Günün anlam ve önemine binaen bugünkü konuğum Ankara üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan iktisat tarihçisi İhsan Seddar Kaynar. Mustafa Kemal’in 27 Aralık 1919’da gelerek Kurtuluş Savaşının temellerini attığı Ankara genellikle resmi binalardan oluşan, sevimsiz bir “lojman griliği”nden ibarettir çoğu insana göre. Oysa bir Cumhuriyet kenti olan Ankara, pavyonları, bağları, birası, keçileri, karakteristik mahalleleri, gecekonduları ve hanlarıyla yeterince keşfedilmemiş bir kültürel miras da barındırır içinde. İhsan hoca’nın araştırmaları bu açıdan çok kıymetli. Kendisiyle Ankara üzerine konuştuk.
Hocam öncelikle akademiye nasıl girdiniz, neden İktisat Tarihi ve Hakkari diye sorsam?
İktisat tarihi hakkında konuşmak için 2000’li yılların Ankara’sına dönmem gerekiyor. Artık sadece eserleri ile aramızda olan Prof. İşaya Üşür’ün adını anmadan bunu anlatmak zor. 1990’lı yılların sonunda bir üniversite öğrencisi olarak ODTÜ’ye geldiğimde, hem kampüs içinde hem de kampüs dışında, Ankara’nın zengin entelektüel ortamı olarak adlandırılabilecek çok sayıda panel, sempozyum ve benzeri etkinlikler düzenlenirdi. Kampüs dışındaki etkinliklerde İşaya Hoca’yı toplumsal bir sorumluluk olarak yer aldığı kürsülerde konuşurken tanıdım. Her zaman dinleyicilerine yeni ufuklar açarken, benim çevremde yer alan insanların da saygı duyarak danıştığı önemli bir akademisyendi. Bir mühendislik öğrencisiyken beni peşinden koşturan pek çok kavramı ve meseleyi ilk defa ondan duydum. Ankara’nın entelektüel ortamında sözleri her zaman değerliydi, her zaman ilgiyle izlenirdi. Özellikle TMMOB’a bağlı odaların etkinlikleri İşaya Hocasız olmazdı.
Yıllar sonra bir iktisat öğrencisi olarak kendisinden ders alma şansına eriştiğimde, ben de iktisat tarihçisi olmaya karar vermiş ve kendimi daha birinci sınıftan hazırlamaya başlamıştım. İşaya Hocanın derslerini almamış, etkinliklerde konuşmalarını takip etmemiş olsaydım, muhtemelen matematik yoğun bir iktisat alanına yönelirdim.
İktisat bölümlerinde öğrencileri entelektüel bakımdan en çok geliştiren derslerin iktisat tarihi dersleri olduğunu lisansta görmüş oldum. 2009’da iktisat bölümünden yeni mezun bir iktisatçı olarak, İktisat Tarihi Anabilim Dalı için açılan ilanları takip etmeye başladım. İlk İktisat Tarihi asistan ilanı Hakkari Üniversitesi’nde açıldı. Ben de evraklarımı posta ile gönderip, ilana başvurdum. O yıllarda yeni açılan üniversitelerdeki ilanlar pek ilgi çekici değildi.
Ön başvuru sonuçları açıklandığında sınava girecek tek kişinin kendim olduğunu ve asistan sınavının Ankara’da yapılacağını öğrendim. Ankara Üniversitesi’nin Fen Fakültesi kampüsünde sınava girdim. Sınava bir yandan hem İşaya Hocanın lisans derslerinde takip ettiği usule uygun hazırlanırken, bir yandan da kitabevlerinden rasgele aldığım iktisat tarihi kitaplarını karıştırarak hazırlandım. Sınav sabahı sınıfta yerimi almışken, kapıdan içeri İşaya Hoca’nın girdiğini gördüğümde, rahat bir soluk almıştım. Hoca yanıma kadar gelip cebinden çıkardığı soruları verdi. Sınava tek başıma girmenin rahatlığına, sınav sorularımı İşaya Hocanın hazırlamış olması eklendi. İşaya Hoca’nın bütün derslerine giren, Ankara’da katıldığı her etkinliği takip eden, derslerde verdiği okuma listelerini defalarca okuyan biri olarak, bana akademinin kapısını aralayan da İşaya Hoca olmuştu. Daha sonra lisansüstü eğitimimi Marmara Üniversitesi’nde tamamladım. Burada da Murat Koraltürk ile çalışmış olmanın akademisyen olarak gelişmemde tarifi imkansız bir katkısı olduğunu vurgulamak isterim.
Peki neden Ankara diye sorsam?
Akademiye adım attıktan sonra Ankara üzerine yazılar yazmak istiyordum. Akademisyenin sorumlulukları vardır.
Ben Ankara üzerine çalışmaya başladığımda şehrin belediye başkanı, tarihi binaları yıkıp önünde selfie çekiyordu.
Beni asıl harekete geçiren Ankara’nın tarihsizleştirilmesine şahit olmak oldu. Bunun bir de akademi tarafı var. Özellikle iktisadi tarih alanında Ankara’nın konu edilmemiş olması bana tuhaf geldi ve ben de kesintisiz 10 yıl yaşadığım Ankara’yı yazmaya karar verdim. Konuyu Ankara seçince gerisi geliyor, ama bu seçimim kolay kabul görmedi. İlk tez izleme komitemde neler yapacağımı, neleri nasıl araştıracağımı anlattıktan sonra, komite üyeleri bana: “Osmanlı Arşivinde doktora tezi yazdıracak kadar Ankara belgesi bulamazsan ne yapacaksın?” diye sordular. Ben de o zaman olmayan belgelerin neden olmadığını anlatırım demiştim.
Olmayan belgenin neden olmadığını yazmanın, olan belgeyi yazmak kadar yaygın bir çalışma metodu olduğunu sonradan yaşayarak öğrendim. Elbette bir iktisat tarihi tezinin içine sığdıramayacak kadar çok belge buldum, ayrıca İngiltere’ye gidip Londra’da bulunan National Archive’daki belgelerden de faydalandım.
