
Hakan Aytekin “Işık Sesini Arıyor”, “Yarına Bir Harf” ve “An” belgeselleriyle hem Anadolu’da hem de diasporada yaşayan Süryaniler’in izini sürüyor bir anlamda. Aynı zamanda akademisyen de olan Aytekin’le belgesel sinema ve Süryaniler üzerine sohbet ettik.
ÇB: Bir insan neden belgesel çeker?
HA: Ah bir bilsem… Yaklaşık 40 yıldır belgesel sinema alanındayım ve ilk kez bana bu soru soruluyor. “Kendimi bildim bileli şarkı söylerim” diyenler gibi bir yanıtım olamayacak. Belki, biz ona yaklaştıkça bizden kaçan, bakış açımıza göre biçimlenen gerçeğin dayanılmaz ağırlığı, peşinden sürüklüyor beni. Tüketimin, dahası yok etmenin öne çıktığı dünyada acaba bir şeylerin yaşama ve tarihe tutunmasını sağlayabilir miyiz çabası da diyebilirim. Her şeyin simülasyona dönüştüğü, post-truth’a bir karşı koyuş belki…
Belki de bir inat(laşma), kafa tutma eylemi. Tarihten ve deneyimden gelen bilgilerin, toplumsal açıdan uzlaştığımız değerlerin zemini kayarken patinaj yapsak da toplumsal hafızaya katkıda bulunmak belki…
Bu soru bir kez daha karşıma çıkarsa artık hazırlıklı olmuş olacağım sayende.

ÇB: Belgesel sinemayı kurmaca sinemadan ayıran şey nedir esas olarak?
HA: Son yıllarda türler arasındaki sınırlar giderek buharlaşıyor ve bu durum çokça dile getiriliyor ama yine de belgesel ile kurmaca arasında hiçbir zaman değişmeyecek olan, çok belirgin bir fark var bence: Kurmaca filmlerde sinemacı kendisi bir dünya kurar, bu dünyanın kuruluşundan aktarımına kadar her şey onun tahayyülüyle belirlenir; dramatik yapının, tekniğin ve yetkinliğin süzgecinden geçerek “gerçeklik duygusu” yaratan bir “inanılan bir imge”ye dönüşür. Belgesel sinemacı ise kendisi dışında, kendisinden önce ve hatta kendisine rağmen var olanın, yani “belge”nin (daha kavramsal bir deyişle “gerçek”in) peşine düşer. Bu belge bir kişi, mekân, vesika, olay, olgu, durum vb olabilir. Belgesel sinemacı bu “belge”yi kendi bakış açısına göre “yorum”lar. Kuşkusuz belge/gerçek standart bir çerçevenin içine sokulamaz.
Yönetmenin bakış açısına göre gerçek farklılaşır. Bu nedenle de belgesel sinemanın “nesnelliği” yanıltıcıdır.
Öznel bir sinemadır belgesel sinema; yapım sürecinde var olan “gerçek” belgesel sinemacının “gerçekliğine” dönüşür. Gerçeğe sadakat ölçülebilir bir şey değil. Ama her belgeselci inandığı ve uygulayabildiği etik değerler oranında bu sadakati sergileyebilir.

ÇB: Siz hem akademisyen hem de bir yönetmensiniz. Film yapmak mı güzel, yoksa nasıl film yapıldığını anlatmak mı?
HA: Tabii ki film yapmak çok güzel. Çok sinir bozucu, çok düş kırıcı, çok yorucu… Ama ortaya bir ürün çıkarmak en büyük hazzı sağlıyor bana. Hele bir de bu ürünü izleyiciyle buluşturabiliyorsam. Filmin izleyicide iz bıraktığını görmek büyük mutluluk.
Hakan Aytekin Kimdir?

