
Podcast (3. Bölüm) | Turan Altuner – Muhreç Kurmay Albay Hüseyin Demirtaş / Transcript
Τ.A. Konya’da yedi Kürt yurttaş, Kürt oldukları için, belirli faşist çevreler tarafından katledildi. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz Hüseyin Albay? Üstelik bu – geçen gün İsmail Saymaz bir makale mıştı, Gabriel Marquez’in bir romanı var Kırmızı Pazartesi, bir cinayetin göz göre göre gelmesinin öyküsünü anlatıyor – bu da öyle bir öykü, yani göz göre göre gelen bir toplu katliam var. Siz bunun arkasında ne görüyorsunuz, yani neden bu döneme denk geldi? Konya’da daha önce de yine Kürt yurttaşlara karşı – veya diğer bölgelerde de olmuştu – bundan 2-3 hafta önce yine bir Kürt aileye bir saldırı olmuştu ve orada da bir kişi ölmüştü. Bütün bu yaralara rağmen bir önlem alınmıyor ve bu yurttaşlar korunmuyor. Siz bir asker olarak buna ne dersiniz, yani nasıl değerlendiriyorsunuz? Burada yeniden bir provakasyon mu var? Bence provakasyon olduğu hemen hemen kesin de, çünkü bile bile gelen bir cinayet. Ve bu cinayetin bir arka planı var, bir etnik boyutu var, siyasal boyutu var. Bir devlet bile bile yurttaşlarını neden korumaz, bunun arkasında ne var? Siz ne düşünüyorsunuz, neler var yani? Toplum yeniden bir destablizasyon – bu 2006’da, 15 Haziran’da seçimlerden sonra ekime kadarki süreçte bir de stabilizasyon süreci var – yeniden öyle bir sürece mi sokulmak isteniyor? Siz bunu nasıl değerlendirirsiniz bir güvenlikçi olarak? Bunu size sormak istiyorum. Hani biraz önce dediniz ya, “Ben askerim, ben bu bu orman yangınlarına baktığımda güvenlik açısından bakarım.” Güvenlik açısından siz bu olayı nasıl değerlendirirsiniz?
H.D. Çok basit bir şey soracağım size. Şimdi ben, güvenlikten sorumluyum, asker olarak ve bunun için yemin etmişim. Dolayısıyla birinci sorumluluğum, ben güvenlikten sorumluysam vatandaşımın nesini düşünmem gerekiyor?
T.A. Can güvenliğini tabii ki
H.D. Can güvenliğini. Peki, ben bunda ayrımcılık yapabilir miyim?
T.A. Yapamazsınız tabii ki.
H.D. Bu kadar. Şimdi, askersem, polissem, vatandaşımın adının soyadının ne olduğu önemli değil, onun mezhebi önemli değil, statüsü önemli değil. Ben vatandaşımın canından, malından, namusundan, ırzından sorumluyum. Ben bunun için maaş alıyorum, bunun için o yıldızlı yıldızlı rütbeleri takıyorum omzuma, bunun için üniforma giyiyorum. Bunun için böyle dolaştığım zaman insanlar bana “Aaa komutan geliyor!”, “Aman emniyet müdürü geliyor, valimiz geliyor, kaymakamımız geliyor hürmet edelim, saygı gösterelim, buyrun, baş köşeye oturtalım,” diyor. Bunun için hepsi. O üniformayı çıkardığınızda, o statüleri çıkardığınızda sizde alelade bir vatandaşsınız. Fakat, o üzerinize aldığınız şeyler size vatandaşa tahakküm etmek için değil, vatandaşa hizmet etmek için verilmiş olan nişanlar. Önce bunu vurgulamak istiyorum yani. Bu benim 2021 yılında aklıma gelen şeyler değil, bu benim bütün meslek hayatım boyunca yazdığım makalelerde, gönderdiğim evraklarımda her yerde var. Ben binlerce personeli kumanda etmişimdir şimdiye kadar 22 senede. Hangisini, sokaktan çevirsinler sorsunlar – hangisini isterlerse – bir tanesi de desin ki, “Hüseyin Demirtaş 1994’te farklı söylüyordu, 2021’de farklı söylüyor.” Ben 1994’te yeni mezun teğmen çıktığım zaman da aynısını söylüyordum. Çok basit yani. Hatta ben Harp Okulu’nda öğrenciyken bile bölük komutanımın karşısında çıkıp bunları söylüyordum. Ha, o zaman daha amatörceydi, o zaman daha az şey biliyordum, o zaman doktrine daha az vakıftım, sadece o zaman aldığım terbiye ile…