Kabaca şu cümleyi kurabilir miyiz? Siyasi tarih açısından “Ankara soldur, İstanbul ise sağ” (Ankara, Cumhuriyetçi sekülerizmin sembolü iken, İstanbul muhafazakarlığın sembolüdür)
İşaya Hoca’nın solun kavramsal çerçevesini tartıştığı bir röportajı var, bu soru bana o röportajı anımsattı. Boyumdan büyük laf etmeden yanıtlamaya çalışayım. İstanbul çok özel bir şehir, İstanbul’a hayatını vakfetmiş insanlar varken bana söz düşmez sanırım. Ben Ankara açısından yanıt vermek isterim. 1919’un Eylül’ünde son Osmanlı Valisi tutuklanıp İstanbul’a gönderildikten sonra şehre yapılan müdahale ve şehrin 1923’te başkent ilan edilmesi ile Ankara, tarihi gelişimi içinde başka bir aşamaya geçmiştir.
Dr. İhsan Seddar Kaynar Kimdir?
1981 yılında Ünye’de doğmuştur. ODTÜ’de Bilgisayar Mühendisliği ve Gazi Üniversitesi’nde İktisat Bölümü’nde okumuştur. Lisansüstü eğitimini Marmara Üniversitesi SBE’de İktisat / İktisat Tarihi alanında tamamlamıştır. 2015 yılında Koç Üniversitesi – VEKAM Araştırma Ödülü’nü alan doktora tezi, 2020 yılında Engürü’den Ankara’ya: Ankara’nın İktisadi Tarihi (1892-1960) adıyla Efil Yayınevi’nden çıkmıştır. Akademik çalışmaları imparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecinde Türkiye’nin iktisadi değişimi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Türkiye tarımı, Fındık ve Ankara’yı konu edinen pek çok çalışmasının yanında mutfak kültürü, yük hayvanları, çekirge, akarsu ve su kaynakları konulu tebliğleri ve makaleleri bulunmaktadır. Hakkari Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi’nde; İngiltere’de University of Reading ile Almanya’da Humboldt-Universität zu Berlin’de akademik çalışmalarını sürdürmüştür. Çalışmalarına halen Almanya’da devam etmektedir.
Yeni devletin bütün kurumları Ankara merkezli olarak baştan örgütlenmeye başlandığı için devletin her türlü müdahalesine açık olmuştur. Bu müdahaleleri, parktaki çiçeğin kurumaması için Çubuk Barajı’ndan getirilen suyun sulamada kullanılmasından tutun da, sarhoşların sokaklardan toplanıp Elmadağı’nın eteklerine bırakılmasına kadar geniş bir aralıkta düşünün. 1920’den itibaren Ankara’nın hem merkezinde hem de Polatlı ve Keskin gibi ilçelerinde nüfus yapısı önemli değişimler geçirmiştir. Şehir merkezinde memur nüfusun yoğunluğu artmış, ilk gelen memurlar ya bekar olduklarından ya da ailelerini sonradan getirdiklerinden, şehir merkezi hızla memurlaşmış ve erkekleşmiştir. Ankara’nın memur şehri olduğu söylenirken ortada bir abartı olduğu düşünülebilir. Oysa 1935 yılında şehir nüfusunun tam yarısı şehirde görevli memurlar ve aile üyelerinden oluşuyordu.
Memurların aileleri ile oluşturduğu nüfus 59.845 kişiye ulaşmaktadır ki, bu kent nüfusunun neredeyse yüzde 49’una denk gelmektedir. Bu tarihten sonra Ankara’da açılmaya başlayan fakülte, enstitü ve üniversitelerle birlikte şehirdeki öğrenci nüfusu da azımsanmayacak sayılara ulaşacaktır. Ankara’daki memur ve öğrenci nüfusu, kısa süre içinde yerli nüfusu geçecektir. Geçimini devlet kapısına dayamış bu insanların sağ ya da sol olmalarını beklemek biraz hayal kırıklığı yaratabilir, çünkü devletçi olmaları onları daha çok ifade edebilir.
Öte yandan Ankara’nın resmi anlatısında pek yer bulamasalar da Türkiye’nin ilk gecekondularının Ankara’da kurulduğunu biliyoruz. O gecekonduların merkez üssü olan Altındağ’ın üzerinden 12 Eylül silindir gibi geçmiştir. Yüksek eğitim almak için Ankara’ya gelen öğrencilerin de şehrin ve ülkenin demokratik ortamına çok önemli katkılar yaptığını biliyoruz. Bugün sıklıkla başvurduğumuz forum geleneğinden bahsederken ODTÜ’deki ÖTK deneyimini de hatırlamak gerekiyor.
Son 100 yılda sürekli değişen Ankara ve İstanbul’un toplumsal yapıları ve barındırdıkları sınıfların bilinçleri, bize genelleme yapma imkanı tanımayacak kadar değişken ve hareketli.
Genelleme yapamıyorum çünkü toplumsal hafıza çok hızlı kendini yeniliyor ve birikmiyor. Mesela, Mustafa Kemal’in Milli Mücadeleyi Ankara’dan yönettiği günlerde, Mustafa Suphi de Ankara’ya gelmeye çalışıyor. Öte yandan Vedat Türkali, kavgamızın şehri diye İstanbul’a “bekle bizi” diye randevu veriyor. 1957’de Ankara’da bir sel felaketi oluyor ve 200’den fazla vatandaş hayatını kaybediyor ama gelin görün ki Ankara bunu hatırlamıyor bile. Benzer şekilde 1963’de Ankara’nın tam ortasına Ulus’a uçak düşüyor ya da 1978’de YIBA Çarşısı Yangını var. Bu felaketler nasıl bu kadar kolay unutulabiliyor? Ya da şehir merkezindeki tek Alevi Köyü istimlak edilip, yerine üniversite kuruluyor.
Soruya yanıt vermemek için örneklere sarılıyormuşum gibi görünebilir, bu doğru. Devletle bu kadar iç içe geçmiş ve kendi hafızasını sık sık yitiren bir şehirde ideolojik bir konumlanışta süreklilik olamayacağını söylemek istiyorum.
