
Mekteb-i Mülkiye tüllabından Altuğ Yalçıntaş’ı kurumsal hafızaya sahip çıkma çabalarıyla tanıdım ilk. Bir zamanlar talebesi olduğu Mülkiye’de hoca olan bu vefalı bilim insanının, iktisat ve felsefe gibi pek rağbet görmeyen ve oldukça zor bir alanda uzmanlaşmasının yanında ana akım iktisadın dışarıda bıraktığı ahlâk, etik gibi konular üzerine de kafa yorması kendisine olan muhabbetimi artırdı. Yazdıklarından, söylediklerinden çok şey öğrendim, çok ilham aldım. Keşke üniversitelerde “akademisyenler” değil de Altuğ hoca gibi “entelektüeller” derslere girebilse, hayatımızda ne çok şey değişirdi. Kendisiyle yaptığım söyleşiyi sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyorum.
Ç.B. Felsefe iktisat için neden gereklidir? Gerekli midir?
Bu sorunun bir kolay bir de zor cevabı var. Kolay cevabı şu: Adam Smith’i iktisadın kurucu babası olarak kabul edersek, iktisat (daha doğrusu politik ekonomi) kökeni itibariyle ahlâk felsefesinin bir konusudur. Özgür bir toplumda bireylerin öz çıkarı peşinde koşuyor olması Smith için toplumsal uyumu kendiliğinden sağlayacaktır. Toplumsal uyumun tesis edilmesi işini görünmeyen el yerine getirir. Smith’e göre bireylerin öz çıkarı peşinde koşmaları onların bir erdemli birer birey olmasının gereğidir. Ancak piyasa toplumunda bireyler, aynı zamanda, karşısındakinin durumunu anlayan ve kendisini karşısındakinin yerine koyan bireylerdir. Toplumsal uyum, erdemli davranan yani ahlâk normları arasında dengeli bir tutum takınan bireyler sayesinde mümkündür.
Dediğim gibi bu, sorunun kolay cevabı. Ancak Smith’i iktisadın kurucu babası olarak kabul etmek zorunda değiliz. Neden? John Locke’u nereye koyacağız? Aynı zamanda iktisadın kurucu bir babası olduğunu kabul etmek zorunda da değiliz. Neden bir “baba” figürü arıyoruz ve cevaba eril bir anlam yüklüyoruz? Yıllar önce bir öğrencim sınavda şunu yazmıştı: “İktisadın kurucusu Adam Smith değil de Madam Smith olsaydı, iktisat bugün olduğundan çok farklı bir yerde olurdu.” Kesinlikle doğru.
Sorduğun soruya başka cevaplar da verilebilir tabii ki. Örneğin bir cevap şu olabilir: İktisat ve felsefe birbirinden hiç ayrılmadı zaten. İktisadın temel sorunları – örneğin rasyonalizm, kıtlık, denge, modelleme, soyutlama – genel olarak felsefenin daha özelde bilim felsefesinin sorunlarıdır. Son birkaç on yıldır gelişen yeni literatüre bakınca karmaşıklık, evrim kuramı ve davranışsalcılık alanında çalışanların yoğun olarak iktisatla da ilgilendiklerini, hatta geleneksel olarak siyaset bilimi, sosyoloji ve tarih alanında cevap aranan soruları iktisadın araçlarıyla cevaplamaya çalıştıklarını görüyoruz. Adalet, demokrasi, mülkiyet, insan hakları, eşitlik, çevre gibi konularda iktisatçıların söyleyeceği çok şey var. Amartya Sen de refah ve esenlik üzerine yazarken buna dikkat çekmişti. Sen, felsefenin temel bazı sorunsallarının iktisadın araçlarıyla ele alınabilir ve çözüme kavuşturulabilir olduğunu düşünüyordu. Gerçekten de, iktisat ve ahlâk alanındaki literatür buna bir örnektir.
