
“Masumiyetin İnfazı” başlıklı üç bölümlük yazı dizisinin ilk bölümünü bugün paylaşıyoruz. Muhreç Kurmay Albay Hüseyin Demirtaş’ın kaleme aldığı bu çarpıcı dosyanın ikinci bölümü 11 Temmuz’da, final bölümü ise 18 Temmuz’da sizlerle olacak.
Bir devlette olağanüstü hâl ilanı, sadece bir güvenlik önlemi değil; aynı zamanda hukuk dışına çıkmak için kullanılan istisnai yetkiye dayalı bir eylemdir. Bu istisnai yetkiyi hangi amaçla, nasıl ve neye karşı kullandığınız ise yalnızca hukuki değil, tarihsel ve ahlaki bir yargılamanın da konusu olur.
Türkiye’de 20 Temmuz 2016’da anayasal düzen ilga edildi ve içeride OHAL dışarıda derogasyon ilan edildi. O gün kısmen hissettik, öngördük ama 9 yıl sonra net olarak görüyoruz ki 20 Temmuz 2016’da atılan o adım geçici bir güvenlik refleksi değildir ve cumhuriyet rejiminin, anayasal düzenin yerine yeni bir rejim getirilmesinin başlangıç noktasıdır.
Bu süreçte ilan edilen ve sonra kalıcılaştırılan KHK’larla yüz binlerce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, herhangi bir yargı süreci olmaksızın hayattan tasfiye edildi. Daha da vahimi arka arkaya yayınlanan 2 tane KHK ile “hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmaz” denilerek sorumluluktan muaf tutulmuş, failler eliyle bir cezasızlık rejimi ve suç işleme imtiyazı kazanan bir imtiyazlı zümre inşa edilmiştir.
Bu 2 KHK ne diyordu?
22 Temmuz 2016 Tarihli KHK 667:
Madde 9 – (1) Bu Kanun Hükmünde Kararname kapsamında karar alan ve görevleri yerine getiren kişilerin bu görevleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmaz.
Bu KHK daha sonra 8 Kasım 2016 tarihinde 6755 sayılı kanuna dönüştürüldü ve 20 Kasım 2017’de imzalanan 696 sayılı KHK’nın 121’inci maddesiyle yapılan değişiklikte 6755 sayılı kanunun 37 nci maddesine ikinci fıkra olarak aşağıdaki imtiyaz ibaresi eklendi.
(2) Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler hakkında da birinci fıkra hükümleri uygulanır.
Bu rejim, artık münferit hak ihlallerinin toplamı değil; başlı başına bir suç düzenidir. Hukukun yerine suçun üstün kılındığı böyle bir düzende Türk anayasal düzeni ilga edilmiş, Türkiye Cumhuriyeti hukuk düzeni lağvedilmiş, devlet işgal edilmiş demektir.
Bu iki fıkradaki “hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmaz” ibaresi bir kovuşturma yasağı demektir. Örneğin Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığı kolluğun işkence ettiği bir Türk vatandaşının şikayetine “şikayetçi olunanlar hakkında kovuşturma yasağı bulunduğu anlaşılmakla, kamu adına kovuşturmaya yer olmadığına karar verildi” cevabı verdi.


Savcı işkence suç duyurusunu KHK’ye dayanarak reddetti – Evrensel
Trabzon’da işkenceye uğrayan bir kişinin şikayetini savcı KHK kapsamında polisin sorumluğu olmadığı iddiasıyla reddetti
https://www.evrensel.net/haber/304217/savci-iskence-suc-duyurusunu-khkye-dayanarak-reddetti
Kovuşturma yasağı, cezasızlık kalkanı sadece bu 2 KHK ile sınırlı değildi, diğer bazı KHK’ların satır aralarında da benzer hile yapıldı.

İşgal altında işlenegelen suçlar asgari insanlığa karşı suç suçudur, bense neo-modern bir soykırım suç türü olduğunu savunuyorum. Metinde bundan sonra soykırım suçu dedikçe lütfen bu yaklaşımımı dikkate alın.
Bu rejimde asgari 9 yıldır yaşanan hukuksuzluklar, bir “terör örgütüyle mücadele” değil; rejimin uydurduğu bir hayali düşmana karşı yürütülen imha harekâtıdır.