“Ankara olsun İstanbul olsun gecekondulardan gelip, türkü bilmeyen ve açlıkla mücadele eden insanların varlığını Ankara üzerinden anlatan Hasan Hüseyin Korkmazgil’in İnsan Pazarı şiiri belki de Ankara’yı anlamak için en iyi kılavuzlardan biri. “
Bir makalenizde “Erken Cumhuriyet döneminde Ankara’da yapılan her şey, ya ilk denemedir ya da önce Ankara’ya örnek olsun diye yapılmıştır” diyorsunuz, bu rota ne gibi değişimler gösterdi günümüze kadar?
Yıllar içinde yaptığım çalışmalarda erken cumhuriyet döneminde Ankara’ya gösterilen özeni anlatabilmek için karşılaştığım örneklerin sayısı giderek artıyor. Ankara, yeni kurulan devletin laboratuvarı olarak 1960’lara kadar ilk denemelerin yapıldığı yer olmuş. 1950’lerde İstanbul’a kaymaya başlayan ilgi, sonraki yıllarda daha da yoğunlaşmış.
Nüfus sayımı ilk defa Tecrübe Tahrir’i olarak Ankara’da yapılmış. Memur maaşlarına yapılan kira yardımı, Ankara’daki yüksek kiralar nedeniyle ilk defa Ankara’da uygulanmaya başlamış. Memur lojmanı olarak Saraçoğlu Mahallesi kurulmuş. İstanbul’un Şehremaneti Ankara’da da kurulmuş ve kurumun tek başına bir işe yaramadığı görülünce İstanbul’dan İstanbul’un başındaki Şehremini Ankara’ya getirilmiştir. 1930’da Belediye kanunu ile bütün şehirlerin yerel yönetimleri yasa önünde eşitlense de, Ankara’nın durumunu özel kılacak biri olarak Nevzat Tandoğan şehrin başına getirilmiş, sınırsız bir sorumlulukla şehri şekillendirmiş ve yönetmiştir. Türkiye’nin ilk gecekonduları 1920’li yılların ikinci yarısında Ankara’da ortaya çıkmıştır. Gecekonduları yıkmadan sorunu çözme işi için 1948’de çıkarılan kanun, ilk defa yine Ankara’da uygulanmıştır. Bugün Yenimahalle olarak adlandırılan ilçe, 3 yılda sıfırdan ortaya çıkmıştır. Bölge başlarda Ucuz Arsalar olarak anılmış, üzerine 20.000 nüfus barındırabilecek 2.000’nin üzerinde konut yapılmıştır. Konutlar o kadar hızlı yapılmıştır kurulduğu süreçte Yatakhane Kent olarak bile anılmıştır.
Erken Cumhuriyet döneminde küçük ilçelerin belediye başkanlığına kaymakamların atanmasına sık rastlanmaktadır. İlk defa 1954’de il düzeyinde seçilmiş belediye başkanı yerine valinin atanması Demokrat Parti döneminde “Mansup Reis” adıyla Ankara’da uygulanmıştır. Bu, CHP döneminde valilerin parti başkanı olmasından daha tuhaf ve idari açıdan daha ilginç bir durumdur. Ankara’da ikinci defa Mansup Reislik uygulandıktan sonra, valilerin belediye başkanı olarak atanması yaklaşık 12 ile yayılmıştır. Bugünkü kayyum pratiğinin, söz konusu mansup reislikle ne kadar benzediğini söylememe gerek yok sanırım.
Nevzat Tandoğan Ankara açısından neden önemlidir?
Nevzat Tandoğan, erken cumhuriyet döneminde tüm kötülüklerin kendisinde cisimleştiği bir isim olarak anılmaktadır. Hemen uyarayım ki, hakkında söylenegelen her şey tevatürdür ve kendisine yakıştırılmıştır. Hikayesini kısaca özetleyeyim: Tandoğan İstanbul’da Adalar’da şube müdürlüğü yaparken, İsmet İnönü tarafından Malatya’ya vali olarak atanmıştır. 11 Ekim 1924’te başlayan Malatya valiliği, Temmuz 1927 seçimlerinde Konya’dan mebus seçilmesi ile sona ermiştir. İki sene kadar mebusluk ve parti müfettişliği yaptıktan sonra, Ankara Şehremaneti’ne şehremini vekili olarak atanmıştır. Böylece Nevzat Tandoğan’ın Ankara’yı yönetme günleri de başlamış ve 22 Haziran 1929’da Ankara Valiliğine atanmasıyla devam etmiştir. 9 Temmuz 1946’da intihar edene kadar kesintisiz görev başında kalmıştır. Cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, milletvekilleri, belediye meclis üyeleri değişse de Tandoğan görevinin başında kalmıştır. Dikkat ederseniz Ankara’nın son imparatorluk valisi Muhittin Bey’in 1919 Eylül’ünde İstanbul’a gönderilmesinden itibaren Ankara şehir idaresinde (belediye ve valilik) süregelen karmaşa ve düzensizlik, 1929’da Tandoğan ile çözülmüştür. Erken cumhuriyet döneminde 17 yıl aynı görev başında kalan birkaç bürokrattan biridir. Onun gücünü aldığı iddia edilen İsmet İnönü bile başbakanlıkta kesintisiz kalmamış, Atatürk’ün sağlığında görevi Celal Bayar’a devretmiştir.
Tandoğan, hem vali hem de belediye başkanı olarak Ankara şehir merkezi ile doğrudan ilgilendiği gibi köy yollarının yapımı konusunda da hassas olmuştur. Tandoğan’ın adını Ankara tarihine yazdıran en önemli belge 385 maddelik “Ankara Belediye Zabıtası Talimatnamesi”dir. 385 maddede günlük yaşamın her detayını belirleyen kısıtlamalar bulunmakta ve toplumun her kesiminin uygulamak zorunda olduğu davranış biçimleri tek tek yazılmaktadır. Tandoğan aynı zamanda partinin de Ankara’daki başkanıdır.