Ben kendi alanımdan bir örnek daha vereyim. İktisat metodolojisi alanında, iktisadın doğal bilimlere özellikle de fiziğe öykündüğü konusu çokça tartışılan konular arasındadır. Ancak iktisat ve iktisat dışındaki disiplinlerin arasındaki ilişki tek yönlü değildir. Bazı iktisatçıların ve iktisat okullarının fiziğe ve diğer toplumsal bilimlere öykündüğü doğrudur ancak bazı doğal bilimler de iktisada öykünmüştür. Örneğin Charles Darwin’i etkileyen en önemli yazar Thomas Malthus’tur. Darwin Türlerin Kökeni’nde ekonomi kelimesini 26 defa kullanır. Bu kullanımları derinlemesine incelediğimizde, Darwin’in bölüşüm, kıtlık ve çeşitlilik gibi konularda Malthus’tan etkilendiğini görebiliriz. Kendi otobiyografisinde de söylüyor bunu. Darwin diyor ki, benim doğal seçilim kuramım Malthus’un nüfus kuramının yaşayan doğaya uygulanmasıdır. Bunu derslerde anlattığımda bazen şunu da soruyorum: Darwin bir iktisatçı olmasın sakın?
Darwin elbette bir iktisatçı değil. Ancak evrim kuramıyla uğraşmak, bir yerde, yaşayan doğaya iktisatçı gibi bakmayı gerektirir. Zaten bilim dalları arasında sanılanın aksine net ayrımlar yoktur. Eğer kendinizi bir bilim dalında gerçek bir entelektüel olarak yetiştirmek istiyorsanız sadece uzmanlığınız olan konulara değil, komşu disiplinlerde çalışanların uzmanlığında olan konulara da ilgi duymalısınız. Bazı iktisatçıların dediği gibi, ekonomi sadece iktisatçılara bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir. Bence bu, biyoloji ve fizik için de geçerli.
Doç. Dr. Altuğ Yalçıntaş Kimdir?

Altuğ Yalçıntaş 1998 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye) İktisat Bölümü’nden mezun oldu. Aynı yıl bu fakültede araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladı. İktisat ve Felsefe alanındaki doktora derecesini 2009 yılında Rotterdam’daki Erasmus Üniversitesi’nden aldı. (Danışmanlar: Arjo Klamer, Deirdre N. McCloskey ve Jack Vromen.) 2011-2012 yıllarında Cambridge Üniversitesi’ndeki Cambridge Social Ontology Group’a konuk araştırmacı olarak katıldı. Halen Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye) İktisat Bölümü’nde doçent olarak görev yapmaktadır.
İktisat, geleneksel olarak iktisadın dışında kalan araştırmacıların ilgi alanına giren konular üzerine düşündüğü zaman çok enteresan sonuçlara ulaşıyoruz. Örneğin sadece iktisadın felsefesinden değil, biraz da felsefenin iktisadından bahsedince karşımıza yeni bazı sonuçlar çıkıyor. Yine kendi alanımdan bir örnek vereyim. Bilim felsefesinin temel sorunlarından biri, en azından Thomas Kuhn’ın Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı çalışmasından bu yana, paradigmaların nasıl ortaya çıktığı, paradigmal sıçramaların hangi koşullarda gerçekleştiğidir. Bu meseleyi şöyle de ele alabiliriz: Uzunca bir süre belli bir iktisat okulu içerisinde kalıp belli başlı modelleri kullanarak piyasaları açıklayan bir iktisatçının yeni bir iktisat okulunu benimsemesi ve daha önce kullanmadığı modelleri kullanabilmesi için hangi maliyetlere katlanması gerekir? Ya da şöyle diyelim: Bir iktisatçının fikir değiştirebilmesini engelleyen işlem maliyetlerinin büyüklüğü nedir? Eğer iktisadi okullar ve modeller arasında geçiş yapabilen iktisatçı yüksek işlem maliyetlerine katlanmak zorunda değilse, iktisatta paradigma değişikliklerinin daha sık görülmesini beklersiniz. Bu durumda Marjinal Devrim ve Keynesyen Devrim adını verdiğimiz paradigmal dönüşümlerin ardından, iktisatçılar için yerleşik hale gelmiş iktisat okullarına ve modellere sadık kalmanın yol açtığı maliyetin yeni iktisat okullarına ve modellere geçmenin sağlayacağı faydadan daha yüksek olduğu sonucuna varabiliriz.
