
12 Eylül askeri rejimi, toplumu potansiyel tehlikeliler ve makbul vatandaşlar olmak üzere iki ayrı kümeye böldü; 3K (Kürt, Kızılbaş, Komünist) olarak formüle edilenler ilk kümeyi oluştururken bunların değili olan ve nispeten daha az tehlikeli görülen “Türk-Sünni-Muhafazakar” küme makbul vatandaş olarak adledildi. Çok kabaca söylersek ilk kümeyi Sol, ikincisini de Sağ cenah olarak da nitelendirmek mümkün. Siyasi tarihimizde bunlardan ikincisi devlet iktidarını sıklıkla elinde tuttuğu için, birinci küme hep muhalefette kaldı. O yüzden de iki küme arasındaki ilişki için yöneten-yönetilen, ezen-ezilen, sömüren-sömürülen gibi ifadeler kullanıldı, kullanılıyor.
Meseleye devlet iktidarını elinde bulunduran açısından bakıldığında bu nitelendirmeler doğru kabul edilebilir. Peki mesele toplum veya aile olduğunda gerçek ezen ve ezilen kimdir? Yani toplum ve ailedeki iktidarı elinde tutanlar kimdir? Başka bir deyişle, bu iki ayrı kümenin kesişim kümelerinden birini oluşturan kadınlar açısından baktığımızda neyle karşılaşırız? Hangi kümede olursa olsun (elbette 3K+1K= 4K olmanın daha zor olduğunu kabul ediyorum), hangi küme devletin başında olursa olsun kadının sömürülen olma halinden kurtulamadığı kesin. Siyasi ideolojileri bir yana bırakarak, bu kesişim kümesinde yer alan ve doğuştan emekçi olan kadınların, gerek geleneksel gerekse modern yaşamda sömürülen kesimlerin başında yer aldığını söyleyebiliriz. İşte kadın hareketi dediğimiz şey tam da böyle bir gerçekten doğmuştur. 80 darbesi sonrası kurulan askeri rejim sosyalist hareketi buldozer gibi ezince onun bıraktığı boşluğu dolduran hareketlerden birisi de kadın hareketi oldu. Devlet ve bazı sosyalist çevreler bu hareketin gökten zembille indiğini düşünse de bu hareketin çok güçlü bir toplumsal tabanı vardı, o da hangi kümeden geldiğinden bağımsız olarak sömürülen kadınlardı.
Belli sosyalist çevreler, bu tarz hareketlerin (kadın, çevre, Alevi hareketi, LGBT hareketi gibi) taleplerinin ikincil nitelikte olduğunu, esas olanın sınıf mücadelesi olduğunu, sosyalist bir iktidarla tüm bu sorunların çözüleceğini savunuyor, her tür kimlik mücadelesini hor görüyordu. Bu bakış açısına göre kadın sadece patronu tarafından sömürülür, sermaye alt edilince kadının da sömürülme durumu son bulur. Oysa kadınlar iş yerinden önce ailesinde, yaşadığı mahallede sömürülen durumdadır zaten. O nedenle, toplumu ve aileyi demokratikleştirme hedefi olmaksızın devleti demokratikleştirme çabaları boş ve anlamsız olacaktır.
Olaya devlet açısından baktığımızda, bugün hala kadınların temel haklarının yok sayılmasını, şiddet ve tacize karşı yaptırımların uygulanmasındaki direngenliği (İstanbul Sözleşmesi’ne olan negatif bakış) nasıl açıklayabiliriz? Bu konuda en güzel yanıtları Serpil Sancar’ın Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti kitabında bulmak mümkün. Sancar’a göre bu direnç erken moderleşme sürecinde şekillenmiş cinsiyet rejimi ile ilgili. Sancar’ın ifadesiyle, “Türkiye’de kadınların yaşamlarını iyileştirme çabalarının karşılaştığı direnişler, kadınların aile ilgili sorumluluklarını ve bağımlılıklarını değiştirmeye yönelik hukuki, fiili ve ideolojik adımlar atılmaya başlandığında ortaya çıkıyor.” (s.305).