Bu arada şunu paylaşmak istiyorum, hani şu çay fırlatma ile ilgili bir şey söylemiştiniz ya, nasıl oluyor bu diye ve onunla ilgili siz bir şey paylaştınız da, bir anektot paylaştınız. Benim de aklıma şu geldi; küçükken – çocuktum – kardeşim galiba, tırnak makasını istemişti. Ben de aldım yanımdan, karşı koltukta ona attım. Annem dediki, “Oğlum bir insana bir şey atılmaz, bu ona saygısızlık olur.” Bakın yeminle söylüyorum, ben 51 yaşındayım, bugüne kadar hiç bir insana bir daha, o tarihten sonra – bilinçsizce yaptıysam, hani yalan olmasın ama – hiç kimseye, bana mesela diyelim ki yanımdaki arkadaşım benden kalem mi istedi, kalkıp kendim götürüp verdim. Yani Recep Tayyip Erdoğan‘la aramdaki çok basit bir terbiye farkı. Yani, burada öldürülen binlerce insandan bahsetmiyorum, yanan milyonlarca o candan bahsetmiyorum ormandan bahsetmiyorum. Burada çok basit, aramızdaki çok basit fark.
Şimdi bu Konya’daki katliam… Yine, daha önce dediğim gibi, yönetim perspektifinden bakıyorum. Kamu yönetimi, devlet, devlet görevlisi, kamu görevlisi. Şimdi oranın valisi var, savcısı var, emniyet müdürü var, il emniyet müdürü, ilçe emniyet müdürleri var değil mi? Muhtarı var mahallenin, değil mi? Şimdi bu insanlar ne için maaş alıyorlar? İşte orada huzurun sağlanması için, insanların canlarının, mallarının, ırzlarının, namuslarının emniyette olması için, insanların birbirleriyle barış içerisinde yaşaması için. Bunun anayasadaki karşılığı bütünlük. Yani diyor ki Anayasa 5. Madde “Devletin temel amaç ve görevleri.” Yani devlet bunun için var, bu yoksa devlet yoktur. Devletin amaç ve görevleri; bir, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü sağlayacak. Milletin bütünlüğünü nasıl sağlarsınız? Millet dediği burada 84 milyon vatandaş. Nasıl bütün hale getireceksiniz milleti? Milleti birbirini sever, birbiriyle huzur içerisinde yaşar duruma getireceksiniz. Sokağa çıkan vatandaş…
T.A. Eşit davranarak ayrıca yani, tüm vatandaşlara eşit davranarak…
H.D. Eşit, onların yaşama haklarını koruyacaksınız. Şimdi ben sokakta… Lozan Anlaşmasının 39. maddesini hatırlarsınız, hani her yerde insanlar kendi dillerini kullanacak… Şimdi, mesela diyelim ki doğudan batıya üniversiteye geldi bir çocuk, anası babası diyor ki ona, “Aman diyor Kürt olduğunu belli etme, hiçbir yerde Kürtçe konuşma, aksanını da İstanbul lehçesine göre ayarla.” Şimdi dünyanın başka bir yerinde insanların kendi ana dillerini konuşmalarının engellenmesi söz konusu mu? Hiçbir demokratik sistemde, hiçbir hukuk devletinde? Yani siz nasıl bir rejim kurdunuz ki bir ana evladına, o evladının hayatı tehlikeye girmesin diye, aynı, kendi vergisini verdiği, vatandaşı olduğu vatan toprağı üzerinde sadece başka bir yere gittiğinde, “Aman kimliğini sakla.” Dünyanın başka yerlerinde bu böyle olmaz. Dünyanın başka yerlerinde şu olur; sen kürt müsün, sen Türk müsün, bir Kürtçe konuşsana ya, bana bir Kürtçe şarkı söyle, bir şiir oku, nasıl konuşuluyor, değil mi yani… Gidin Hindistan’a, gidin Amerika’ya, gidin Yunanistan’a, gidin İran’a gidin faşizmin olmadığı anayasal düzenin olduğu hangi ülkeye giderseniz gidin bu böyledir.