Nevzat Tandoğan’ı olumsuz bir figür haline getiren İkinci Dünya Savaşı sırasında kabul edilen çeşitli kanunların uygulanmasıdır. Bunlar birbirleri ile sıkı sıkıya bağlı bir set halinde yorumlanması gereken Milli Korunma Kanunu, Varlık Vergisi Kanunu ve Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu’dur.
Bu kanunların Ankara’da uygulanmasında, bu kanunlara göre kurulmuş bütün komisyonların başında Tandoğan bulunmuştur.
Belediye seçimleri olur. Dönemin seçim kanununa uygun olarak CHP’nin Belediye Meclisi üyeleri seçimine yönelik aday tespiti yapılırken toplantıyı Vali ve Belediye Başkanı olarak Nevzat Tandoğan yönetir. Sonra seçilenler seçimden sonra ilk defa bir araya geldiğinde orayı da vali olarak selamlar ve başkan yardımcısı, katipler ve belediye encümeninin seçilim süreçlerini yönetir. O kadar yükselir ki, İsmet İnönü ile yemek yediğinde adı hemen milletvekili olacak, parti genel sekreteri olacak ya da dahiliye vekili olacak diye çıkmaktadır.
Onun şehri nasıl yönettiği konusunda bilgilerimiz kısıtlı. Doğrudan bilgimizin olmadığı bu gibi durumlarda, maalesef dolaylı ve yanlı aktarım yapan anılarda yer alan anlatılar gerçekmiş gibi tekrar ediliyor.
Mesela, Türkiye siyasi tarihinde sıklıkla başvurulan ve Ona mal edilen, artık vecize olmuş versiyonuyla “Bu ülkeye milliyetçilik lazımsa biz yaparız; komünizm gelecekse, biz getiririz” sözünü Tandoğan’ın söylediğine dair bir kaynağımız yok. Bu sözün bir kurgu olduğu ve güçlü bir kalem erbabı tarafından yazıldığı ortada.
Ama biz ısrarla, intihar etmiş bir adamın arkasından, bu sözü gerçekten söylenmiş gibi tekrar edip, erken cumhuriyet dönemini Tandoğan üzerinden mahkum ediyoruz. Halbuki Tandoğan bu iddia edilen diyaloğun muhatabı gibi reaksiyoner siyaset yapan biri değil, 385 madde ile şehir hayatını düzenlemeye çalışan kuralları olan bir bürokrat. Bu durum biraz da tarihçiliğin en önemli açmazlarında biri olan tevatür ve hikayelerin gerçekmiş gibi tarih yazımını belirlemesi nedeniyle olmuştur. Özellikle akademik metinlerde Yakup Kadri’nin Kemal Tahir’in Refik Halid’in (Taylan Esin ve Zeliha Etöz’ün “1916 Ankara Yangını” kitabı; yangın sırasında Ankara’da olan Refik Halid’in yalancı tanıklığını yazdıklarının edisyon kritiğini yaparak ortaya çıkarmıştır) ya da Şevket Süreyya Aydemir’in romanlarının temel kaynakçaya referans alındığını görmemiz bunun en önemli kanıtıdır.
Ankara’nın yakın tarihinde uydurma sözlerin yanında hissetme ya da kimsenin bilmediği ayrıntıları fark etme de gayet popüler bir tarz.
Orak çekiç ihtiyacımızı Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün havadan fotoğrafına bakarak, sosyalizm düşmanlığımızı ODTÜ’nün kampüs planında Rusya’ya çevrilmiş silah görerek teselli ediyoruz.
Latife olsun diye söyleyeyim; af edersiniz Gençlik Parkı’ndaki havuzun planına hiç bakmayalım o zaman.
Atatürk Orman Çiftliği şehrin iaşe kaynağı mıydı?
İktisat tarihi çalışmalarında iaşe kavramı, İstanbul için sıklıkla kullanılır. Bu kavram prekapitalist toplumlarda devletin yönetim yerinin ayrıcalığına işaret eden özel bir durumu anlatır. Bu açıdan AOÇ, Ankara’nın iaşesinin sorumluluğunu üstlenmiştir. 1919’dan itibaren şehir merkezinin hızlı nüfus artışı, şehrin çevresindeki köylerde yaşayanların şehir merkezine gündelik işler için çalışmaya gelmesine neden olmuştur. Yakın köylerin şehrin emek talebine yanıt vermesi nedeniyle yakın çevreden Ankara’ya sebze-meyve ya da hayvansal ürün satışı düşünüldüğü kadar artmamıştır.
Çiftliklerin hikayesi, Mustafa Kemal Paşa’nın büyük bir kısmı Emvali Metruke’den kalan Orman Çiftliklerini satın alması ile başlar. Kendi özel mülkiyeti altında, 1924’ten itibaren bu alanda tarım faaliyetine başlanır. Öncelikle çiftliklerin özel mülk olarak faaliyete geçtiğini tekrar vurgulayayım. Çiftlikler köylülere örnek olacak, her çeşit tarım ürününün ziraatının yapıldığı ve farklı hayvanların yetiştirildiği, modern tekniklerin uygulandığı ve makinelerin kullanıldığı bir numune çiftliği olarak kurgulanmıştır. Çünkü Mustafa Kemal Paşa, 1919’da Ankara’ya ilk geldiğinde imparatorluk döneminden kalma her açıdan başarısız olmuş Kalaba’daki Numune Çiftliği’nin binalarında kalmıştır. Numune Çiftliklerinin nasıl başarısız olduğunu yakından görmüştür. Numune çiftliğindeki çoban mektebi gibi sadece eğitim vermek için değil, doğrudan üretim yapmak amaçlanmıştır. İstanbul’da gayet kolay bulunabilecek şeyleri Ankara’da da yetiştirmek, en azından yetiştirmeyi denemek istemiştir. Mesela çiftlikte koyun yetiştirilir ama Ankara’nın yüzlerce yıllık hakim türü yerine Balkanlardan Kıvırcık Koyun getirilir, dolayısıyla çiftlikte üretilen yoğurt da Silivri Yoğurdu olur ve Ankara’da ilk defa Silivri yoğurdu satılmaya başlanır. Her hayvandan 3-5 çeşit yetiştirilmiş, her çeşit meyveden ağaç dikilmiş, çeşitli hububatlar ekilmiştir; ilk günden itibaren ürünler Ankara pazarlarında satılmıştır.