Örneğin, eşit mal paylaşımının geçmiş evliliklere uygulanmaması, Aileyi Koruma Yasası’nın şiddet uygulayan erkeklere yaptırım uygulamaya yanaşmaması, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın Aile Bakanlığı’na dönüştürülmesi gibi. Bu ve benzeri pek çok uygulamadan yola çıkarak Sancar, Türk modernleşmesinin cinsiyet rejiminin “aile odaklı modernleşme” olarak şekillendiği sonucuna varıyor. Ama daha önemlisi bunun “aile politikaları aracılığıyla toplumu yönetmeyi sağlayan önemli bir iktidar stratejisi” olduğunu söylüyor. Bu şekillenme, benzer sömürge-karşıtı siyasi hareketlerde olduğu gibi, “erkeklerin devlet, kadınların aile kurarak”modern bir ulus yaratma mücadelesine giriştikleri tarihsel bir momentin ürünü. Tanzimat, Meşrutiyet, Milli Mücadele, Cumhuriyet, tek parti dönemi ve muhafazakar modernleşme, çok partili siyasal yaşam, çoğul modernlikler gibi Türk modernleşmesinin farklı aşamalarında aynı modernleşmenin devamlılığı sağlanıyor.
“Serpil Sancar, tarihsel olarak kadınların dışlandığı, cinsiyetçi politikaların belirginleştiği ve cinsel ahlakın sınırlarının çizildiği bir tarih anlatıyor bize. Feminist bir tarih okuması bu. Yazar, muhafazakâr modernleşmenin paranoyalarını ve orta sınıf Türk ailesinin nasıl inşa edildiğini tartışıyor. Beklentiler ve hayal kırıklıkları, şikâyet ve serzenişleri resmediyor.“
Aynı zamanda kitabın alt başlığı da olan “Erkekler Devlet, Kadınlar Aile Kurar” cümlesi Türkiye’deki cinsiyet rejiminin özetini veriyor: Kadınların ulus-devlet inşasından dışlandıklarını, modern eğitim almış olsalar bile yeni kurulan devletin stratejik kurumlarına (ordu, istihbarat, üst yargı, mülki idare, dış politika, maliye gibi) giremez iken öğretmen, hemşire veya gönüllü çalışanlar olarak, karar konumlarına dahil edilmeyip, katılımlarının erkeklerin yönetiminde gerçekleştiğini anlatıyor. Başka bir deyişle, kadınlar, modern Türk ailesinin evini/yuvasını inşa ederek ulus inşasına katılmışlardır.
Peki sol siyaset modern kadının kamusal alandaki bu “suskun, sessiz ve edilgen hali”ni neden yok edemedi? Sancar, bunu, Türkiye’de radikal siyasal hareketlerin değiştirme iradesinin topluma değil devlete yöneldiği gerçeği ile açıklıyor: “Çünkü Türkiye’de radikal siyasetler sadece erkek birey ile devlet arasındaki egemenlik ve iktidar ilişkilerini demokratik tarzda düzenlemeyi amaçlıyor; cinsiyet rejimini değiştirmeyi değil. Özgürlükler adına çıkan demokratik hareketler (liberal, sol, Kürt) “aile” alanını bir demokratik düzenleme alanı olarak politik tartışmaların ve siyasal metaforların alanına taşımadıkları sürece böyle olmaya devam edecektir.” (s. 311)
Yani bu demokratikleşme adımları cinsiyet temelli haklar ve özgürlükler açısından sonucu değiştirmiyor ve kadınların imgesel konumları, aile, dişilik, annelik, cinsellik bağlamlarının dışına kolay kolay çıkamıyor.