Ve bu imha harekât, rejimin yalnızca kolluk kuvvetleriyle değil;
- Savcılığıyla,
- Mahkemeleriyle,
- Yüksek yargı organlarıyla,
- Bürokratik raporları ve siyasi nutuklarıyla,
- İdarecileriyle,
- Tetikçi medyasıyla,
- Çıkarcı Kapo‘larıyla
kurumsal bir suç makinesi hâlini almıştır.
Bu yazıda, bir suç makinesine dönüşen rejimin asgari 9 yıldır yürüttüğü bu imha harekatının arkasındaki “silahlı terör örgütü tespiti yapıldı” illüzyonunun kim tarafından nasıl kurgulandığını, suçun nasıl bir örgütlülükle sürdürüldüğünü ve bu yapının neden hukuken, aklen, mantıken ve fiilen gayri meşru olduğunu ortaya koymaya çalışacağım.
Beni bu yazıyı yazmaya saygıdeğer vekil Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun 20 Haziran 2025’te anlattığı bir vaka itti.
Vakayı verdiğim linkten sayın vekilin ağzından dinleyebilirsiniz:
Olay şu:
Sakarya’da bir vatandaş, günlük hayatın olağan akışı içinde ailesini hastaneye götürürken durduruluyor. Kendisine hakaret ediliyor, darp ediliyor, annesinin ve eşinin kolları kırılıyor, gözaltında küfür ve fiziksel tacize uğruyor. Ardından olay savcılığa sirayet edince, savcılık vatandaşa saldıranı (yani suçun failini) yargılatmak yerine “polise mukavemet ettiğini söyle” baskısı yapıyor. Delil olan kamera kayıtlarına ise bizzat fail tarafından el konuluyor. Kolluk, savcılık, yargı yani tüm devlet (ben devletin işgal altında olduğunu söylediğim için devlet yerine rejim sözcüğünü kullanıyorum) bir bütün halinde tek bir işlev görüyor: Suçu işleyen memuru korumak, suça uğrayan vatandaşıysa susturmak.
Ondan birkaç gün önce 11 Haziran 2025’te Ekrem İmamoğlu’nun “Aziz milletim, bu bir işkence duyurusudur.” başlıklı twiti geldi.
Ardından 24 Haziran 2025’te Alican Uludağ’ın bir haberi medyaya düştü:
Ankara 19. Asliye Ceza Mahkemesi hâkimi, MHP’li bir yöneticinin sanık olarak yargılandığı hakaret davasında beraat kararı vermesi yönünde baskı gördü. Bu baskıyı, Yargıtay Üyesi M.P. doğrudan WhatsApp üzerinden iletişime geçerek, Cumhuriyet Başsavcıvekili A.A. ve Savcı P.A. ise dosya üzerinde etki kurmaya çalışarak uyguladı. Hâkim, tüm bu girişimlere rağmen hukuki bağımsızlığını koruyarak Hâkimler ve Savcılar Kurulu’na (HSK) A.A. ve P.A. hakkında, Yargıtay’a ise M.P. hakkında resmi şikayette bulundu. HSK, gelen şikayet dilekçesine karşılık olarak, önce hâkimi Asliye Ceza Mahkemesi’nden alıp İş Mahkemesi’ne sürdü, ardından 20 Haziran 2025 tarihli kararnameyle de Ankara’dan Şanlıurfa’ya sürdü. Aynı kararnamede, dosyaya baskı yaptığı belirtilen Savcı P.A.’yı Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekilliğine terfi ettirdi. Böylece hukuku üstün kılmakla mükellef, hakimlik teminatını korumakla mükellef HSK kurumu, yargıçlara baskı yapanları ödüllendirip; hukuku ve yargı etiğini koruyan hâkimi ise cezalandırdı.

İddia: MHP’li yöneticinin yargılandığı davada tartışılan savcı Başsavcıvekili oldu, hâkim sürgün edildi
İddia: MHP’li yöneticinin yargılandığı davada tartışılan savcı Başsavcıvekili oldu, hâkim sürgün edildi
Bu manzara son on yılda daha vahimlerine baktığımızda kesinlikle tekil olaylar manzarası değil, bir işgal rejimi rutinidir. Çünkü bu olayın tekrar ettiği on binlerce örnek var. Çünkü bu olayın faili olan kurumsal yapı, kalıcılaşan KHK kültürü himayesi altında bir imtiyaz kalkanı kazanmış ve işlediği her suçtan sonra daha da pervasız hale gelmiş durumdadır. Bu iki olay, rejimin 20 Temmuz 2016 sonrası kurduğu sistemin doğal sonucudur.