T.A. Hüseyin Albay size bir şey anlatayım da, biraz trajikomik bir olay. Ben sürekli basını takip eden bir insanım, hem Türkiye hem dünya basınını, ama özellikle de Türkiye basını takip ederim. 1980’lerde – yani 80‘lerin ortalarında veya sonlarına doğru, kesin tarihi hatırlamıyorum İran’dan – İran’da bir eyalet var resmi ismi Kürdistan…
H.D. Irak’ta da var ve hatta şöyle, özür diliyorum… Mesela Irak Kürdistan’ı vs. özerk bir devlet orası, özerk bir cumhuriyet. Bayrağı var, kendi parlementosu var, bakanlar gidip orada aynı masada bayrakları var iken toplantılar yapıyorlar ama kamuoyunda bunlar böyle başka türlü konuşuluyor. Şimdi, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın o şekilde toplantıları var. Bir yerde, bir masada bayrak varsa oranın egemenliğini tanımışsınız demektir. Hani, devlet lisanı ne anlama geliyor bu açıdan önemli yani. Özür dilerim, buyrun…
T.A. Şimdi oradan, İran’dan, o zaman işte Yeşilköy Havalimanı mıydı, Atatürk Havalimanı mıydı herneyse…
H.D. Atatürk Havalimanı da, insanlar Yeşilköy de diyebiliyorlar. 12 Eylül’den sonra galiba Atatürk Havalimanı oldu değil mi? Ondan önce Yeşilköy müydü?
T.A. Evet, evet galiba ondan sonra oldu. Atatürk Havalimanı’na bir uçak gelmişti İran’dan ve İran uçağının ismi ‘Kurdistan’ yani Kürdistan. Ne oldu biliyor musunuz? Bunu Hürriyet gazetesinde okudum, bütün o özel kuvvetler şey oldu, efendime söyleyim uçak ablukaya alındı, uçak hangara çekildi. Şey yani, hani Türk Hava Yolları’nda da vardır ya, uçağın ismi Yozgattır veya Bodrum’dur, uçaklara böyle şehir ve bölge ismi verilir ya. Şimdi, İran’dan da Kürdistan isminde bir uçak gelmişti, Atatürk Havalimanı’na inmişti uçak güvenlik güçleri tarafından ablukaya alındı ve hangara çekildi ya. Ben bunu okudum o zaman, hiç de aklımdan çıkmıyor bu olay. Böyle küçücük de bir haber geçmişti, yani öyle büyük bir haberdi değil. Ben sadece acı acı acı gülümsedim o olaya. Bu uçağın ismi, havaalanına herkes de girmiyor yani, işte bir yolcuları vardır, işte bir yer görevlisi vardır, uçuş görevlileri vardır hepsi bu. Yani düşünebiliyor musunuz ne kadar paranoid bir şey, bir devlet anlayışı var. Bunu böyle eklemek istedim. Ne kadar büyük bir Kürt alerjisi var. Yani Irak’ta resmi bir devlet kurulmuş… Mesela ben Araplarla da konuştum, İranlılarla da konuştum, okul dönemlerinde iyi dostluklarım da oldu, bazı dostluklarımın bir kısmı hala da sürüyor. Irak‘taki Araplarla konuş, Kürdistan derken son derece doğal bir şekilde Kürdistan diyorlar, yani o bölgeye Kürdistan diyorlar mesela. Bizim yakınlarda bir fırıncı var Irak’tan gelme, kendisi aslen Basralı. Konuşurken, işte Kürdistan’da şöyle oldu böyle oldu konuşuruz bazen ve son derece doğal yani. Irak gibi tamamen paralize olmuş bir ülkede yine insanlar konuşurken belli bir bölgeden, etnik kimliğe veya o bölgenin, o etnik kimliğin üzerinde yaşadığı bölgeyi kabulleniyorlar o etnik bölgenin kendini tanımladığı şekliyle.