Erkek egemen kapitalist sistemin kadından beklediği işlevler, anne, eş, seks objesi ve işçi şeklinde özetlenebilir. Kadından beklenen bu dört işlevi Reşat Enis 1937 yılında yazdığı Afrodit Buhurdanında Bir Kadın isimli romanında çok güzel anlatır. Arka planda Genç Cumhuriyetin devletçilik anlayışının olduğu romanda, Haliç kenarında toplanmış dokuma fabrikalarındaki işçilerinin sefil yaşamları sunulmakla birlikte esas olarak kadın işçilerin dramı verilir. 3K’ya gerek kalmadan tek K ile bile hayatın nasıl çekilmez olduğunu baş karakter Yıldız’ın hayatı aracılığıyla anlamış oluruz bir bakıma. Romanın ismine gelince, bunu romandaki cümlelerle anlatalım:
“Çok eski devirlerde Allahın mümessili olduklarına inanılan rahiplerle evlenmiş kadınlar vardı. Ve, onlara, Allahla evlenmiş gözü ile bakılırdı. Mâbudun karısı, bütün erkelerin müşterek malı demekti. Babil”li her kadın Afrodit buhurdanında oturup cinsi münasebette bulunmakla kutsileşirdi. Ve, buna mecburdu da. Bugün: Patron, Allah’ın mümessili değil, bir gölgesidir. Fabrikasına, müessesesine bağladığı kadın, önce kendisinin, ve netice itibariyle bütün erkeklerin müşterek malıdır. Bugün de, her kadın Afrodit’in buhurdanında oturup cinsî münasebette bulunmaya mecburdur. Yalnız, fark şurada: Dün bu kadına ilahi bir gözle bakarlardı! Yaptığı iş ibadetti. Bugünkü kadın ise, nefrete lâyıktır; zina işliyor”. (s. 169)
Reşat Enis Aygen (1909-1984), toplumsal sorunları, sınıf temelinde ele alan ilk yazarlardan biri. Karakterlerine söylettiği cümleler Marx’ın kitaplarından çıkmış gibidir. Örneğin, bu dönemde bir işçi Zonguldak’ta ‘komünist” diye işinden kovulur ve mahkemeye verilir. Mahkemede kendisini “— “İşsiz amele, patronun elinde eze eze kullandığı işçiye karşı bir tehdit vasıtasıdır” (s.12) diye savunurken “yedek işgücü ordusu” kavramı gelir aklımıza.
“1937 yılında yayınlanan Afrodit Buhurdanında Bir kadın, toplumun yoksul ve çalışan kesimelrin sorunlarını edebiyata taşıyan öncü eserlerdendir. İşçilerin yaşayışlarını, patronla ilişkilerini, çalışan ve yoksul kadının çifte sömürülüşünü ustalıkla ve tüm gerçekliği ile sergiler. Romanın baş kahramanı, akraba yanında büyüyen Yıldız adında anne-babasız bir kızdır. Yoz ev ortamı ve uğradığı onur kırıcı olaylar nedeniyle evden kaçar, önce daktiloluk, sonra fabrika işçiliği yapar. Ama düşük ücret ve ağır çalışma koşullarına daima, onun kadınlığını istismar teşebbüsleri eşlik eder.”
Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasında gelişen olaylar anlatılırken yeni bir savaşın kapıda olduğunu da hissederiz: “harp isteyen patrondur, kapitalisttir… Avrupa’nın kağşamış milletlerinde devlet kapitalistin devletidir” vb. gibi sözler Maksist devlet anlayışını özetler. Romanın ilk sayfalarından itibaren anlatılan işçi yaşamları, okuyana, “bu kadar da olmaz” dedirtirken işçilerin yaşadıkları mahalleler ve çalıştıkları fabrikaların sefil atmosferi Engels’in “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” kitabını anımsatır: “Halicin iki tarafı da, baştan başa ve küçük büyük fabrikalarla doludur. Basık, karanlık binalardan, kulakları sağır eden bir motör ve çark gürültüsü yükselir. (…) Bu taş kovukların pis, rutubetli havası içinde hepsi boğula boğula öksürürler (s. 14-15). Yazar Engels’in adını da anarak (s.64) referanslarını belirginleştirir.
Ücretlerinin düşük olması yetmezmiş gibi, mevcut ödemelerini marka ve kumaş olarak alan ve markaları da çalıştıkları fabrikaların kantininde kullanabilen, ağır koşullardan dolayı sürekli rahatsızlanan ve hastaneye gitmek bir yana ilaç dahi alamayan ve genellikle maden ocaklarında ölümle burun buruna çalışan erkeklerle evli olan genç kızların korkunç sefaleti gözler önüne serilir. Romanda sınıf ayrımının en çarpıcı görüntülerinden birisi de Yıldız’ın Ankara’ya gitmek için bindiği trende görülmektedir. “Ankara ekspresi dört sınıf insan taşır. Yataklı vagondakiler ne kadar kapitalist, birinci ve ikinci mevkiler ne kadar burjuva ise üçüncü mevkidekiler de o nispette komünisttir.” Roman, edebiyat tarihimizde maden işçilerinin sorunlarını, sömürülmesini ve kadın işçilerin cinsellik yönünden istismarı konularını işleyen ilk roman olma özelliğini de taşır. “Yok olası kapitalist…(…) Ona dışarıda, işletecek maden lâzımdır. Sürecek toprak lâzımdır. O, malını satacak piyasa arar” (s. 34) diyerek kapitalist sistem hakkında çok sert eleştiri getirir. Belki de bu yüzden Nazım Hikmet Afrodit Buhurdanında Bir Kadın romanı için “Türk edebiyatının temel taşı” diyecektir.