Yerleşik iktisat okullarına bağlı kalmanın maliyeti ne olabilir? Eski modellerle piyasaları açıklayamıyor olabilirsiniz. Yeni modellere geçmenin faydası ne olabilir? Yeni modeller daha zengin veri setleri ile çalışmaya imkân tanıyor olabilir. Fakat iktisatçılar, diğer bilim insanları gibi, yoğun olarak ideolojiler içinden düşünürler. Burada ideoloji kavramını, Douglass North’un gösterdiği şekilde, düşünce alışkanlıkları olarak anlıyorum. Örnek verelim. Avusturya İktisat Okulu’na üye bir iktisatçının Keynesyen İktisat Okulu’na üye olmasını beklemek gerçekçi değildir. Benzer şekilde Neoklasik İktisat Okulu’na üye bir iktisatçının Marksist Politik İktisat Okulu’na üye olmasını beklemek de gerçekçi değildir. Bu tür geçişler iktisadın tarihinde nadir olarak görünür. Neden? Çünkü bu iktisatçılar için fikir değiştirmenin işlem maliyeti çok yüksektir. Fakat neoklasik bir iktisatçı oyun kuramına kolaylıkla adapte olabilir. Ya da Marksist bir iktisatçı evrimci politik iktisadın araçlarını kullanabilir. Neden? Çünkü bu okullar arasında geçiş yapmanın (yani paradigma sıçramalarının) işlem maliyetleri daha düşüktür.
Doktora tezimde buna “epistemik maliyet” adını vermiştim. Gördüğünüz gibi bilim felsefesinin temel konularından bazılarını iktisadın araçlarıyla açıklayabiliyoruz. Benzer açıklamaları adalet, insan hakları, hatta evrimsel biyolojideki türleşme alanına da bulmak mümkün.
Ç.B. Hocam araştırma etiği de başka bir ilgi alanınız. Türkiye akademisinde etik ilkelerle başımız niye hoş değil? Bunun toplumsal yapıyla ilgisi nedir size göre?
Çok güzel bir soru. Aslında bir önceki soruyla da ilgili. Geleneksel olarak pratik etik ve uygulamalı etik alanına giren bir konuda iktisatçı olarak ne söyleyebiliriz? Bir iktisatçının bu konularla ne işi olabilir? Yukarıda verdiğim örneklere geri dönersek, karşımıza çıkabilecek sorulardan biri şudur: Eğer bir iktisadi modelde yanlış veri kullanıldıysa ya da olmayan veriler varmış gibi modellendiyse, bu modele dayanan bir makale ya da kitapla ilgili tutumumuz ne olmalıdır? Benzer şekilde eğer bir tez, makale ya da kitapta intihal tespit edildiyse bu metin geri çekilmeli midir?
Smith’in meselesine geri dönelim. Bir toplumda bir arada uyum içinde yaşayabilmek için bireylerin erdem sahibi olması gerekir. Erdem etiği, bir anlamda, kimsenin birbirini gırtlaklamadan mutlu bir şekilde yaşamak için bireylerlerin kendi payına düşeni yapması demektir. Smith bu erdemleri özçıkar, özsevgi, empati ve sempati olarak sıralamıştı. Şimdi, bu bakış açısını bilim toplumuna uygulayalım. Eğer bir ülkenin bilim insanları bir arada uyum içinde yaşamak istiyorsa, o ülkenin bilim insanlarının erdem sahibi olması gerekir. Bilimde erdem, sorumlu olmak, hesap verebilir olmak, karşıt ve radikal görüşlere tolerans sahibi olmak demektir. Eğer bir bilim insanı intihal yapmışsa, bu sorumlu bir davranış sergilemiyor, eğer bu davranışı karşısında hesap vermiyorsa o kişi erdemli davranmıyor demektir. Türkiye’de Uğur Mumcu’nun 1981’de İhsan Doğramacı hakkında ortaya çıkardığı intihal vakasından, Merkez Bankası eski başkanı Murat Uysal’a ve Boğaziçi’nin yeni rektörü Melih Bulu’ya kadar bilim insanlarının sorumsuz davrandığını ve hesap vermediğini görüyoruz. Bilim etiği açısından bu insanlar erdemli davranış sergilemiyorlar. Bu da bilim toplumunun uyum içerisinde yaşamasına engel oluyor.
