasıdır ‘bundan ötürü’ kapitalizmde demokrasi ‘erişilebilir’ bir şey değildir. Emperyalist savaş, geri monarşilerde olsun, ilerici cumhuriyetlerde olsun, tüm demokrasinin açıktan ihlâlidir ‘bundan ötürü’, ‘haklar’dan (yani demokrasiden) söz etmenin anlamı yoktur. Emperyalist savaşın ‘karşısına konabilecek’ ‘tek’ şey sosyalizmdir; yalnızca sosyalizm ‘çıkış yolu’dur; ‘bundan ötürü’ bizim asgari programımızda, yani kapitalizmde demokratik sloganlar öne sürmemiz bir aldanıştır ya da hayaldir, sosyalist devrimin saptırılması ya da ertelenmesidir, vb.’dir.”[21]
O hâlde aklımız, “Savaş insanoğlunun bir sorun çözme aracıdır. İnsan doğasının bir yansımasıdır. Ancak sadece insan doğasıyla açıklamak mümkün değildir zira insan dışındaki varlıklar arasında da çok yaygın hâldedir. O hâlde savaşı bir doğa yasası olarak görmek mümkündür,”[22] türünden bir saçmalıktan malûl değilse; savaşın sınıflı-sömürü ile ilintisini ve barışın anti-kapitalist ve anti-emperyalist olmakla mükellef olduğunu bir an dahi unutmamak gerekir.
Çünkü, “Dünya ölçeğinde modern tekelci kapitalizm – üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet sürdüğü sürece, böyle bir sistemde savaşlar mutlak olarak kaçınılmaz”ken;[23] Lucy Parsons’un, “Özgürlük bedeli dışında her ne pahasına olursa olsun barış için çalışmaya hazırız,” tutumunu örnek almalıyız.
Bunlarla birlikte “Emperyalizmin en son gereksinmesi hammadde, sömürülen emek ve denetlenen pazarlar değildir: Hiçe sayılan bir insanlıktır,”[24] saptamasından hareketle emperyalizme karşı mücadele[25] bir yerde beşeri soru(n) iken; Che Guevara’nın, “Mazlum halkların her zaferi emperyalizmin bağrına saplanmış bir hançerdir”; V. İ. Lenin’in, “Ezilen bir sınıf, silah kullanmayı öğrenmek ve silah edinmek için çaba göstermiyorsa, köle muamelesi görmeyi hak ediyor demektir,” saptamaları ile emperyalizme karşı mücadelenin diyalektiği, Maximilien Robespierre’in “Yöneldiğimiz amaç nedir? Eşitlik ve özgürlükten barış içinde faydalanmaktır,” ifadesiyle özetlenebilir…
Yazar, aktivist. 1954, Kale Mahallesi / Çorum doğumlu. Baba adı Kemal, anne adı Necla’dır. Eserlerinin çoğu Sibel Özbudun ve diğer yazarlarla birlikte kaleme aldığı kolektif çalışmalardır. Kitapları dışında kendisi hakkında yeterli bilgi bulunamayan Temel Demirer, kendisini şöyle anlatır:
“Kendimden söz etmenin pek anlamlı ve “şık” olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm… Ne yazacağımı kestiremedim. Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım… “İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil” diyen(lerden); dünyaya aşağıdan bakan(lardan); kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan); yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan) ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden); sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden); bir afet-i devrana aşık olan(lardan); hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan) ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim… Ve nihayet halen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım.”
N O T L A R
[1] Aşık Mahzuni Şerif.
[2] Güçlünün Silahı/ Amerikan Devlet Terörü Üzerine Söyleşiler, Hazırlayanlar: Cihan Aksan-Joan Bailes, çev: Serap Arslanpay, Metis Yay., 2014.
[3] “Şimdilerde küreselleştirme dediğimiz ekonomik düzenin fanatikliğinin bir kısmı bağnazlıktan kaynaklanıyor. Ve bağnazlık her zaman olduğu gibi bu düzenden başka seçenek olmadığı numarasına yatıyor. Tabii bu düpedüz yalan, kesinlikle doğru değil; ancak tüm insanlık tarihinin karşısında söyleniyor bu yalan.” (John Berger, Sanat ve Devrim, çev: Bige Berker, Agora Kitaplığı, 2007, s.186.)
[4] Türkkaya Ataöv, “ABD’nin Yaptığı Soykırımlar”, Cumhuriyet, 7 Mayıs 2021, s.2.
[5] M. Birol Güger, “Kesintisiz Savaş ve Amerikan Saldırganlığı”, Cumhuriyet, 5 Nisan 2022, s.2.
[6] Maitreya Bhakal, “ABD Rejiminin Bombardımanları”, Birgün, 8 Ağustos 2021, s.5.
[7] Fikret Başkaya, “NATO: Emperyalist Yayılmacılığın Hizmetinde Bir Savaş Makinesi…”, Yeni Yaşam, Birgün, 28 Haziran 2022, s.10.
[8] Hasan Erel, “ABD’nin Karadeliği”, Cumhuriyet, 23 Aralık 2022, s.2.
[9] Soner Yalçın, “Kim Düşman”, Sözcü, 15 Nisan 2022, s.10.
[10] Hayri Kozanoğlu, “11 Maddede 11 Eylül”, Birgün, 14 Eylül 2021, s.5.