Eserlerini sınıfsal bir temel üzerine inşa eden Reşat Enis’in bu romanını özgün kılan bir diğer unsur, işçi-patron arasındaki eşitsiz ilişkiyi anlatırken, kadın işçi olmanın iki kat eşitsizlik yarattığını başka bir ifade ile kadınların çifte sömürüye maruz kaldığı gerçeğinin altını çizmesidir. Kadınlar başta patronları olmak üzere tüm erkekler tarafından cinsel ve emek bağlamında sömürülür. Dolayısıyla bu toplumsal gerçekçi romanda kadın gerçeği, emek-sermaye kavgasında güme gitmez. Bu nedenle Afrodit Buhurdanında Bir Kadın, Türk Edebiyatında kadınları bir mal, cinsel bir meta olarak gören toplumu bu yönleri ile eleştiren ilk romanlardan birisi olarak kabul edilmiştir. 1930’lar Türkiye’sinde toplumsal alanda en çok sömürülen nesne olarak betimlenen kadın, hem ucuz işgücü hem de cinsel bir sömürü nesnesidir. Erkek egemen kapitalist sistem içinde kadınlar cinsel şiddetin yanında fiziksel şiddetle de sık karşılaşır: “Burada kadın dövülür. Burada kadına söverler. (…) Susacaksınız: Size sövecekler… Susacaksınız: Size dövecekler.. Sokaklara atılmamak, açlıktan köpekler gibi gebermemek için susmanız lâzımdır (s. 69). Bu fabrika; kerhaneye, hastaneye, mezara giden yolların en kestirmesiydi. (s. 71).
Romanın emek tarihi açısından da önemli verileri vardır. Örneğin, o dönemde Amele Birliği (s.9-10) adında bir topluluk kurulmuştur ve işçilerin maaşlarından bu topluluk için para kesilmektedir. Ancak işçiler bu kesintinin ne olduğunu anlayamamaktadır: “Evet… bu böyle. Fakat… ne olursa olsun, işçi kazancının yüzde ikisini her ay “amele birliği” denen bu adı var, kendi yok kuruma bırakmaya mecburdu” (s. 11).
Devletçi politikaların uygulandığı 1933- 1939 yıllarını kapsayan dönemde Devlet, kendisi yeni tesis ve fabrikalar kurarak kamu iktisadi teşebbüslerini yaratır. Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı adı altında yapılan bu planlamalar Kamu İktisadi Teşebbüsleri ile desteklenmiş ve Sümerbank aracılığıyla çok sayıda tekstil ağırlıklı fabrika kurulmuş, devlet değişik alanlarda yatırımlar yapmış ve işletmeye başlamıştır. Yine aynı dönemde, demiryolları, denizyolları, liman ve rıhtım işletmelerinin tamamı devletleştirilmiştir. Bunun yanında, 1933-1939 döneminde Türkiye, tarih boyunca günümüze kadar bir daha yakalayamadığı bir büyüme hızına (% 10,2) ulaşmıştır. Özellikle, Afrodit Buhurdanında Bir Kadın’da yansıtılan bu dönemde sanayi alanında toplam çalışanların oranı da yaklaşık olarak iki katına çıkmıştır (bkz.Tilbe-Tilbe, 2015).
Ekonomik büyüme ve toplumsal yaşamdaki devrimlere rağmen bu dönemde emekçilerin yaşamında bir iyileşme söz konusu değildir. Devlet sermaye birikimini öncelemiş, işçinin korunması,sosyal güvenlik ve yardımlar ihmal edilmiştir. Bu dönemde memur ve kamuda çalışan işçilerin aksine özel sektörde çalışan vasıfsız işçilerin büyük bölümü herhangi bir kanuni korumaya sahip değildir. Konu kadın işçilere geldiğinde durum daha da vahimdir. Erken Cumhuriyet döneminden başlayarak kadının yapabileceği ana işler sekreterlik, fabrika işçiliği, hemşirelik ve öğretmenlik olarak belirlenmiştir. Sekreter tabiri icat edilmeden evvel karşılaştığımız niteleme “daktilo” dur. Kadın karakterleri bol olan Halide Edib’in romanlarında da çok sık karşılaştığımız “daktilo” karakteri genellikle cinsel çekiciliğiyle anlatılır. Kadınların her ne kadar 1926’daki Medeni Kanunla kanun nezdinde erkeklerle eşitliği sağlansa da, 1934’te seçme seçilme hakkına sahip olsa da, çalışma yaşamında karşılaştığı eşitsizlikler devam etmiştir. İşgücü piyasasında ikinci sınıf olmaktan, işe girme, çalışma koşulları, yükselme ve işten atılma konularında ayrımcılığa maruz kalmaktan kurtulamamışlardır.