Yani Adam Smith’in görünmeyen eli bilim alanındaki intihallerin, kayırmacılığın, psikolojik tacizin, ayrımcılığın (özellikle de toplumsal cinsiyet, politik görüş ve etnik kökene dayalı ayrımcılığın) yol açtığı zararlı sonuçları ortadan kaldırmıyor. Bilim ekonomisi en verimli çözümleri kendiliğinden üretemiyor. Neden? Çünkü Türkiye’deki bilim toplumunda bilim etiğini tesis etmenin işlem maliyeti çok yüksek. İdeolojik ayrışmalar, cemaatleşme ve nepotizm nedeniyle hepimiz zarar görüyoruz. Bir bilim felsefecisi, çok büyük ihtimalle şunu derdi: Türkiye’de düşünce özgürlüğünü ve insan haklarını esas alan yeni bir bilim paradigmasına ihtiyacımız var. Doğal olarak, ben de buna katılırım. Ama bir de şunu eklemek isterim: Bilimsel suistimaller bilim ekonomisinde epistemik maliyetlerinin çok yükselmesine ve erdemli olmayan davranışların norm haline gelmesine neden oluyor. Türkiye’de özgür ve uyum içinde yaşayan bir bilim toplumu tesis etmek istiyorsak, bireylerin erdem sahibi olmasının sağlamalıyız.
Bilimsel suistimal toplumsal bir sorundur. En nihayetinde bilim insanları Türkiye toplumunun bir parçası. Benim sığ düşünme şeklime göre, Türkiye toplumunda genel bir ahlâk sorunu var ki bu sorun bilime de sirayet ediyor. Bilim insanları olarak bunun mücadelesini veriyoruz. 1402’lik hocalarımıza reva görülenler için de bir ahlâk sorunu vardı, KHK’larla işlerine son verilenler için de bir bilim ahlâkı sorunu vardı, Ayşe Buğra hakkında Cumhurbaşkanı tarafından kullanılan ifadelerde de bilim ahlâkı sorunu var. Dikkat edin, bu mücadele karşısında devleti idare edenlerin gösterdiği bir direnç var. Açıkçası, bazen umutsuzluğa kapılmıyor değilim.
Ç.B “Mülk, Mülkiye ve Mülkiyet” başlıklı yazınızda okumuştum: “Mülkiye’nin en büyük tabusu, toplumsal ideallerin devlet aklına uygun hale getirilmesidir” diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Tabii ki, açayım. Ben Mülkiye’yi Türkiye’nin ölçeklendirilmiş bir modeli olarak görürüm. Eğer Mülkiye’yi anlıyorsanız, Türkiye’yi anlamak için de ipuçları elde edebilirsiniz. En nihayetinde, on yıllar boyunca idari kadrolar Mülkiyeliler tarafından doldurulmuş, devlet idaresinin Mülkiye ile olan bağı hiç eksik olmamıştır. Tabii ki şunu da eklemem lazım: Mülkiye’yi anlamak Türkiye’yi anlamaktan daha zor olabilir. Neyse, bunu şimdilik bir tarafa bırakalım.