Hüseyin Albay bunu eklemek istedim, yorum yapabilirsiniz ya da yapmayabilirsiniz bu sizin sorununuz. Yalnız siz devletten bahsettiniz, dediniz ki, işte “Devlet anlayışı budur, devlet doktrini budur, ben teğmenlikten beri bütün icraatlarimda özellikle bu devlet doktrini, bu eşitlik anlayışına, devletin yurttaşlarının can güvenliği ve mal güvenliğini korumakla yükümlü olduğa özellikle vurgu yaptım.” Tamam, bu böyle normatif bir çerçeve. Siz meslek hayatınızda bu konuda duyarlı olmuş bir insansınız. Yalnız bir de şöyle bir şey var Türkiye’de, yani bu resmi devlet doktrininin anayasada yazan maddelerinin, yurttaş haklarının ötesinde bir şey var. Size yetmişli yıllardan bir şey hatırlatmak istiyorum, Memduh Tağmaç var. Bu öğrenci olaylarında bir gazeteci soruyor – o zaman bu çatışmalar var ya ülkücü gençlerde solcu gençler arasında – şöyle diyor Memduh Tağmaç, “Endişe edecek bir şey yok,“ yani kelimesi kelimesine bugün tekrar baktım internetten, “Endişe edilecek bir şey yok, iti ite kırdırıyoruz,” diyor. Ve bu adam o zaman Genelkurmay Başkanı.
H.D. Evet.
T.A. İkinci bir olay var, Bedri Demirel var. 12 Eylül döneminin, yani o sürece giden dönemde Genelkurmay Başkanı Yardımcısı. O da diyordu ki, “Biz isteseydik,” diyor – yani kendi hatıratlarında yazıyor – “biz darbeyi bir yıl daha önce yapabilirdik ama bekledik ki daha çok insan ölsün ki darbe meşru kılınsın.” Yani bir de böyle bir yönü var ki, bu devletin böyle normatif olmayan yönü Türkiye’de kurumlar içinde veya toplumda her zaman çok daha dominant ve belirleyici oldu. İki tane farklı şey var burada, iki farklı yaklaşım var. Resmi yaklaşımla da, bu gayriresmi yaklaşımın yani bu Memduh Tağmaç yaklaşımı ve Bedri Demirel yaklaşımının her zaman o devleti domine ettiğini görüyoruz. Ne dersiniz buna?
H.D. Evet, maalesef öyle. Tabii şöyle bir durum var, ben mümkün mertebe geçmişten bugüne değil de gelecekten bugüne bakarak konuşuyorum. Benim bu anlattıklarımın hepsi geleceği inşa etmek için hazırlık. Tabii ki bu hadiseler var, geçmişte yaşanmış çok vahim hadiseler var. Devleti bir kaç kişiye indirgeme hatası bu. Vatandaş da işler yolunda gidiyorsa tepki göstermiyor ama ne zaman ki kendisine dokunmaya başlıyor – özellikle ekonomik anlamda – o zaman tepki göstermeye çalışıyor ama o zaman da ya hayatından oluyor, ya malından mülkünden oluyor, yani iş işten geçmiş oluyor. O yüzden bizim bu -nasıl mesela Avrupa’daki o sanayi devrimi sonrası yeni devlet doktrini ortaya çıktı bu yasama, yürütme, yargı erklerinin ayrımı vs. bu doktrin hep o zaman ortaya çıktı – bugün de aslında biz geleceğin devletinin konseptini hazırlıyoruz şu an. Yani bu konuştuklarımız… Ne olacak şimdi mesela? Yasama, yürütme, yargı erkinden başka dördüncü bir erk belki gerekiyor. Toplumu, milli egemenliği doğrudan yönetme katacak bu anayasal düzenin kontrolünü, denetimini sağlayacak dördüncü bir erk lazım belki. Yani işte diyelim ki bir yerlerde işkenceler mı yapılıyor sistematik, hemen oraya anında, gerçek zamanlı kontrol ve denetim yapılabilecek. Normal bu diğer bürokratik İşleyişin, hani siyasete rağm olmuş diyelim diyelim, yani bu siyaset karşısında iktidarsızlaşmamış bürokratlar değil de, bağımsız bir erk belki sivil toplum örgütleri… Şu an dünyada çok örneği var mı bilemiyorum.
