Karl Marx, çoğunlukla katıksız bir ekonomi düşünürü olarak düşünülür. Ancak meşhur sosyalist aynı zamanda, adanmış bir demokrattı ve yazıları bizim demokratik olmayan politik sistemimizi demokratlaştırmak için potansiyel çareler sunmaktadır.
ABD ve Avrupa solunda demokratik kurumlarımızın başarısız olduğu yönünde yaygın bir kabul var. Bernie Sanders’in ABD’nin oligarşik yapılarına karşı politik bir devrim kampanyasından Rebecca Long-Bailey’in İngiltere’nin Lordlar Kamarası’nı lağvetme ve İngiliz Devleti’ni bir “sismik şoka” sokma isteğine kadar önde gelen demokrat sosyalistlerin tümü daha adil bir toplumsal düzen hareketinin politik sistemlerimizi demokratikleştirmesinin kaçınılmaz olduğunun gayet farkındalar.
Bilinen sorunlar: karar alma ve yasama üzerinde şirketlerin ve elitlerin etkisi, kontrolsüz yürütme gücü, erişilmez ve hesap sorulamayan seçilmişler. Politik sistemlerimiz aldıkları kararlara tabi olanları yabancılaştırıyor ve iktidara gelecek bir sosyalist hükumeti başarısız kalmakta tehdit ediyor. Daha belirsiz olansa, bununla birlikte, hangi somut değişimlerin bu sorunları çözmeye başlayacağıdır..
Fikirlerin verimli bir kaynağı da, Karl Marx’ın politik ve anayasa yazılarıdır. Marx’ın normal olarak, anayasalar ve politik kurumlar hakkında söyleyecek çok az şeyi olan katıksız bir ekonomi düşünürü olarak düşünüldüğü göz önüne alındığında bu şaşırtıcı gözükebilir.
Marx’ın hiçbir zaman ayrıntılı ve kendisine ait bir anayasal teori geliştirmediği doğrudur. Ancak, ünlü sosyalist adanmış bir demokrattı ve yazıları seçilmiş hükmet ve liberal anayasacılığın incelikli bir eleştirisine sahip olmanın yanı sıra onun yerini alması gereken halka ait kurumlarında bir taslağını sunuyordu.
Bu fikirlerin çoğu, – temsilcilerin / vekillerin hesap verme zorunluluğu, yasamanın yürütme üzerindeki üstünlüğünün önemi, devlet görevleri başta olmak üzere devlet organlarının halkçı ve özellikle kamu hizmetinin dönüşmesinin gerekliliği üzerineydi. Marx’ın işçi sınıfının 1871 yılının Mart – Mayıs ayları boyunca Paris’i kontrolü altına , Paris Komünü deneyiminden esinlenmişti. Marx’ın fikirleri aynı zamanda İngiliz Çartistleri, Fransız demokratları ve ABD Anti-Federalistlerini kapsayan daha eski bir radikal politik düşünce geleneğine uygunluk gösteriyordu ve onlardan etkilenmişti (Karma Nabulsi, Stuart White ve benim yayınlanacak olan Radical Republicanism’in / radikal cumhuriyetçilik kitabımız da incelediğimiz bir gelenek).
Marx’ın fikirlerini katı şekilde tanımlanacak birer kılavuz olarak ele almak hata olacaktır. Onun yazıları bunun için yeterli detay vermez (“Geleceğin restoranları için yemek tarifleri” yazmaya karşı olan birisi için hiçte şaşırtıcı değil). Hiçbir düşünür yanılmaz bir hakikat kaynağı olarak düşünülmemelidir. Ancak politik kurumlarınızı nasıl demokratikleştirebileceğimizi düşünürken, Marx’ın yazıları yararlanabileceğimiz önemli kaynaklardır.
Marx’ın yazıları, demokrasinin sosyalizm için merkezi önemde olduğunu kendimize hatırlatmak için son derece önemli bir fırsat sunar. Demokrasinin sosyalizmi inşa etmenin asli bir ön koşulu olmamasın yanı sıra, bizim politik sistemi demokratikleştirme motivasyonumuz ekonomiyi demokratikleştirmeye dönük isteğimizle aynı kaynağa dayanıp, halkın, yaşamını şekillendiren yapıların ve güçlerin üzerinde halkın kontrol sahibi olmasını gerektirir.