Mülkiye’de bizim büyük ekseriyetle öğrendiğimiz ve şimdi de yine büyük ekseriyetle öğrettiğimiz temel bir konu var: Devlet yönetimi. Ben toplumsal fayda yaratan kamucu bir bakış açısının bugün için en doğru politik tutum olduğunu düşünüyorum. Ancak kamuculuk ile devletçilik bir ve aynı şeyler değildir. Sanki bu ikisinin arasında ayrım yapmayarak büyük bir hata yapıyoruz gibime geliyor. Kamuculuk, bireylerin kendisini hem diğer bireylerin hem de devletin tahakkümünden koruyabilmesidir. Bunu nasıl yapacağız? Hukukun üstünlüğünü tesis ederek. Devlet, çoğu zaman kamu adına hareket eden ve toplumsal faydanın yaratılmasını sağlayan bir aygıttır. Ancak devlet düzen bozucu da olabilir. Bunu dünya siyasi tarihinde – ve pek tabii ki Osmanlı’da ve Türkiye’de de – görebiliyoruz. Kuramsal olarak da karşımızda apaçık duruyor. Örneğin Murray Rothbard’ın çalışmalarına baktığınızda, özgür ve uyum içinde yaşamanın en önemli koşulunun düzen bozucu devletin alanının daraltılması olduğunu görürsünüz.
Ancak Mülkiyeli ve Türkiyeli bazı politika yapıcılar kamucu olmak adına devletçilik yapıyorlar. Kimdir bu politika yapıcılar? Kendi alanımın dışına taşmamak üzere bir örnek vereyim: YÖK. YÖK, kuruluşundan bu yana, devlet adına hareket eden ve bilimsel kamuculuğu yok eden bir devlet kurumudur. YÖK hiçbir zaman düzen kurucu olmadı. İlk kurulduğunda, YÖK’ün en büyük hedefi Mülkiye oldu. YÖK, 1960 ve 1980 arasında Mülkiye’nin toplumsal bilimler adına yaptığı kazanımların neredeyse hepsini yok etti. 2017’deki KHK sürecinde de en büyük yarayı alan fakülte – tamamen kapatılan fakülteleri saymazsak – yine Mülkiye’dir. Bugün aynı YÖK, Boğaziçi Üniversitesi’yle mücadele ediyor. Dikkat edin, “mücadele ediyor” diyorum. Ben son birkaç haftadır Boğaziçi özelinde yapılanları düzeni sağlayıcı, toplumsal faydayı gözeten politikalar olarak göremiyorum, maalesef.
Bu politikaların ardında benim “mülkçü” demeyi uygun gördüğüm bir düşünme şekli var. Yani toplumsal ve bilimsel idealler – ki bence bu ideallerin hemen hepsi kamucu nitelik taşır – mülk adına aşındırılıyor, yeri geliyor yok ediliyor. Bilim toplumu buna ne kadar dayanabilir, devlet eliyle verilen zararı ne kadar sürede düzeltir gerçekten bilemiyorum.
Ç.B. Hocam epeydir “dijital ahlâk” üzerine de kafa yoruyorsunuz. Dijital ahlâkın, protestan ahlâk olarak nitelediğiniz modern dünya ahlâkından farkı nedir?
Aslında şu sıralar dijital ahlâk konusuna da protestan ahlâkı konusuna da girmemek için çabalıyorum desem daha doğru olur. Üzerinde çalıştığım dijital korumacılık ve bilim etiği yazılarıma odaklanmak istiyorum. Ama bu iki konu başlığı beni içine doğru çekiyor, burası da doğru. Madem sordunuz kısaca açıklamaya çalışayım.
Protestan ahlâkı üzerine düşündüklerim lisansüstü öğrencim Kardelen Kaya ile birlikte yaptığımız çalışmalara dayanıyor. Bunların ikisi yayımlandı. Kardelen halen konuyla ilgili çalışmaya devam ediyor. Kendi adıma konuşayım, benim anladığım şekliyle protestan ahlâkı, bireylerin, merkezi otoritenin aldığı kararları sorgulamasıdır. Protestan reformunun gerçekleştiği 16. yüzyıl ve sonrasına bakarsanız, bu büyük hareketin, özellikle Kuzey Avrupa’daki bireylerin Katolik Kilisesi’nin aldığı merkezi kararları sorgulamasıyla ilgili olduğunu görebilirsiniz. Protestan Reformu bu sorgulama sayesinde başarıya ulaşmış ve bireyler Katolikliğin dayattığı normların yerine kendi normlarını (örneğin sekülerizmi) inşa etmiştir. İşte biz bu normlara protestan ahlâkı diyoruz.