1930’lardan çıkıp günümüze geldiğimizde, kadınlar açısından değişen fazla bir şey olmadığını söylemek mümkün. Yine tek K, sömürülmek için yeterli bir neden. Örneğin, pandemi boyunca işten çıkartmalarda ilk gözden çıkarılan kadınlar oldu. Evlerimize aldığımız “kadın”ların boşluğunu, esas işlerinden fedakarlık etmek zorunda kalan evdeki kadınlar devraldı. Yaşamın yeniden üretiminin (ev işleri, çocuk bakımı, vs.) ve dışarıdaki üretimin emekçisi kadınlar yine çifte sömürü unsuru ile karşı karşıya. Bu kapanma sürecinde artan ev içi şiddet de cabası. İşin tuhafı bu evlerdeki erkeklerin çoğunun kendini kamusal alanda demokrat, eşitlikçi olarak tanımlaması.
İşte kadın hareketi dediğimiz şey tam da bunu yıkmaya çalışıyor. Aileyi de devleti de erkeklerle birlikte kurmayı talep ediyor. Aileyi ve toplumu demokratikleştirmeyi hedef almayan, kadını aile dışında konumlandıramayan hareketlerin, onu anne, eş, cinsel obje imgelerinden kurtaramayacağını söylüyor. Ayrıca Karatani’nin dediği gibi, rantiyerleri bir kenara bırakacak olursak, her tüketici ve yurttaş aynı zamanda şu veya bu biçimde bir ücretli emekçidir. Yani tüketiciler dolaşım alanına girmiş proleterya mensuplarıdır. Dolayısıyla, tüketici hareketleri aynı zamanda proleterya hareketleridir. Bu nedenle toplumsal cinsiyet ve azınlık sorunlarını merkeze alan yurttaş hareketlerini işçi sınıfı hareketlerinden ayrıymış gibi görmemeliyiz.
Kadını aile buhurdanından çıkarmakla başlayacak her şey….

1978’de Tokat’ta doğdu. 1995 yılında İzmir Maliye Meslek Lisesi, 2000 yılında İstanbul Üniversitesi İngilizce İşletme Fakültesi’ni bitirdi. Yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi İktisat anabilim dalında tamamladıktan sonra, 2009 yılında “Amartya Sen ve Yetkinlikler Yaklaşımı” konulu doktora teziyle Yıldız Teknik Üniversitesi’nden doktora diplomasını almaya hak kazandı. 2012 yılında kurduğu “İktisadi Düşünce Tiyatrosu” girişimi ve 2019 yılında hazırladığı “İktisatçı” belgeseliyle iktisat ve sanatı bir araya getirme çabasını halen sürdürmektedir. Politik iktisat, iktisadi düşünce, edebiyat ve dayanışma ekonomisi çalışan Boz, Fenerbahçe Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesidir.
Kaynaklar:
Afrodit Buhurdanında Bir Kadın, Reşat Enis, 2013, Evrensel Kültür Yayınları
Ayhan Yalçınkaya (1996), Alevilikte Toplumsal Kurumlar ve İktidar, Mülkiye Birliği Vakfı Yayınları Tezler Dizisi
Serpil Sancar (2020), Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti: Erkekler Devler, Kadınlar Aile Kurar, 5. Baskı, İletişim Yayınları
Ali Tilbe ve Fethiye Tilbe (2015) Reşat Enis Aygen’in Afrodit Buhurdanında Bir kadın adlı Romanında Çalışma İlişkileri, HUMANITAS, Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi
https://www.evrensel.net/haber/138866/afrodit-buhurdaninda-bir-kadin
https://kabafii.com/inceleme-afrodit-buhurdaninda-bir-kadin-2689