1961 yılında Ankara’da doğdu. 1984 yılında Ankara Üniversitesi Basın ve Yayın Yüksek Okulu Radyo Televizyon Bölümü’nden mezun oldu. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim Bilimleri Anabilim Dalı’nda yüksek lisansını; Maltepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim Bilimleri Anabilim Dalı’nda doktora derecesini tamamladı. Suha Arın’la başladığı belgeselin yanı sıra sinema alanında senarist ve yönetmen olarak çok sayıda ürün verdi. Filmleri pek çok ulusal ve uluslararası festivalde yer aldı. Belgesel sinema alanında ulusal ve uluslararası yarışmalarda çok sayıda ödül kazandı. Ayrıca sinema alanında Nesli Çölgeçen ve İrfan Eroğlu ile birlikte yazdığı senaryoların (Selamsız Bandosu ve İmdat ile Zarife) yanı sıra, çeşitli dergilerde yayınlanan araştırma, makale, öykü ve denemeleri ile üç kitabı (Hasret Rüzgârı, Taşlar ve Düşler, Türkiye’de Toplumsal Değişme ve Belgesel Sinema) bulunmaktadır. Halen Maltepe Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Radyo Televizyon ve Sinema Bölümünde öğretim üyesi ve Bölüm başkanı olarak çalışmaktadır.
Film yapımını anlatmak kolay. Çünkü biriktirmiş, deneyimlemiş olduğunuz bilgiler var. Kolay kolay olmasına da öğrenciyi bu bilgi bahçesine sokmak, orada “ziraat” yaptırmak o kadar kolay değil. Sinemanın sete girmeden öğrenilebileceğine inanmıyorum. O yüzden de uygulama şansını yakaladığımız oranda film yapımını anlatmanın bir getirisi oluyor. Suya girmek gerekiyor, yüzmeyi öğrenmek için.
ÇB: 1987 yapımı Selamsız Bandosu’nun senaristlerinden birisiniz. Bize biraz o film sürecinden bahsedebilir misiniz?
HA: Bu film rastlantıların bir araya gelmesiyle oluştu. Üç senaristten biri aynı zamanda filmin yönetmeni Nesli Çölgeçen, biri ben, biri İrfan Eroğlu. Üçümüzün ortak noktası belgesel sinema alanından geliyor oluşumuz ve üçümüzün de Suha Arın’ın öğrencisi ve ekip elemanı olmamız. İrfan yakın arkadaşım, Nesli ise bizden büyük; hocanın bizden önceki ekibinden. Onunla bir tanışıklığımız yok.