Türkiye’de bu coğrafyaya özgü bir protestan ahlâkı var mı? Bence var. Anadolu’daki protestan kültürünün kökenini (belki buna Anadolu Protestan Hareketi demek de mümkün) özellikle Amerikalı misyonerlerin eğitim, sağlık ve yayıncılık alanlarında faaliyetlerine başladığı 1820’lere kadar götürmek mümkün. Amerikalı protestanlar Anadolu’daki hristiyanların sayısını arttırmaya çalışmışlar ancak bunu kayda değer miktarda gerçekleştirememişler. Buna rağmen protestanların bu coğrafyaya olan ilgileri hiç yok olmamış. Protestanlar Anadolu’daki hristiyan nüfuzunu arttıramamışlar ancak millet statüsü elde etmişler. Bu ısrarları sonucunda bu coğrafyaya bir protesto kültürünün yerleşmesine neden olmuşlar.
Dediğim gibi bu, benim toplumsal tarih okumalarımdan hareketle yaptığım bir yorum. Uzmanlık alanım doğrudan Osmanlı ve Türkiye’nin toplumsal tarih değil. Bu konuya sadece amatör bir merakım var diyebilirim. Fakat doktora tezimi yazarken Max Weber’in Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu kitabını tekrar okuduğumdan beri bu konu üzerine notlar alıyorum.
Şu anda şu soruyu soruyorum: Türkiye’de protestan kültürünün sonuçları nelerdir? Benim yorumuma göre, Türkiye’de protestan kültürünün yol açtığı en önemli sonuç, mülk adına alınan kararların bireyler tarafından sorgulanmasıdır. Yani Türkiye’de bir protesto ve reform kültürü varsa bunun kökeninde Weberyen bir ahlâki tutum var. Bu tutum sayesinde bireyler devlet tarafından verilen kararları protesto edebiliyorlar, devlete reform talebiyle baskı uygulayabiliyorlar. Her zaman başarılı oluyor mu? Hayır. Çok büyük bedeller ödediğimiz de oluyor. Ama protestan ahlâkına bağlılığımız on yıllardır devam ediyor. Hepimiz hâlâ protestanız.
Ç.B. Peki devlet toplum ahlâkını biçimlendirmiyor mu?
Zaten herşey bu soruda düğümleniyor. Osmanlı’da ve Türkiye’de devlet her zaman düzen kurucu olmamıştı. Meseleyi siyasi tarih açısından ele aldığımızda, İsmail Beşikçi’nin ve Fikret Başkaya’nın çalışmalarında bu tespiti görüyoruz. Şu sıralar Kudret Emiroğlu’nun Kısa Osmanlı-Türkiye Tarihi adlı çalışmasını okuyorum. Benzer yorumları orada da görebiliyorum. (Dikkat edin, hepsi Mülkiyeli.) İktisadi tarih alanında bu vurgunun en net şekilde yapıldığı yer ise Sencer Divitçioğlu’nun çalışmalarıdır. 1970’lerin sonundan itibaren büyük ölçüde Türkiye’ye özgü bir tartışma olan Asya Tipi Üretim Tarzı tartışmalarında temel ayrıntı, devletin ferdi mülkiyet ve sermaye birikimi önünde oluşturduğu engeldir. Anadolu’da gerçekleşen protestoların birçoğu devletin düzen bozucu tutumu nedeniyle patlak vermiştir. İşte benim Anadolu’da protestan ahlâkı derken kastettiğim de bu: Bireylerin devletin aldığı kararları sorgulaması, ona karşı direnmesi ve reform talep etmesi. Yani devleti dışarıda bırakan, kamucu bir alternatif yaratma arayışı. Şu sıralar ATÜT tartışmasına olan ilgi maalesef yok oldu.