“Evrensel Oy Hakkı Halka Hizmet Eder”
Marx, evrensel oy hakkının sosyalizmin aslî ön koşullarından biri olduğuna inanıyordu. En iyimser olduğu nokta ise “ oy hakkının kaçınılmaz sonucunun…işçi sınıfının politik üstünlüğü” olacağını düşünüyordu.
Ancak Marx aynı zamanda seçilmiş iktidarın, oy kullanımının özgürleştirici potansiyelini baltalayarak, seçilmiş yetkililere yasama organlarında nasıl oy kullanacakları ve nasıl davranacakları konusunda büyük takdir yetkisi verdiğinden endişe ediyordu.
Düzenli seçimler seçmenlere önemli bir yaptırım gücü sağlayıp, uymayan serserileri yeniden seçmemeyi tercih imkan sağlamasına rağmen, seçilmişler formel olarak seçmenlerin isteklerine bağlı değildi. Marx, bunun secilen vekillerin seçmenlerinden çok kendi elitinin çıkarlarını temsil etmesi daha muhtemel olan bir hesap vermez yetkililer sınıfı yarattığına inanıyordu.
Marx vekiller ile seçmen arasındaki mesafeyi küçültmek için çeşitli mekanizmalar uygun görmüştü – bunların aralarında en önde geleni ise feshetmekti. Bu yurttaşlara bir sonraki seçim için yıllarca beklemekten çok temsilcileri hemen görevden alma yetkisini veriyordu. Marx konuyla ilgili şöyle bir şaka yapıyordu: Patronlar “doğru adamı doğru yere koymak için bireysel oy hakkına güveniyor ve eğer bir kez hata yaparlarsa onları hemen görevden alıyor”, aynı patronlar evrensel oy hakkının benzer bir yetkiyi tüm seçmenlere tanıması fikrinden ise dehşete kapılıyor.
Marx ayrıca “mecburi yükümlülükler” fikrini de benimsiyordu. Buna göre seçmenler vekillere yasal olarak bağlayıcı talimatlar veriyor, böylece yurttaşların yasama süreçlerine doğrudan katılımı sağlanıp ve seçilmiş yetkililerin kampanya vaatlerinden vazgeçmesi engellenmiş oluyordu. Nihaî olarak Marx uzun parlamento dönemlerine eleştirisel yaklaşıyor ve seçimlerin çok daha sık yapılmasını savunuyordu.
Çartistlerin (1838’den 1850’ye kadar İngiltere de siyasal reformlar için mücadele eden işçi sınıfı hareketi / çevirmenin notu) yıllık seçim taleplerini yorumlarken Marx, “Bu olmaksızın evrensel oy hakkının işçi sınıf için bir illüzyon olmanın ötesine geçemeyeceği bir ön koşul” olarak niteliyordu.
Bununla birlikte Marx, bu önlemlerin temsili iktidarı dönüştüreceğini savunuyordu: “Egemen sınıf üyesinin Parlamento’da halkı yanlış temsil ettiği üç veya altı yılda bir kez karar vermek yerine, evrensel oy hakkı…. halka hizmet ede[cektir].” diyordu.
Günümüz siyasetinde Sol, erişilmez ve hesap vermez temsilcilere kaşı öfkeyi harekete geçirmekte her zaman Sağ kadar başarılı olmadı. Boris Johmson ve onun medya şürekası Brexit müzakerelerinde İngiliz parlamentosunun rolünü “parlamentoya karşı halk” anlatısına dönüştürerek ayrılma yanlısı seçmelerinin öfkesine etkin bir kanal oldu. İtalya’da sağ popülist Beş Yıldız Hareketi’nin yolsuzluğa bulaşmış politikacılara yönelik saldırısı ve vekilleriyle üyeleri arasında mecburi yükümlülük uygulamasına gideceği vaadiyle önemli bir başarı yakaladı. Bu da liberallerin temsili hükumet eleştirilerini ve mecburi yükümlülük gibi karşı önlemleri sakıncalı ve popülist olarak niteleyip reddetmelerini kolaylaştırdı.