O sistem şunu hedeflemiştir:
- Hukuk düzenini askıya al,
- Zulmü kolektifleştir,
- Fiilen yargısız infazlara zemin hazırla ve
- Bu suçları işleyenleri yargısal yaptırımlardan muaf tut.
Bu sistemde Türk hukuk düzeni bilinçli olarak devre dışı bırakılmış ve anayasal düzene karşı işlenen bu büyük suçlara bir koruma kalkanı getirilmiştir.
Fail dediğimde lütfen rejimi; davranışıyla, dokunulmazlığıyla, sahte belge üretme mekanizmasıyla, delilleri karartma, iradeleri ifsat yöntemleriyle bir bütün olarak ele alın ve bu manipülasyonlarla dolu atmosferde rejimin kendisinin ürettiği materyallerin Türk ve dünya kamuoyuna nasıl “yargı kararı” illüzyonuyla pazarlandığını düşünün. İşte o zaman ortada bir anayasal düzen kalmadığını, bir saldırı düzeni olduğunu göreceksiniz.
Ve bu saldırı düzeni, suça değil, masumiyete saldıran bir suç düzenidir. Saldırı tekil bireylere değil, tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına, tüm kurum ve değerlere saldırıdır. Bu düzen bir bütün halinde masumiyetin infazıdır…
Hukuk Düzenini İlganın Kodu: Derogasyon
Hukukun dışına çıkmak isteyen rejim önce daha 16 Temmuz 2016’nın ilk saatlerinde binlerce hukuk insanına saldırı düzenledi. Ardından 20 Temmuz 2016’daki Bakanlar Kurulu toplantısında kendi iç hukukunu askıya aldı. Ama bu yetmezdi. Hukuk düzenine bir on yıl daha yapılacak saldırıları görünmez kılmak ve uluslararası denetimden kaçırmak için, 20 Temmuz 2016’da Türk tarihinde ilk kez dışarısı için de derogasyon ilan etti. Böylece yalnızca iç hukuk değil, uluslararası hukuk da geçici olarak devre dışı bırakılmış oldu.
Önceden planlandığı çok açık olan bu üç adım, tesadüfi veya savunma amaçlı değildi; bilinçli, sistematik ve ileriye dönük bir tek tip insan üretme yani homojenizasyon stratejisinin parçası olarak planlanmıştı. Çünkü böyle bir tek tip insan figürü üretme stratejisi yalnızca bir niyet değil, aynı zamanda çok katmanlı bir teknik iştir. Ve kalıcılaştırılmış KHK rejiminde bu teknik, ülke genelinde, örgütlü ve senkronize bir biçimde profesyonelce uygulanmıştır.
Erdoğan, Perinçek ve Bahçeli çıkar ittifakının 20 Temmuz 2016’da ilan ettiği derogasyon, Avrupa tarihinde eşi benzeri olmayan neo modern bir soykırım stratejisinin Türk anayasal düzenini aşıp uluslararası hukuk düzenini ilga kodudur.
Bir devletin olağanüstü hâl ilan etmesi, hukuki bir imkândır. Ancak bu imkân, hukuk sistemini restore etmek amacıyla değil, onu tamamen etkisizleştirmek için kullanıldığında, artık hukukun istisnası değil, inkârı olur. 20 Temmuz 2016 tarihinde yapılan tam da budur: Hukuku ilga ihtiyacının kendisi, planlı bir suçun ön koşulu olarak karşımıza çıkar.Çünkü “olağan dönem normlarıyla yapamayacağınız bir şeyi yapmak için” derogasyona başvurursunuz. Bu başvuru, yalnızca teknik bir ilan değil, aynı zamanda stratejik bir niyetin beyanıdır.
Bu stratejik niyetin bir “kök kazıma” niyeti olduğunu Erdoğan 14 Ağustos 2016’da çok net biçimde ifade etmişti. Tabi 14 Ağustos 2016 tarihi itibarıyla “kök kazıma” ile kastedilenin devletin suç işleyenlerden arındırılması değil profil uyuşma listelerinin infaz listelerine dönüştürülmesiyle 2,5 milyon civarındaki bir insan grubunun hayatın tüm alanlarından tasfiyesi olduğunu anlayamamıştı.