Çiftliklerde tarım faaliyeti başladıktan kısa bir süre sonra 1929 Büyük Buhranı olunca, modern tarım teknikleri ile kitlesel üretim başlamış ve çiftlikte ürünlerin işlenmesine yönelik imalathaneler oluşturulmuştur. Çiftliğin modern gıda sanayisine dönüşümünü hızlandıran ve üretim biçimini değiştiren Ankara’nın hızlı nüfus artışı değil, 1929 yılında bütün dünyayı etkileyen Büyük Buhran olmuştur. Ürünlerin halka satışında aracı-komisyoncu kullanımından vaz geçilmiş ve şehir içinde doğrudan satış yapan Tanzim Satış Mağazaları açılmıştır. Basit üretim yapan imalathaneler, krizden sonra modern gıda sanayiine dönüştürülmüştür. AOÇ sadece kendi ürettiği ürünleri işleyip satmanın yanında Ankara tarımını nitelikli hale getirmek ve geliştirmek adına köylülerden ürün alıp, işleyerek satmaya başlamıştır. Bu açıdan AOÇ’den bahsederken, sadece çiftlik sınırları içindeki arazilerden değil, Ankara geneline yayılmış bir tarım faaliyetinden bahsedilmektedir. Ankara’ya dışardan gelen ve şehrin yerlisi olmayan cumhuriyetin memur, bürokrat ve siyasetçileri için tarım ürünlerine ve gıda maddelerine erişim olanağı sağlamıştır.
Ankara’nın aslında şehrin içinde kendisine yeten çok sayıda bostanı olduğunu biliyoruz. Hatip Çayı, Çubuk Suyu ve İncesu Deresi’nin tabana yayıldığı ve sularının kullanıldığı çok önemli bostan alanları var. Akköprü civarındaki bostanlar, Kazıkiçi ve Demirli bostanları ilk aklıma gelenler. Bu alanlarda, Üçüncü Ankara diye adlandırılan şehrin ilk gecekonduları da kurulmaya başlandığı için bostanlar hızla şehirleşmeye yenik düşmüştür.
“Barakalar ve gecekondular ise Üçüncü Ankara’dır.” diyorsunuz, bu üçüncü Ankara ne zaman oluşmaya başladı ve günümüze kadar nasıl bir dönüşüm yaşadı size göre?
Bu ifadeyi Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, 1934 yılında Meclis’teki bütçe konuşmasında kullanmıştır. 1919’da Ankara’nın tarihindeki en büyük kırılma yaşanmadan önce şehir Kale çevresine kuruluydu. At Pazarı, Koyun Pazarı ve Saman Pazarı bize şehrin ticaretinin sınırlarını gösteriyor.
Daha sonra şehir güneye doğru yayılmaya başlamış ve tarlaların arsaya dönüştürülmesi ile yeni gelenlerin barınma ihtiyacı Yeni Şehir’de yapılan konutlarla çözülmeye çalışılmıştır. Ankara’nın büyük bir şantiyeye dönüştüğü bu dönemde Ankara’ya sadece memurlar gelmiyordu. Ankara’nın yoğun inşaat faaliyetlerine inşaat işçisi olarak gelenlerin sayısı da göz ardı edilemeyecek kadar fazladır. Ankara’nın imarı orta ve üst gelir gruplarına göre planlanmış, alt gelir grupları ve yoksullar için bir çözüm ya da ara çözümler düşünülmemiştir.
Bu insanlar kendilerine yağ ve peynir tenekelerinden ilk barakaları yaptığında, Türkiye’nin ilk gecekondu mahalleri de ortaya çıkmaya başlamıştır. Üçüncü Ankara, barınma ihtiyaçlarını baraka ve gecekondular ile sağlayan bu insanların kurduğu Ankara’dır.
Gecekonduların 1920’lerde Akköprü ve Altındağ, 1930’lar Cebeci ve İncesu vadisi civarında kümelendiği görülmektedir. Kayıtsız ve yasa dışı bu hayata dair kesin sayı vermek için 1940’ları beklemek gerekiyor. 1945’de gecekondu bölgesi olan Altındağ 14.116, Atıfbey 7.354, Aktaş 2.353, Yenidoğan 9.053, Yenihayat 4.396 kişi yaşadığı tespit edilmiştir. 1948’e gelindiğinde gecekondu bölgesi olan Altındağ, Atıf Bey, Yenidoğan, Mamak, Balkiraz, Seyran Bağları, İncesu ve Topraklık’ta 60.000’e yaklaşan nüfusun inşaat işçiliğinden bambaşka iş kollarına yöneldiği; simitçilik, hamallık, gündelikçilik, çamaşırcılık, ayakkabı boyacılığı, hademelik, çıraklık, seyyar satıcılık gibi marjinal işlerde çalışmakta olduğu gözlenmektedir. Üçüncü Ankara’nın insanlarından iki örnek vermek isterim. Bugün Kavaklıdere Şarapları’nın başlangıç reçetesinde 1929 yılında Ziraat Bankası’nın inşaatlarında çalışan Macar kalfa Balaj Usta’nın rolünün olduğunu biliyoruz. İkinci örneğim daha iddialı bir isim olan Altındağ’ın meşhur kabadayısı Kürt Cemali. Onun hikayesini bilmeyen yoktur aslında. Hayatını bize anlatan Haldun Taner’in kaleminde sansüre uğrayarak “Keşanlı Ali”ye dönüşmüştür.
Ankara’nın şehirleşme sürecini kısaca özetleyebilir misiniz?