T.A. Belki sivil toplum kuruluşları olabilir. Şimdi bu klasik erkler ayrılığında yasama, yargı, yürütme var. Şimdi 21. yüzyılda da bu erkler ayrıldığını aynı zamanda – şu an için halen böyle resmi olarak, yani resmi olarak anayasalara girmese de – basın ve sivil toplum kuruluşları, bu bir ekleme yani, bunları da erkler ayrılığı bağlamında değerlendirme gibi hukuksal bir yol yani…
H.D. Ama buna bir şey vermeniz lazım, denetim yetkisi ve yaptırım yetkisi vermeniz lazım. Yani tabii ki sivil toplum örgütleri var, medya var ama şey yok…
T.A Toplumsal bir meşruiyete kavuşturmak lazım ve denetim yetkisi vermek lazım diyorum.
H.D. Onun için diyorum yani, dördüncü bir erkek manasında. Hani gerçek hayatta toplumu bilinçlendirme vs. için var diyelim ama bunun direkt devlet yönetimine tesirinin olması lazım. Bu tabi benim şahsi düşüncem. Bilim insanları bunu düşünür, değerlendirir, olgunlaştırır. Dolayısıyla, o soylediginiz vakalar, devleti o anayasal normatik varlıktan birkaç kişinin hegemonyasına indirgemenin ürünü. O birkaç kişiye… Mesela diyelim ki Osmanlı devletini düşünürsek – hani şimdi padişahlığı övüyorlar ya – eğer Fatih Sultan Mehmet gibi bir padişah var ise toplum ona göre yönetiliyor, ne bileyim İkinci Abdülhamit gibi bir padişah var ise farklı, Dördüncü Murat var ise başka, Osman Bey var ise, Orhan Bey var ise başka yönetiliyor, anlatabildim mi? Halbuki bir hukuk devletinde kişiye göre devletin rengi bu kadar bariz bir biçimde değişmemeli. Bunun için zaten monarşi yerine milli egemenliğin devlet yönetimine yansıması olan Cumhuriyet demokrasisi kurulmuş. Bunun acısını yüzyıllarca çeken insanlar, bu acılardan, akan kandan sonra böyle bir devlet konsepti ve doktrini geliştirmişler. Söylediğiniz vakaların arkasındaki durum devleti kişiye indirgemek. Şu anda yapılan hata da bu.Yani hükümeti devlet zannediyorlar, böyle bir şey yok. Bir de ortalıkta sadece tek Recep Tayyip Erdoğan hükümeti var zannediyorlar. Halbuki içinde onun Perinçek ve Bahçeli iltisakları var.
Konya’ya dönelim mi tekrar?
T.A. Evet Konya’ya dönelim. Ben öyle arada bir anekdot vermek istedim. Bu Memduh Tağmaç ve Bedri Demirel örneğini vermemin amacı şuydu, yani tamam siz bir devlet adamı olarak diyorsunuz ki aslında bunun böyle olması lazım ama Konya’da görüyoruz işte. Kürt yurttaşlara karşı aleni bir katliam yapıldı ve oradaki emniyet müdürleri – Konya Emniyet Müdürü de geçmişte epeyi şaibeli, Hrant Dink davasında ve diğer birkaç davada, şimdi diğerlerini hatırlamıyorum – yargılanmış bir emniyet müdürü.
H.D. Yargılaması devam ediyor galiba…
T.A. Kağıdın üzerinde yazanlar Hüseyin Albay, yurttaşları korumuyor. Yani yurttaşların korunabilmesi için belirli bir mekanizmanın, harekete geçebilecek bir mekanizmanın olması gerekiyor.
H.D. İşte o benim, işte o benim ama ne yapıyor? Bu mekanizmayı işletebilmek için Türkiye Cumhuriyeti devletinde hukuku üstün tutacak, vatandaşının hukukunu, canını, malını koruyacak olan insanların bu mekanizmadan atılması gerekiyordu ve şu an bunu yaptılar. Yani 20 Temmuz rejiminde bu yapıldığı için işte bu Konya Emniyet Müdürü gibi insanlar, kişiler bu kadar cinayetlerin işlenmesine olanak tanıyorlar. Yani şimdi benim orada emniyet müdürü olduğumu düşünsenize. Benim mesela şu an ne bileyim kamu teşkilatında bir yerde olduğumu, şu an KHK’larla infaz edilmiş kamu görevlilerinin şu an kamu görevinde olduğunu düşünün, o zaman bu kadar işkence, bu kadar cinayet, bu kadar adam kaçırma, bu kadar hukuksuzluk, bu kadar devletin kurum ve kuruluşlarını yıpratma, itibarsızlaştırma söz konusu olabilecek miydi? Ha, bunu olabilecek miydi diye değil de, diyelim ki 2016 yılı öncesi ve sonrasındaki devletin itibar endekslerine bakarak sadece, rakamlara bakarak da insanlar inceleyebilirler.