[11] Deniz Adalı, “ABD Hegemonyası ve NATO”, Kaldıraç Dergisi, No:251, Haziran 2022, s.46-52.
[12] Ceyda Karan, “11 Eylül: Siyasal İslâmcılık İçin ‘Allahın Lütfu’…”, Birgün, 13 Eylül 2021, s.4.
[13] “Gitti Trump, Geldi Biden Değişen Ne?”, Çağrı Dergisi, No:205, Kasım Aralık Ocak 2021/4, s.14-16.
[14] ABD zihniyetinin, eylemlerinin başkaları tarafından nasıl algılandığı (ve acı çektiği) konusunda kibir ve duyarsızlık hâkimdir. Bir örnek, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in Vietnam’a yaptığı ziyarettir. Başkan Yardımcısı Harris gururla, iki/ üç milyon insanı öldüren Amerikan napalmını ve bombalarını ve 400.000 insanı öldüren ya da sakat bırakan ve 500.000 çocuğun kusurlu doğmasına sebep Agent Orange’ı unutarak, Amerika’nın “Geri döndüğünü” duyurdu! Daha da şaşırtıcı bir şekilde, Vietnam’da bir Amerikan pilotunun (23 bombalama uçuşu yapan daha sonraları Senatör olan John McCain) vurulduğu yerde bir anıt var, yani anıt bir katilin yakalanmasını anıyor. Ancak Harris, sağır ve küstah bir aptal olduğunu göstererek anıtı ziyaret etti ve “Vietnam’daki fedakârlığını ve muvazzaf olan tüm erkek ve kadınlarımızın fedakârlığını anıyoruz,” dedi. (Rodney Shakespeare, “Bir Canavar Seçeneklerini Düşünür”, 5 Ekim 2021… http://intizar.web.tr/analiz/haber/10195/bir-canavar-seceneklerini-dusunur)
[15] “Sömürgecisine itiraz edemeyen hep kardeşine düşman kesilir ve gücünü ona göstermeye çalışır. Sömürgecilik… ancak daha büyük bir şiddetle karşılaştığı zaman boyun eğer.” “Sömürgecisine itiraz edemeyen hep kardeşine düşman kesilir ve gücünü ona göstermeye çalışır.” “Sömürge halkı aşağılanır ama aşağılandığına asla inanmaz.” (Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, çev: Bayram Doktor, Burhan Yay., 1984.)
[16] Serhat Halis, “Kolomb’un Mirası: Barbarlık”, Birgün, 13 Ekim 2020, s.5.
[17] Stendhal, Kırmızı ve Siyah, çev: Cevdet Perin, Remzi Kitabevi, 1962, s.540.
[18] “PKK Yürütme Komitesi Üyesi Murat Karayılan’ın ANF’ye Açıklaması: NATO’ya Karşı Savaşmıyoruz, Amerika’ya Karşı Savaşmıyoruz”, 4 Haziran 2022… https://haber.sol.org.tr/haber/murat-karayilan-natoya-karsi-savasmiyoruz-amerikaya-karsi-savasmiyoruz-337569
[19] “türkiye solu uzun yıllar, kürt meselesine, rsdip’in tayin edici bir güç olduğu sovyetler tarihi ve lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi çerçevesinde baktı. ulusların kendi kaderini tayin hakkı vazgeçilmezdir tabii ama bu paradigma da bugünkü gerçekliğimizi açıklamaya uygun değil çünkü kürt hareketi türkiye sosyalist hareketinin tamamından dahi daha güçlü ve iri hatta zaman zaman solun kaderini tayin ettiğini söylemek yanlış olmaz,” (Ayşe Düzkan, “bir kere daha, öncülük üzerine”, 20 Ekim 2021… https://sendika.org/2021/10/bir-kere-daha-onculuk-uzerine-634542/) türünden bir tespit, ancak bunu kabul edenler içindir; elbette herkes için değil! Kaldı ki, “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” boyutundan (küçük ya da büyük olması), etkinliğinden (etkili ya da etkisiz) bağımsız olarak kendini sosyalist/ komünist olarak tanımlayan her hareket için ilkeseldir. Hiçbir sosyalist/ komünist hareket (tartışmalı) bir konjonktür uğruna (ya da birileri öyle “uygun” gördü diye!) bu ilkeden “kenar notları” düşemez, düşmemelidir de!
[20] V. İ. Lenin, “Barış Programı”… https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1916/mar/25.htm
[21] V. İ. Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1979, s.22.
[22] Ahmet Yavuz, “Dolaylı Savaş”, Cumhuriyet, 3 Ekim 2022, s.9.
[23] V. İ. Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev: Cemal Süreya, Sol Yay., 1969.
[24] John Berger, Sanat ve Devrim, çev: Bige Berker, Agora Kitaplığı, 2007, s.152.
[25] “Burjuvazi zayıf olsa bile, hiçbir zaman yalnız değildir; eksik bir gücü ona vermek ve gerekirse, kendi başına çözemediği problemleri çözmesini sağlamak üzere ülkesine doğrudan müdahalede bulunmak için emperyalizm orada hazırdır.” (Louis Althusser, Felsefede Marksist Olmak, çev: İsmet Birkan, Can Yay., 2018., s.208.)