Ben burada sözü alanın usta hocalarına bırakmak isterim. Çünkü Ankara’nın şehirleşmesi üzerine yazılmış birbirinden değerli o kadar çok eser var ki. Mimarlık tarihçisi ya da şehir plancısı olan bu hocalarımız halen yazmaya devam ediyorlar. Ali Cengizkan, Mehmet Tunçer, Tansı Şenyapılı adları ilk aklıma gelenler. Savaş Zafer Şahin’in Ankara’yı anlamak isteyenlere, kent planlama ve yerel yönetimlerle ilgili paylaşım yaptığı eşsiz bir bloğu var.
Ankara denildiğinde neden bira fabrikası, Çubuk turşusu, tiftik keçisi, bağlar vs yerine gri devlet binaları geliyor akıllara? Tamam başkent, devlet ricali orada ama şehrin özgün kimliği başkentliliğin altında eziliyor mu?
Ankara’nın aklımıza devlet binaları ile gelmesinden daha doğal bir şey olamaz. Erken Cumhuriyet döneminin kısır döngülerinden biri Ankara’ya yapılan yeni/resmi binalardır. Bütün bakanlıkların ilk çalışmalarına birer ikişer odalı mekanlarda başladığını unutmamak gerekir. Şehremanetine yeni bina yapması için para aktarılmış, özel olarak İmar Müdürlüğü kurulmuş, imar planları yapılmış ve Meclis’te çıkan her yeni kanunda bu şehre yeni binalar yapmakla mı uğraşacağız, her yer şantiye oldu, diye serzenişler eksik olmamıştır. Şehrin bir şantiyeye dönüştüğü ve devletin elindeki kısıtlı sermayenin önemli bir kısmının bu binaların yapımına harcandığını biliyoruz. Nice müteahhit bu binalarla servetini artırmış, niceleri iflas etmiştir.
Ankara’da müteahhitlikten para kazandıktan sonra, İstanbul’a giderek sanayici olan iş insanı profili tarihin akışı içinde bu şekilde ortaya çıkmıştır.
Ben bu inşaat faaliyetlerine Ankara’nın şenlendirilmesi diyorum. Bunun maliyeti çok yüksek olmuştur. Devletin varını yoğunu ortaya koyarak 1944-1945 yıllarında yaptığı Saraçoğlu Mahallesi ile bu dönem sona erer.
Ankara şehir merkezinin Roma katmanı var ki, bence Ankara’yı dünya çapında üne kavuşturacak mekanlar var. Roma Hamamı biliniyor; Ulus’ta ayağa kaldırılmak için çalışmalara başlanmış Roma Amfi Tiyatrosu var. Bir de Ankara’nın Frigler döneminden kalma Tümülüsleri var.
Şehir içinde 10 civarı ve ilçelerde de o kadar daha var. Bu Tümülüsler açılsa, içlerinden kim bilir neler çıkacak ve Ankara açısından bambaşka şeyler konuşuyor olacağız. Aslında Ankara’da sizi kendisine çekecek olan bir han kültürü olduğunu görebilirsiniz. Mehmet Hocanın ortaya çıkardığı ve yıllardır yazdıkları ile daha da yaygınlaşan han bilgimiz; Ankara’nın Cumhuriyet öncesinden devraldığı mirasın zenginliğine de işaret ediyor. İmparatorluk döneminden kalan bir kaçının adını anayım: Çengel Han, Çukur Han, Mahmut Paşa Bedesteni ve Kurşunlu Han.
Oysa yıl olmuş 2020, şehir için simge bir yapının önünde fotoğraf çektirelim dediğiniz bina sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.
Çiftlik Birasına, Çubuk turşusuna ya da tiftik keçisi ve üzüm bağlarına gelecek olursak; bunlar gerçekten Ankara’ya meraklı olan insanların dikkatini çekebilecek ayrıntılar. Tarihin belli bir döneminde öne çıkmış ve sonra sessizce tarih sahnesinden geri çekilmişler. Ankara kedisinin Osmanlı sarayına gönderilen bir tür olduğunu, Ankara balının eşsiz lezzetini ya da Ankara armudunun imparatorluk döneminde herhangi bir Anadolu şehrinde bile narh listesine girdiğini bugün artık hatırlamıyoruz.
Kimlik eziliyor mu diye soruyorsunuz, ben biraz da “İp Attım Ucu Kaldı” türküsünün nasıl “Ankara’nın Bağları”na dönüştüğünü ortaya çıkarmaya çalışıyorum.
Hocam Saraçoğlu mahallesinden bahsediyorsunuz sık sık. Bu mahallenin Ankara’nın kentleşme süreciyle bağıntısı nedir?
Saraçoğlu Mahallesi’nin erken cumhuriyet döneminin kentleşme süreciyle bağı olduğu kadar, devletin nasıl yönetildiğinin, sorunlara çözümlerin nasıl bulunduğunu ve imkanlar dahilinde nasıl çözüldüğünü göstermesi açısından çok önemli bir örnektir. Ben bunu tezimde vurguladım, kitabımda yazdım ve daha sonra daha ayrıntılı bir şekilde İktisat ve Toplum dergisine yazdım.[1] Saraçoğlu Mahallesi, Ankara’nın tam kalbinde Güven Park’taki dolmuş duraklarının yanı başında yer almaktadır. Bölge memur meskeni yapılmak için kamulaştırılmıştır. Araziye bina yapımı gecikince, araziyi başka işler için tasarruf ermek üzere talipler olsa da, devlet bu alandan vazgeçmemiştir.
Binaların yapımı ikinci dünya savaşı biterken 1944-45’leri bulmuştur. O tarihten 2015’e kadar içinde memurlar kalmış ve 2015’te insanlar yaka paça dışarı atılana kadar memur lojmanı olarak kullanılmıştır. Bu açıdan burası bir toplu konut değil, memur lojmanıdır. Kapı kolundan pencere pervazına kadar mimarı Bonatz tarafından özel tasarım yapılmıştır. Binalar tescilli, sokaktaki ağaçlar tescilli. 500 konutluk geniş bir yerleşim. Konut dışında üç bina daha var. O binaların da Ankara’nın hafızasında önemli yerleri var. Binaların yapılış süreci ele alındığında Ankara’nın bir şehir olarak nasıl ortaya çıktığını, devletin memurlarının konut sorununu çözmek için neler yaptığını görüyorsunuz. Saraçoğlu’nun aslında olduğu gibi korunması ve halkın kullanımına açılması gerekirken bugün böyle bir miras ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Bölgenin otel ve avm’leştirilmesi için 2015’te başlayan sürecin 2023’e yetiştirilmeye çalışıldığı görülüyor.