Ancak sol için bu zemini, sağa teslim etmek bir hata olacaktır. Marx’ın tavsiyeleri, üzerinde mutabakat kalacağımız mutlak kurumsal önemler olmayabilir ancak bu tavsiyelerin, vekilleri hesap verebilir kılmak ve yurttaşlara demokrasilerinde gerçek bir söz hakkı tanımak açısından anayasal “cephanemizin” bir kısmını oluşturmaları gerektiği açıktır.
Yürütmeye Dair Bir Eleştiri
Temsili demokrasi hakkında kuşkuları olmakla birlikte, Marx yasamayı demokratik siyaset için merkezi önemde görmüştür. Paris Komunü’ne, meclisten ayrı bir cumhurbaşkanı atamak ve kabine oluşturmak yerine komun konseyi üyelerini bakanlık gibi görevlere atadığı için övgüde bulunmuştur.
Marx için aşırı bir yürütme gücü erişilmez vekillerden bile daha tehlikeliydi. Suçluları affetmek, yerel ve belediye konseylerini görevden almak, yabancı ülkeler antlaşmalar imzalamak ve en şiddetli karşı çıktığı ise Ulusal Meclis’e danışmadan bakanlar atamak ve görevden almak haklarına sahip doğrudan seçilmiş bir başkanlık sitemi kuran bir belge olan 1848 Fransa Anayasası’na (İkinci Fransız Cumhuriyeti’ni kurucu anayasası) özellikle eleştirel yaklaşıyordu. Marx, bunun “monarşik bir iktidarın tüm gücüyle” donatılmış bir başkan ve devlet yönetimi üzerinde “fiili etkisini tamamen kaybetmesine yol açan” bir yasama organı ortaya çıkardığında ısrar ediyordu. Marx’a göre anayasa, “Babadan oğla geçen monarşiyi” “seçime dayalı bir monarşiyle” değiştirmişti.
Marx’ın güçlü yöneticilere kaşı polemik yürütmesinin bir nedeni onların halk kontrolü, gözetim ve denetiminden kaçmalarından endişe etmesiydi. Aynı zamanda başkanlık yetkisinin kişisel mahiyeti nedeniyle de endişeliydi. Bunun nedeni liderlerin kendilerini “ulusal ruhun,” vücut bulmuş hali, “Onlara insanların lütfuyla” bahşedilen bir tür ilahi hakka sahip oldukları” şeklinde resmetmeleriydi.
Bugün bu yorumları okurken Başkan Donald Trump’ı düşünmemek elde değil. Gerçekten de Trump ve Louis Napolyon (nihayetinde İkinci Cumhuriyet’i deviren başkan) arasında bazı etkileyici paralellikler mevcuttur. Ancak daha yapısal soruna tekabül eden ise -ki yaratılmasında Demokrat Parti’nin etkin bir çabası olmuş- kongrenin denetiminden büyük oranda muaf tutulan Amerika Birleşik Devletleri’nin emperyal başkanlığıdır. Aynı sorunlar / SIKINTILAR İngiliz anayasasını da mevcut olup ve Irak Savaşı döneminde Tony Blair ve Brexit müzakereleri süresince de Boris Johnson tarafından istismar edilmiştir. 1958’de Charles de Gaulle yönetimi altında şekillendirilen Fransa’nın mevcut anayasası da iktidarı yürütmenin elinde yoğunlaştıracak şekilde tasarlanmıştı (Başkan Emmanuel Macron tarafından hevesle benimsenmiş bir miras).
Marx’ın yazıları bize parlamentarizm eleştirisinin (seçilmiş yetkililerin reform projelerindeki başat aktörler olduğu fikri) yasamaya yönelik toptan bir saldırı olarak algılamamız gerektiğini hatırlatır. Var olan parlamentolar hiç kuşku yok ki doyurucu olmaktan çok uzak olup, daha geniş tabanlı sosyalist bir hareketle, parlamentodaki sosyalist temsil konusunda devasa ve uzun süredir devam eden örgütsel sorunlar vardır.