Şimdi, Konya’daki olayda, ne dedik? Devletin temel amaç ve görevi milletinin bütünlüğünü sağlamak. Bütünlüğü sağlamak milletin, bütün o 84 milyonunun birbiriyle huzur içerisinde, mutlu biçimde, hukuk güvenliği altında, yaşam hakkının güvence altında olduğunu bilerek, istikbal kaygısı taşımaksızın, ben sadece mesaime, eğitimime, kendi yaşamıma odaklanacağım; yoksa bir gün birisi gelip beni öldürür mü diye korkmayacağım, yarın bir gün polis kapıma dayanır da beni alır götürür mü, bir yerde işkence yapar mı, kaçırır mı diye korkum olmayacak. Bu tarz kaygıların tamamından arındırılmış biçimde, sadece içinde yaşadığım toplumun bir bireyi olarak ben bu topluma nasıl değer katarım, nasıl çoluğumu çocuğumu yetiştiririm, nasıl sosyal bağlarımı geliştiririm, nasıl maddi manevi varlığımı geliştirebilirim, nasıl ekonomik varlığımı geliştirebilirim? Sadece bunları düşüneceğim bir hayat sağlayacak bana devlet. Devlet dediğimiz mekanizmanın temel sorumluluğu, Anayasa’nın 5. maddesinde bu. Şimdi, devletin sorumluluğu bu ise, devletin yetkisini kullanmak üzere görevlendirilen – bizim vergilerimizle beslenen – kamu görevlilerinin sorumluluğu da bunu yapmak. Yani Konya Valisi benim yaşam hakkımı korumak zorunda. Konya Valisi benim maddi manevi varlığımı geliştirme hakkımı korumak zorunda. O, Dedeoğlu ailesiydi galiba değil mi?
T.A. Dedeoğlu ailesi, evet.
H.D. Hangi aile olursa olsun, ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı mıyım? Bu devletin vatandaşıysam, devletin görevi de buysa, Konya Valisi de bana bu anlamda bu şekilde hizmet etmek zorunda. Konya Valisi mülki amir. Bazen bir takım kolluk tedbirleri alınması gerekiyor değil mi? Benim can güvenliğim tehlikede, tehdit ediliyorum, camım kırılıyor, birisi bağırıyor, sokağa geliyor tehtit ediyor beni değil mi? O zaman benim bu haklarımı koruması gereken devlet adamı kim? Konya Emniyet Müdürü. Peki, bunlar oldu. İyi güzel de, benim hukuken bana karşı bu suçları işleyen kişiler hakkında yargıya başvurmam ve yargının da o suçun bir daha işlenmemesi için o suçlu ile, beni tehtid eden kişiyle ilgili bir takım hukuki tedbirler alması gerekir. Yargısal bir takım yaptırımlar, adli yaptırımlar uygulaması gerekiyor değil mi? O kim? Konya’daki Cumhuriyet Başsavcısı. Zaten başsavcının başında ne yazıyor “Cumhuriyet”. Yani Erdoğan başsavcısı değil, Cumhuriyet Başsavcısı. Cumhuriyetin görevi milletin bütünlüğünü korumak. İdare, mülki erkan; başı vali, kolluğun başı emniyet müdürü, yargı erkinin temsilcisi savcı ve onun açacağı hazırlayacağı dosya ile açılacak davayla da ilgili mahkeme heyeti… Dolayısıyla yürütme ve yargının birinci görevi benim ailemin itibarını, hukukunu korumak. Birincisi de yaşam hakkı. Şimdi burada bu aile gidiyor valiliğe dilekçe veriyor, emniyet müdürlüğüne, polise dilekçe veriyor, savcılığa dilekçe veriyor; diyorlar ki, bizim hayatımız tehdit altında, tehdit ediliyoruz, can güvenliğimiz yok. Bunu dedikten sonra bu insanlar – bir de bundan önce 60 kişiyle yanlış hatırlamıyorsam evleri basılıyor…
T.A. Evet evet kitlesel basılmış yani…