Saraçoğlu Mahallesinin geçirmekte olduğu bu dönüşüm aslında hükümetlerin memurlarına bakışındaki farklılığı da yansıtmaktadır. 100 yıl önce memuruna ucuz, sağlıklı ve rahat barınma imkanı sağlamayı öncelik olarak gören bir politika tercihi olduğu görülmekte. 75 yıl sonra bu tercih yerini memuru içinde yaşadığı lojmandan atıp binaların arazisine otel ve avm’ye çevirmek isteyen politikalara bırakmış.
Saraçoğlu Mahallesi’ndeki yıkım basit bir başlangıç. Yıkımın büyüğü arkadan geliyor. Milli Savunma Bakanlığı ya da Genel Kurmay Başkanlığı’nın sokağına gün içinde binlerce insanın girip çıkacağı bir avm ya da otel yapılmaması gerektiğini bilmek zor değil. Yakın zamanda Saraçoğlu Mahallesinin yıkımı, Devlet Mahallesi’ndeki bakanlık binalarını da içine alarak Kızılay Meydanı’ndan TBMM’ye kadar çok geniş bir alanı etkileyecektir. İşte bu noktada Ankara’nın kaderi ve Saraçoğlu Mahallesi’nin kaderi bir kez daha kesişmektedir.
Mansur Yavaş’ın kentin kültürel mirasına sahip çıkmak adına projeleri var mı?
Belediye yönetimi, kültürel mirasın korunmasında çok önemli, çünkü bu mirası oluşturan insanlar tarafından seçiliyor.
Ankara’da Mansur Yavaş’tan önceki belediye başkanı, tarihe mal olmuş yakın-uzak tarihten neler varsa, züccaciye dükkanına giren fil gibi davrandı. Şimdi o devrin bittiğini ve şehrin ortak akılla yönetildiğini görüyoruz.
Mansur Yavaş, katılımcı bir anlayışla yönetiyor, bu da gayet olumlu. Önceki yönetimlerin mezbelelik olarak ortadan kaldırmaya çalıştığı Ankara Kalesi, Çubuk Barajı ya da Ulus’taki Roma Amfi Tiyatro bugün tekrar kullanıma açılıyor. Ulus’ta dokusu hala korunan bir Yahudi Mahallesi var, orası için yapılanlar var. Şehir kendi tarihi ile nefes almaya başladı. Burada Kültür ve Tabiat Varlıkları Dairesi Başkanı Bekir Ödemiş’in adını anmam gerekiyor. Yöneticilerin vizyonunu görmek için Bekir Başkan’ın Ankara’daki tüm müzelerle toplantı yaptığını hatırlatayım.
Ankara’nın tarihteki ve tarihimizdeki önemi üzerine son olarak neler söylenebilir?
Ankara, Roma İmparatorluğu’nun önemli eyaletlerinden biridir. İlk Roma imparatoru Agustus’un yaptığı tapınak olan Monumentum Ankyranum Ankara’dadır. Selçuklular’ın Akköprü’sü, bugün hala ayakta. Moğol İmparatoru Timur, Osmanlı’yı burada yenmiştir. Liman şehri olmamasına rağmen 15. ve 16.yy’larda dünyaya tiftik ürünleri satan önemli bir ticaret merkezi olmuştur. Celali İsyanları ile taş üstünde taş kalmamış ve Hacı Bayram Veli ile Anadolu’nun en güçlü ahi örgütlenmelerinden biri burada kurulmuştur. Bu parlak geçmişine rağmen imparatorluğun son döneminde bozkırın sıradan bir kasabasına dönüştüğü konusunda ısrarcı ve çoğu zaman da sıkıcı bir literatür var. 19.yy’da imparatorluğun Anadolu’daki vilayetlerinden herhangi biri iken, 20.yy’da Anadolu’daki diğer şehirlerden bir adım öne çıkarak Milli Mücadelenin yönetildiği şehir olmuştur. 20.yy başladıktan sadece 20 yıl sonra Cumhuriyetin modern devlet merkezi burada inşa edilmeye başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli şehri olarak devletin başkenti olmuştur.
Şunu vurgulamakta fayda var: Ankara’nın siyasi tarihimize girişi 27 Aralık 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın buraya gelmesi ile olmuştur. Mustafa Kemal’in geldiği Ankara, Birinci Dünya Savaşı’nda ciddi bir yangın geçirmiştir. Gelişinin nedenlerini Nutuk’ta kendisi anlatıyor. Ancak dönemin koşulları içinde Ankara’ya gelmesinin pratik nedenleri olduğunu görüyoruz; 1892 yılının son günü tarihi Berlin-Bağdat Hattı’nın güzergahında Eskişehir aktarmalı da olsa İstanbul’la kesintisiz ulaşıma başlamış olması ve imparatorluğun son Ankara Valisinin Eylül ayı içinde tutuklanıp, İstanbul’a gönderilmiş olması gibi.
Bugün Ankara’dan bahsediyorsak Mustafa Kemal Paşa’yı anmadan olmaz.
Hocam Ankara’da ciddi bir pavyon kültürü de var. Ankara pavyonlarını farklı kılan şey nedir size göre?
Ankara deyince akla gelenlerin arasında, ne yazık ki pavyonları da saymamız gerekiyor.
Bir eğlence sektörü, içki kültürü ya da beslenme alışkanlığından çok daha fazlası olan; ileri ve geri bağlantıları güçlü ve karmaşık bir ticari faaliyetten bahsediyoruz.