Rejim derogasyon koduyla hukuk düzenini ilga edip, adil yargılanma hakkını, masumiyet karinesini, kişi özgürlüğünü, özel hayatın gizliliğini, mülkiyet hakkını ve ayrımcılığa karşı tüm korumaları, hukuk düzeninin tüm sigortalarını ortadan kaldırarak:
- Yüzbinlerce insanı fişleyebilmenin,
- O fişlemeleri infaz listelerine dönüştürebilmenin,
- Sosyal ölüm listeleriyle hedef seçtiği yurttaş ve ailelerini aç ve işsiz bırakabilmenin,
- Delilsiz tutuklamalarla fiil değil profil ve kimlik yargılaması yapabilmenin,
- İşkence ve insanlık dışı muameleleri dilediği gibi uygulayabilmenin
zeminini kurmuştur.
Derogasyon burada, bir istisna değil, doğrudan bir suç hazırlığıdır. Çünkü hakların askıya alınmasına paralel olarak yürürlüğe giren diğer düzenlemeler (KHK’lar ve cezasızlık maddeleri), rejimin olağanüstü halle birlikte toplumsal bir infaz sistemini planladığını göstermektedir.
Bir başka ifadeyle:
- Rejim hukuku geçici olarak değil, kendine biat edenin veya suçta işbirliği yapacak olanın dışında kalan her türlü profildeki yurttaşı dilediğince tasfiye etmek amacıyla askıya almıştır.
- Derogasyon, bir yargısal ihtiyaçtan değil, yargısız infazla bireyleri iradesizleştirerek tek tikleştirme, tek tipleşmeyeni imha etme niyetinden doğmuştur.
- Uluslararası hukuk açısından bakıldığında ise bu ilan, açık bir devlet eliyle işlenecek kitlesel insan hakları ihlallerinin ön bildirimi niteliğindedir.
- Hatta ihlaller yaygın ve sistematik bir alınca artık buna ihlal değil saldırı denir.
Bu nedenle 20 Temmuz 2016 tarihli OHAL’le eş zamanlı yapılan derogasyon bildirimi, yalnızca bir “olağanüstü hal” durumu değildir. Bu, bir suçun habercisidir. Uluslararası hukukun askıya alınışı kadar, planlanan saldırıların kapsamı da o günden itibaren belli olmuştur.
Ancak rejim, yalnızca uluslararası hukuk normlarını askıya almakla da (derogasyon) OHAL ilanıyla da yetinmedi. Planladığı saldırıları gerçekleştirebilmek için içeride de suç işleyenler lehine bir koruma ve imtiyaz kalkanı inşa etmeliydi. Bu da 667 ve 696 sayılı KHK’larla getirilen mutlak cezasızlık, kovuşturma yasağı maddeleriyle sağlandı.
İlerleyen dönemde AYM bu imtiyaz maddelerinin anayasaya aykırı olduğunu da tescil etti ancak bu tescilin pratikte hukuk düzeninin ikamesine bir katkısı olmadı.

1970 yılında Sivas’ta doğdu. İlk ve orta öğreniminin ardından Deniz Lisesi ve Deniz Harp Okulu eğitimini tamamlayarak 1994 yılında Deniz Subayı olarak Teğmen rütbesiyle Türk Silahlı Kuvvetleri’ne hizmet etmeye başladı. 22 yıllık deniz subaylığı süresince Deniz Kuvvetlerinin çeşitli yüzer ve kıyı birliklerinde ve çeşitli uluslararası pozisyonlarda görev yaptı. 2016 yılında Bükreş Deniz Ataşesi görevinin tamamlanmasının ardından Türkiye’ye döndüğünde, Romanya’da iken Türkiye’de adam öldürmüş ve yaralamış gibi gösterilerek gözaltına alındı. Ardından hak mücadelesine başlayınca memuriyetten çıkarıldı. Kendisini bir insan hakları aktivisti olarak tanımlayan Hüseyin Demirtaş halen Türkiye’deki rejim değişikliği ve milyonlarca vatandaşa karşı uygulandığını düşündüğü insanlığa karşı suçlarla mücadele yürütmektedir. Evlidir, 3 çocuk sahibidir, İngilizce bilmektedir.