Ancak buna cevap, mahkemelerin gücüne güvenerek ilerici hedefleri savunmak, türlü yetkilere sahip bir sosyalist yöneticiyi yürütmenin başına getirmek – ya da bu nedenle yasama organındaki temsili bütünüyle terk etmek olmamalıdır. Yasama üç devlet erkinden en demokratik olanıdır. ABD’nin Federalist kurucuları yasamanın yetkilerini sınırlamaya oldukça hevesliydiler ama demokratik sosyalistler onu yürütme ve yargısal müdahaleye karşı korumalıdırlar.
Bürokrasiyi Dönüştürmek
Marx’ın temsil ve yasama üzerine düşünceleri çoğu temsili modern hükumetler için ciddi ve geniş kapsamlı reformlar gerektirir. Ancak onun bürokrasi üzerine görüşleri tanıdık olduğumuz politik sistemlerden radikal olarak farklılık gösterir.
Marx devletin, sıradan işçileri kamu idaresinin merkezine koyacak köklü bir dönüşümün peşindeydi. Devletin bürokrasisini rekabetçi seçimlere açmayı öngörüyordu ve seçmenlerin seçilmişleri azletme yetkisini savunup, görevden el çektirme yetkisinin bürokrasi için de geçerli olmasından yanaydı. Marx’ın gözünde bu, devleti, halkın üzerinde hüküm süren ayrı, yabancılaşmış bir kurumdan, halkın kontrolü altında olan bir kuruma dönüştürecekti: “Halkın kibirli efendileri, her zaman görevden alınabilecek hizmetkarlara dönüşecek, sözde sorumluğunun yerini gerçek bir sorumluluk alacak, yetkililer sürekli olarak kamu denetimi altında olacaktır.”
Bu yorumlar, Marx’ın bürokratlara duyduğu uzun süreli güvensizlik ve hatta tiksintiyle uyum içindedir (Marx’ın bürokratik devletçilikle alışılagelmiş ilişkisi göz önüne alındığında ironik). Marx bu bürokratik sınıfı tanımlarken “eğitimli kast”, “devlet parazitleri ordusu”, “dalkavuklar ve yalakalar” sınıfı gibi nitelemeler kullanıyordu. Ve “sade işçilerin” hükumet görevlerini kendi sözde “doğal amirlerinden” daha “alçak gönüllü, itinalı ve etkin” bir şekilde yürütmeye muktedir olduğundan söz ediyordu.
Marx’ın vizyonu hiç kuşku yok ki cezbedicidir. Sıklıkla sıradan insanlar işgüzar bürokratların kahrını çeker – kendi yaşamlarını teminat altına almak için kul köle olmaya zorlanırlar.
Fakat modern ve karmaşık bir toplumda, Marx’in vizyonu; yetersiz teknik uzmanlık ve deneyimsiz idarecilerin şirketler / kurumlar tarafından avlanması da dahil olmak üzere zorlu engellerle karşı karşıya kalacaktır.
Nihayetinde, ciddi şekilde demokratikleşmiş bir bürokrasiyi, kamu yönetiminde yer alacak veya almak isteyen insanlara olabildiğince vakit olanağı sağlayabilecek bir ekonomik çerçeve olmadan tasavvur etmek zordur.
Marx’ın yazıları bürokrasiyi demokratikleştirme planının nasıl işleyeceği hakkında gerçek bir kılavuz sunmaz. Aklında modellediği kadarıyla, bu plan aşağı yukarı antik Atina’ya benzemektedir. Burada yurttaşlar dönüşümlü olarak egemen olur ya da yönetilirdi ve kimin yöneteceğine kura ile karar verilirdi (Marx’ın yazdığı dönemde çok az anlaşılmış ve büyük oranda unutulmuş bir Atina demokrasisi özelliğidir bu).