Bir hipotez olarak, 1981’de kurulan YÖK’e karşı geliştirilen protesto kültürünün temelinde 1820’lerden beri sistematik olarak Anadolu’da yaygınlaşan (ya da yaygınlaştırılan) protestan ahlâkının olduğunu öne sürebilirim. Bilim, merkezden alınan kararlara direnir. Bilimin doğasında bireyselcilik vardır. Bu nedenle, bilim insanları arasında protestan ahlâkının yaygın olmasından daha doğal birşey olamaz.
Bir de işin YÖK’ün kuruluşuna kadar giden, her ile bir üniversite politikası ile olan boyutu var. Bu politika bugün bir sonuca ulaştı. Gerçekten de artık her ilde bir üniversite var. İyi mi oldu? Hiç sanmıyorum. Bu üniversitelerin “yerli ve milli” kadroları merkezi olarak belirleniyor. Birçoğunun, uluslararası alanda hiçbir etkililiği yok. Buna başka bir başka lisansüstü öğrencim Büşra Akkaya ile yaptığımız çalışmada “akademik enflasyon” adını vermiştik. Türkiye üniversite sistemi, aynen genel bir fiyat artışının ekonomiye verdiği zararda olduğu gibi, karşılıksız basılan diplomaların verdiği zararla mücadele ediyor.
Ç.B. O zaman son olarak bu konuya da değinelim. Ülkemizdeki akademik enflasyonun uzun vadeli etkileri neler olacak size göre?
Bunu yaşayıp göreceğiz. Bazı öngörüler yapmak mümkün. Kendi adıma konuşayım, bu öngörülerin hemen hemen hepsi olumsuz.
Akademik enflasyon ile anlatmak istediğimiz şey şu: Nasıl oluyor da mezuniyet sonrasında elde ettiğimiz diplomlar her geçen yıl reel olarak değer kaybediyor? Artık Merkez Bankası’nda ya da Dışişleri Bakanlığı’nda uzman olmak için veya özel bir bankada müfettiş olmak için tek bir Mülkiye diploması yetmiyor. Yani diplomaların iş piyasasındaki alım gücü düşüyor. Diplomaları cebinizdeki kağıt para gibi düşünün: Bir ülkede enflasyon varsa, cebinizdeki 50 lirayla her yıl daha az sebze alırsınız, öyle değil mi? 50 liranın nominal değeri aynı kalırken (yani banknotun üzerinde 50 yazıyorken) reel değeri sürekli düşer. Yani aynı banknotla yıllar içerisinde 1 kg patates, 0,9 kg patates, 0,8 kg patates, 0,7 kg patates alabilirsiniz. Diplomalarda da öyle. Üzerinde Mülkiye İktisat ya da Mülkiye Uluslararası İlişkiler diploması yazıyor ama diplomaların reel değeri düştüğünden, kurumlar her geçen yıl benzer işler için aynı diplomanın yanına ek şartlar istiyor: 3’ün üzerinde ortalama, iyi düzeyde İngilizce, İngilizce dışında bir başka yabancı dil, Erasmus programına katılma, iş tecrübesi gibi – hatta “hamili kart yakinimdir” türünden referanslar. Eskiden böyle değildi.
Akademik enflasyonun birçok sebebi var. Bunlar içinde en önemlisi 1980’li yıllardan beri uygulanan her ile bir üniversite politikasıdır. Dediğim gibi, bu politika bugün sonuçlandı ve artık her ilde bir üniversite var. Toplamda 200’ü geçti üniversite sayısı. Neredeyse her üniversitede iktisat, hukuk, uluslararası ilişkiler bölümü var çünkü bu bölümlerin açılması tıp fakültesini açmaktan daha ucuz. Sonuçta ne oluyor? SBF ve İİBF alanındaki diplomaların miktarı karşılıksız olarak artarken, reel değeri sürekli olarak düşüyor.