H.D. Şimdi, ortada somut vakalar var mı? Bir ihtimalden bahsetmiyoruz, olmuş olan vakadan bahsediyoruz. Şimdi, emniyet müdürünün, valinin, savcının ayrımcılık yapma hakkı var mı? Yok, kimse kimseye ayrımcılık yapamaz. Dolayısıyla, burada benim gözümde o yedi kişiyi katleden kişiden ziyade vali, emniyet müdürü, savcı ve onların alt memurları sorumludur. Muhtar sorumludur, mahallesinin muhtarı yok mu oranın. Anlatabiliyor muyum? Devlet gözüyle baktığımda bu böyledir. Bu hadisenin dini boyutuna, sosyal boyutuna, insani boyutunu, bunlara girmiyorum – sadece devlet anlamında- çok net söylüyorum o Konya’nın valisi, emniyet müdürü, sorumlu savcısı o şahısları o masumları öldüren katillerden daha fazla suçludur benim gözümde. Çünkü görüne görüne gelen, ikaz edilen, varolan, başvurular var, bunlara rağmen bu yapılıyor. Arkasından orada gençlerden, o aileden bir kişi hayatta kalmış, bir kişi. O da o sırada evde değilmiş.
Şimdi mesela bir tane aile ferdi diyor ki bakın, “Ben gittim,” tabi canı yanmış, yedi kişi ölmüş yani “bağırıyorum, çağırıyorum,” adama işkence yapmışlar, kollarını morartmışlar. Emniyet müdürüne konuyu anlatıyorlar, emniyet müdürü diyor ki, “bana sesini yükseltme,” diyor. Şimdi, yeryüzünde bir hukuk devletinde hiçbir emniyet müdürü, hiçbir kamu görevlisi vatandaşa “Bana sesini yükseltme,” diyemez. Ben ona derim. Çünkü o benim hizmetkarım, çünkü o bana hizmet etmekle mükellef. Ben ona derim, “Bana sesini yükseltme,” derim.
T.A. Yani bir yurttaş olarak devletin görevi, devlete sesini yükseltme hakkın var
H.D. Ya, hesabı soracak olan benim çünkü. Hizmeti alacak olan benim. Recep Tayyip Erdoğan da kendisi “Ben size hizmet etmek için geliyorum,” diyerek gelmedi mi o koltuğa? Dolayısıyla Recep Tayyip Erdoğan bana sesini yükseltemez ama ben ona sesimi yükseltirim. Çünkü o bana hizmet etmekle mükellef. Benim namusumu korumakla mükellef, itibarımı korumakla mükellef, canımı korumakla mükellef, ırzımı, malımı bunları korumakla mükellef, geleceğimi korumakla mükellef, kendi maddi manevi varlığımı geliştiremekle mükellef. Bunun için gerekli kurumsal tedbirleri almakla mükellef, bunun için gece gündüz kafa yormakla mükellef, çay atmakla değil. Bana tahakkümle değil hizmetle mükellef. O yüzden onu emniyet müdürünun zaten bu “Bana sesini yükseltme,” demesi de kendi vicdanında suçluluğunun itirafı oluyor. Ben niye sesimi yükselteyim ki? “Özür dilerim değil mi bir hatam varsa, sesimi yükseltmeye gerek yok ki. “Çok özür diliyorum ben senin namusunu koruyamadım, canını koruyamadım. Ne olur affet beni ve bunun için nasıl hesap veririm, nasıl kendimi temizlerim?” Gidip savcılığa mesela derim ki, “Ben emniyet müdürü olarak adam olamadım, vatandaşımın,” yedi tane, az değil yani “hukukunu koruyamadım, o yüzden suçluyum. Benim hakkımda işlem yapın ve ben bu vicdan azabından kurtulmak, cezamı çekmek istiyorum,” derim. Bunu ben kendim, çok basit bir anlamda yaşamıştım. Ateşeyken çok basit bir tane evrak yazdım, Genelkurmay Başkanlığına gönderdim ve evrak da çok güzeldi, çok güzel bir rapor yazdım yani, çok önemliydi. Ama gönderirken çok basit