Dikkat çekici bir şekilde, bazı temsili hükumetlerin başarısızlıklarını gidermenin potansiyel bir yöntemi olarak demokrasi teorisi ve pratiklerinde son dönemde yeniden ortaya çıkmış olan şey antik demokrasinin bu unsurudur. Konu çok oldukça tartışılıyor; örneğin, Yurttaş Meclisleri – bunlar hem spesifik politikalar hem de anayasal reformlar üzerine tartışıp, tavsiyeler ve öneriler yapmakla görevli olan, rastgele seçilmiş halk gruplarıdır. Yurttaş meclisleri İrlanda’da anayasal değişiklikleri, Kanada’daki British Columbia ve Onario’daki seçim sistemi reform tasarılarını tartışmak için kullanılmıştı.
İngiltere’de ise devam eden bir kampanya gelecekteki herhangi bir anayasal sözleşme / konvansiyon için yurttaş meclislerinin dahil edilmesi için baskı uyguluyor.
Buna ek olarak, ABD’li siyasal kuramcı John McCormick, Roma plebeian tribününün modern bir biçimi olan ilginç bir öneri de sundu. Buna göre oluşumun 51 üyesi olacak, bu kişiler nüfusun geniş kesiminden seçilip (en zenginler ise yüzde 10 oranında yer alacak), kanun tasarısı sunabilecek, referanduma gidip, kamu görevlilerini görevden alabilecek yetkiye sahip olacak.
Bu tür bir kura ile seçme, Marx’ın vatandaşların doğrudan hükumet ve kamu yönetimi görevlerini yerine getirebildiği bir siyasal sistem için beslediği umutlarının gerçekleştirilmesinin bir yöntemi olabilir.
Demokrat Marx
Marx seçilmiş hükümletin yerinden ettiği mutlakıyetçi rejimlere kıyasla muazzam bir ilerleme olduğuna her zaman inanmıştı. Ancak o aynı zamanda bunun “demokrasi” denklemini (zaafında) belirmişti. Bunu giderecek -yukarıda özetlenen kurumsal değişikliklerin “gerçek demokratik kurumlara” sahip bir siyasi sistem yaratacağını savundu.
Marx’a göre, bu yapılar ekonomik alanda sosyalizmin ilerlemesi için hayatiydi. Sosyalistlerin mevcut devlet kurumlarını basitçe devralıp sonra gemiyi sosyalizme yönlendirebileceklerini düşünmek ciddi bir hataydı (Marx’ın kendisi de bu hatayı yaptığını kabul etmişti). Sosyalistler, diye yazmıştı, “Halihazırdaki devlet mekanizmasını olduğu gibi bırakıp, kendi amaçları için kullanamaz.”Eğer politik iktidar “Halkın elinde” kalmaya devam edecekse halkın “Devlet mekanizmasını yıkıp, egemen sınıfların hükumet aparatının yerine kendilerininkini koyması” bir zorunluluk.
Bu, Marx’ın en önemli politik ve anayasal öngörülerinden biri olmaya devam etmektedir. Radikal ekonomik dönüşüm, radikal politik dönüşümle el ele gitmek zorundadır. Sonuncusunu göz ardı etmek ilkinin altını kazır.
Sosyalizmin yeniden doğduğu ancak hâlâ kırılgan olduğu bir çağda Marx’ın halk demokrasisi üzerine görüşleri daha yakından dikkatlice incelenmeyi hak ediyor. Onun anlayışını nasıl gerçekleştireceğimizi seçmek ise bize kalmış.
Dr. Bruno Leiphold kimdir?
Bruno Leipold; Karl Marx, Cumhuriyetçi siyasal gelenek ve on dokuzuncu yüzyılın siyasal düşünceleri üzerine çalışıyor. LSE’ye (London School of Economics) gelmeden önce Avrupa Üniversitesi Enstitüsü ve Frankfurt Goethe Üniversitesi’nde görev yaptı ve Oxford Üniversitesi’nden doktora derecesini aldı.
Bu makale JACOBIN de yayınlanan İngilizce orijinal versiyonundan çevrilmiştir. Çeviri: BARIŞ YILDIRIM