YÖK’ü TCMB gibi düşünün. TCMB sürekli para basarsa ne olur? Ekonomi büyümüyorken, liranın reel değeri düşme eğilimine girer. Burada da aynı mantık işliyor. Dolaşımdaki diploma sayısı arttıkça ve yeni istihdam olanakları yaratılmadıkça hatta eski olanaklar ortadan kalktıkça Mülkiye’nin iktisat ya da uluslararası ilişkiler diplomasına sahip olmak daha az değerli hale geliyor. Kaybolan değeri tamamlamak için öğrenciler akademik olmayan alanlarda arayışa giriyorlar – torpil bu yollardan en yaygın olanı.
Akademik enflasyonun sonuçlarından biri diplomalı işsizlik sorunudur. Zaten bunu şu anda yaşıyoruz. Resmi TÜİK verilerine göre her üç üniversite mezunundan biri işsiz. Muhtemelen vaziyet, resmi verilerden daha kötü; her iki diploma sahibinden biri işsiz. Bir de Türk üniversitelerinin değerinin düşmesi sorunu var. Belki bu daha önemli. Şöyle anlatayım: Akademik enflasyon Türkiye’deki üniversitelerin verdiği diplomaların değerini düşürmekle kalmıyor. Aynı zamanda üniversitelerde verilen eğitimin kalitesinin de düşmesine neden oluyor. Öğretim görevlisi başına düşen öğrenci sayısı artıyor, araştırma için ayrılan fon miktarı değişmiyor hatta azalıyor, müfredat bilimsel gerekliliklere göre değil bir işe yerleşmek için gereken akademik olmayan gerekliliklere göre değiştiriliyor. Bunun sonucunda akademik derecelerin sadece yurt içindeki değeri düşmüyor. Aynı zamanda bu diplomaların yurt dışındaki değeri de düşüyor. Burada yine aynı mantık işliyor: Eğer TCMB sürekli olarak para basarsa, TL’nin değeri Euro karşısında azalır, öyle değil mi? İşte YÖK de sürekli olarak diploma basılmasına izin vermesi nedeniyle, Mülkiye iktisat diplomasının Berlin, Amsterdam, Londra, Paris gibi üniversitelerin iktisat diplomaları karşısındaki değeri de düşüyor.
Sonuç olarak, bağlarsam, Türkiye’nin sorunlarına bir iktisatçı gözüyle bakmak, geleneksel olmayan bazı tespitleri yapmamızı sağlayabilir. Burada belirgin olarak, devlet, piyasa ve bireyler arasındaki ilişkileri düzenleyen hukukun yanında bireyler arasındaki ilişkileri düzenleyen ahlâkın da önemli bir yer tuttuğunu düşünüyorum. Bazı çözümlerimiz var. Ama işlem maliyetleri ve epistemik maliyetler o kadar yüksek ki bu çözümleri benimsememek bireylere ve topluma zarar veriyor.
Ç.B. Çok teşekkür ederim Altuğ Hocam

1978’de Tokat’ta doğdu. 1995 yılında İzmir Maliye Meslek Lisesi, 2000 yılında İstanbul Üniversitesi İngilizce İşletme Fakültesi’ni bitirdi. Yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi İktisat anabilim dalında tamamladıktan sonra, 2009 yılında “Amartya Sen ve Yetkinlikler Yaklaşımı” konulu doktora teziyle Yıldız Teknik Üniversitesi’nden doktora diplomasını almaya hak kazandı. 2012 yılında kurduğu “İktisadi Düşünce Tiyatrosu” girişimi ve 2019 yılında hazırladığı “İktisatçı” belgeseliyle iktisat ve sanatı bir araya getirme çabasını halen sürdürmektedir. Politik iktisat, iktisadi düşünce, edebiyat ve dayanışma ekonomisi çalışan Boz, Fenerbahçe Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesidir.
*