bir hata yaptım yani evrakı tek yerden göndermem gerekirken iki farklı yerden gönderdim. Dolayısıyla küçük bir hata. Ama bunun vicdan azabı… Ben kendime yakıştıramadım, biraz da belki mükemmeliyetçi bir karakterim olmasından, kendime yakıştıramadım ve amirime dedim ki, “Bana lütfen ceza verin.” Amirim hala görevde. Hatta Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nda Mustafa Gökçe, savcı, o savunmamı nasıl aldığımı sordu bana – yani biz de de artık olay ifademi almaktan muhabbete dönmüştü – dedi, “Seni çok sevdim, çok güzel konuşuyorsun, nerelisin?” falan filan derken dedi ki, “Bir tane savunman var bütün meslek hayatın boyunca. Nasıl aldın bunu?” Adam benim bütün sicil dosyama girmişti demektir, bakın aslında şahsi, benim mahrem dosyamı paylaşmışlar savcıyla, bu da suç. O ayrı bir konu da… “Nasıl oldu da?” dedim, dedi ki, “Ben istedim onu.” Amirime dedim ki, “Bana ceza verin,” çünkü kendime yediremedim böyle basit bir hatayı kendime yediremedim. Burada yedi tane insanın öldürülmesinden bahsediyoruz. O emniyet müdürünün vakit geçirmeksizin gidip, bütün bir kere kendi teşkilatının karşısına geçip, “Ben adam değilim, ben bu görevi ihmal ettim, suç işledim, size yakışmıyorum. O yüzden bu görevden istifa ediyorum,” deyip, arkasından validen af dileyip, sonra savcının karşısına geçip, “Benim hakkımda yasanın emrettiği hükümleri uygulayın,” demesi lazım. Yapmazsa bunu adam değil, kamu görevlisi değil yani. Olayın insani boyutuna vs. tekrar girmiyorum bu başka bir şey. Yani olayın dini boyutu… Dini değil de, ben şunu söyleyim… Ben bu süreçte bu soykırım söylemlerinin içerisinde olduğu için bunu çok araştırdım. Şimdi Allah diyor ki kendi kitabında, “Ben insanları ırk ırk yarattım,” diyor. Kimini Kürt yaratmış, kimini Türk yaratmış, kimini Alman yaratmış, kimini İngiliz yaratmış, kimini Ermeni yaratmış, Kimin Rum yaratmış. Ve bunu insanlar birbirleriyle tanışsınlar diye – ben şimdi ayetin tam şeyini kelime kelime şeyini hatırlamıyorum ama – genel olarak böyle hani. Şimdi kalkıp da “Türk üstündür,” diyen kişi bu durumda bütün bu farklı farklı ırkları yaratan yaratıcıya diyor ki, “Ben sana meydan okuyorum”.
Muhreç Kurmay Albay Hüseyin Demirtaş Kimdir?

1970 yılında Sivas’ta doğdu. İlk ve orta öğreniminin ardından Deniz Lisesi ve Deniz Harp Okulu eğitimini tamamlayarak 1994 yılında Deniz Subayı olarak Teğmen rütbesiyle Türk Silahlı Kuvvetleri’ne hizmet etmeye başladı. 22 yıllık deniz subaylığı süresince Deniz Kuvvetlerinin çeşitli yüzer ve kıyı birliklerinde ve çeşitli uluslararası pozisyonlarda görev yaptı. 2016 yılında Bükreş Deniz Ataşesi görevinin tamamlanmasının ardından Türkiye’ye döndüğünde, Romanya’da iken Türkiye’de adam öldürmüş ve yaralamış gibi gösterilerek gözaltına alındı. Ardından hak mücadelesine başlayınca memuriyetten çıkarıldı. Kendisini bir insan hakları aktivisti olarak tanımlayan Hüseyin Demirtaş halen Türkiye’deki rejim değişikliği ve milyonlarca vatandaşa karşı uygulandığını düşündüğü insanlığa karşı suçlarla mücadele yürütmektedir. Evlidir, 3 çocuk sahibidir, İngilizce bilmektedir.