Fedaisinden garsonuna, konsomatrisinden aşçısına, çiçekçisinden kokoreççisine, taksicisinden kuaförüne; yakınındaki tuhaf otellere kadar çevresinde çok geniş bir ticari ağ yaratmış durumda. Pavyonlar Ankara’ya özgü değil. Hinterlandında verimli tarım alanları olan ya da bölge ticaretinin merkezinde yer alan Samsun, Gaziantep, İzmir gibi büyük şehirlerde de benzerlerini bulmak mümkün. Ama Ankara’daki pavyonları diğerlerinden farklılaştıran birkaç temel özellik var. Bunların en önemlisi pavyonların bulunduğu alanlar Ankara’nın tam merkezinde ve herkesin gözünün önünde. Diğer özellik ise pavyonda tüketilen müziğin Ankara’nın yerel kültürüne ait olması.
Bugün Ankara pavyonlarının Tandoğan, Çankırı Caddesi ve Dikimevi civarında kümelendiğini görüyoruz. Bu adını saydığım bölgeler Ankara şehir merkezinin en güzel yerleri aslında. Gün içinde Hacı Bayram Camisine, Birinci Meclise ya da Roma Hamına gitmek isterseniz, Çankırı Caddesinden geçmek zorundasınız. Oysa Çankırı Caddesi’ni Ulus heykelden Dışkapı’ya doğru yürümeye başlarsanız, onlarca pavyonun önünden geçersiniz. Işıklı tabelalarının üzerinde ve posterlerde sanatçıların isimleri yazar. İstisnasız bütün sanatçıların adlarının önünde Çubuklu, Ayaşlı, Beypazarlı, Balalı, Nallıhanlı, Keskinli, Çankırılı, Haymanalı ve Ankaralı gibi; yer belirten unvanlar görürsünüz. Ben bu yer adlarını haritaya bakarak değil, 2016 yılında bu caddeyi boydan boya yürürken aldığım notlardan söylüyorum. Hepsi birbiri ile
aynı müziği yapan bu insanların arasında Edirneli ya da Erzurumlu yok mu, mutlaka vardır ama adının önüne yazdırmıyor. Çünkü orada tüketilen Ankara’nın yerel müziği.
Ankara pavyonlarından yetişen sanatçılar belli bir müzikal aşamaya geldikten sonra orta Anadolu’nun geleneksel müziklerine benzeyen bir tarzda kasetler çıkararak pavyonlardaki sanat ortamını tüm Türkiye’ye tanıttılar. Ankara oyun havaları olarak adlandırabileceğimiz bu dejenere form, geleneksel türkülerin çoğu zaman sözlerini de kullanarak deforme edilmiş hali.
Hemen söyleyeyim ki pavyonların içinde gerçekten neler olduğunu bilmemiz mümkün değil. Ancak diyebiliriz ki eski filmlerde ya da kurmaca belgesellerde görülenin gerçekten olanla hiçbir benzerliği olmadığı ortada. Böyle bir sektörün muhafazakarlığın zirve noktasına ulaştığımız bir dönemde estetize edildiğini, romantize edildiğini ve popüler kültürde konuşulduğunu görmekteyiz. Nasıl oturulup kalkılacağı, ya da nasıl yenilip içileceğini anlatan, söğüşlenmemek için ortamda nasıl davranılacağına dair çeşitli racon önerileri var. Ben bunları duydukça hayrete düşen tek kişi değilim. Bu bahsi geçen yerde tekel bayisinde 10 liraya satılan bir içkiye 100 lira veriliyor. Bugün artık pavyonları ortaya çıkaran tarihsel sürecin sonuna geldik. Bu mekanlar aslında aklınıza gelen her şeyin metalaştırıldığı, en dip nokta. Ben, pavyonların çözülmesi gereken bir sorun olduğunu düşünüyorum. Şehri hem çirkinleştiren hem de kirleten bu mekanlar, eğlence sektörünün bir parçası değil.
Ankara’da eğlence kültürünün sönümlenmesine üzülmek gerekiyorsa, aklımıza ilk gelen Türkü Barlar olmalı. Bir zamanlar Sakarya Caddesinde her gelir grubundan insanın gidebildiği, içki içerken nitelikli müzikler dinleyebileceği ortamlar vardı.
Bugün adını bildiğimiz, popüler kültürde yer eden, çok sayıda Ankaralı müzisyen bu türkü barlarda ilk defa sahneye çıktı. Bu mekanlar zaman içinde birer ikişer kapandı. Bu mekanların kapanması ve bölgenin yozlaşması için elinden geleni ardına koymayan Ankara’yı uzun yıllar yöneten bir belediye başkanı vardı.
Müstehcen bulduğu kadın heykellerini yerinden kaldırıp, böyle sanatın içine tükürürüm diyen bu insan pavyonları görmezden geldi.
Çünkü en başta da söylediğim gibi pavyonların çevresinde oluşan iktisadi boyut ölçülemeyecek/azımsanmayacak kadar büyük; ileri ve geri bağlantıları var.
Bir fıskiye için aylarca ağlayıp, heykelden tahrik olan bir belediye başkanının, yıllarca işgal ettiği belediye binasının 50 metre ilerisinde sıra sıra dizilen pavyonları gündemine almamasına şaşırmamak lazım.
Çok teşekkür ederim İhsan Hocam
1978’de Tokat’ta doğdu. 1995 yılında İzmir Maliye Meslek Lisesi, 2000 yılında İstanbul Üniversitesi İngilizce İşletme Fakültesi’ni bitirdi. Yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi İktisat anabilim dalında tamamladıktan sonra, 2009 yılında “Amartya Sen ve Yetkinlikler Yaklaşımı” konulu doktora teziyle Yıldız Teknik Üniversitesi’nden doktora diplomasını almaya hak kazandı. 2012 yılında kurduğu “İktisadi Düşünce Tiyatrosu” girişimi ve 2019 yılında hazırladığı “İktisatçı” belgeseliyle iktisat ve sanatı bir araya getirme çabasını halen sürdürmektedir. Politik iktisat, iktisadi düşünce, edebiyat ve dayanışma ekonomisi çalışan Boz, Fenerbahçe Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesidir.
[1] https://iktisatvetoplum.com/memurin-apartmanlarindan-saracoglu-mahallesine-ihsan-seddar-kaynar/