O yıllarda İrfan Eroğlu ve bir başka arkadaşım Ergun Kocabıyık Tek Parti döneminde Akşehir’de kurulan esnaf bandosu hakkında bir araştırma yapmış, Tarih Toplum’da bir yazı yayınlamıştı. Bir başka arkadaşımız da bir gün denk geliyor ve Nesli Çölgeçen’e bu yazıyı gösteriyor. Nesli Çölgeçen’in de babası bir zamanlar askeri bandoda çalışmış, onun da bir film yapma isteği varmış bando teması üzerine. Böylece yollarımız kesişti. Yaklaşık altı ay sürdü senaryo yazma süreci.
Her gün işe gider gibi Nesli’nin bürosuna giderek tartışıyor, yazıyoruz; sonra temize çekiyoruz. Arzu Film’le Erler Film ortak olarak projenin yapımcısı oldular. Şener Şen, Ali Uyandıran filmin başrollerini üstlendiler. Konusu kısaca şöyle: Unutulmuş bir kasaba olan Selamsız’ın yakınlarındaki bir tren yolundan Cumhurbaşkanının treninin geçeceğini öğrenen kasabanın uyanık belediye başkanı, esnaftan bir bando kurarak Cumhurbaşkanının trenini durdurarak onu kasabaya davet etmek ister. Bunu başarabilirse kasabası kurtulacak kendisine de Ankara’nın yolu açılacaktır…
1986 Ağustos’unda filmi çektik. Yıl sonunda da süreç tamamlandı. Filmi Kütahya’nın Tavşanlı ilçesinde çektik. Tavşanlı’daki kömür işletmelerinin bir bandosu vardı. Araştırmalarımızla o bandoyu bulduk. Yöneticiler ve bandocular filmde bu bandonun görev almasını kabul etti. Gerçekte bandocu olanları, filmde esnaf yapmak kolaydı. Kimini demirci yaptık, kimini semerci… Dedim ya, kurmacada siz bir dünya kuruyorsunuz. Olanağınız varsa “ol” değiniz oluyor. Bu film bir belgesel film olsaydı, biz sadece bandoyu-bandocuları kendi dünyalarında çeker bir film yapmaya çalışırdık. Dolayısıyla kurduğumuz gibi bir dünya var o filmde.
Bu film aslında Cumhuriyet ideolojisini, yöneticilerin sekter tavırlarını, halkın umudun peşinden koşmasını ve çoğu zaman aldatılmasını anlatır. Hele ki, o dönem 12 Eylül’ün hala izlerinin sıcak olduğu bir dönemdi. Evren de Atatürk gibi trenle il il Türkiye’yi dolaşmıştı…
ÇB: Neden Süryaniler? Süryanileri Anadolu’daki diğer azınlıklardan ayıran şey nedir size göre?
HA: Belgesel sinema alanında Süryaniler üzerine çalışmam da rastlantı üzerine gelişti. Mardin’in bir köyünde yaşarken Hollanda’ya göç eden ve Türkiye’den kopan bir Süryani olan İsa Bakır’ın yıllar sonra TRT’ye yolladığı bir istek mektubu sayesinde tanıştım Süryani kültürüyle.

Dünyanın değişik yerlerine kendisi gibi savrulmuş olan akrabaları için Orhan Gencebay’dan “Hasret Rüzgarı”nı çalmalarını istiyordu. Çok dokunaklı bir mektuptu. Mektup 1992’de elime geçmişti, Süryaniler konusunda bir film yapma şansı ise 2001’de. Neredeyse dokuz yıl Süryaniler konusunda epeyce araştırma yapmış, ilişkiler geliştirmiştim. 2001 yılında Işık Sesini Arıyor… belgeselini çektim. Bu belgeseli yaparken daha yakından tanıdığım bu halkın ve kültürün tıpkı bir aysbergin suyun üstünde kalan kısmı gibi çok az kısmının görünür, bilinir olduğunu fark ettim. Bizim coğrafyamızda oldukça köklü bir geçmişi olan, bilim, kültür sanat alanında çok üretken bir halk.
Barışçıl bir halk. Bir kavim olarak İsa’nın öğretisinin peşine düşen ilk halk. Yani en eski Hıristiyan toplum. Anavatanı Kuzey Mezopotamya ve Türkiye. Ne yazık ki anavatanlarında yok olmak/edilmek üzere olan bir halk ve kültür. Bir belgeselci için vazgeçilmez bir zenginlik.
Biliyorsunuz “öteki” olmak çok çok kötü, katlanılması çok zor bir olgu. Hele hele sadece etnik köken olarak değil, dinsel olarak da “öteki”yseniz ve sizi çevreleyen egemen kültürün ideolojik aygıtları nefret diliyle sürekli olarak sizi daha da ötekileştiriyorsa… Gerçekten barışçıl bir halk Süryaniler. Bu sadece bizim coğrafyamızda değil. Kuzey Mezopotamya’da ve diasporada yaşadıkları yerlerde de çalışkan, uyumlu, iyi niyetli bir toplum. Bu yanları da beni çok etkiledi.
ÇB: “Yarına Bir Harf” belgeseliniz ile en son çektiğiniz “An” belgeselini karşılaştıracak olsanız neler söylersiniz? İkisinin de odak noktasının Süryaniler olduğunu biliyoruz. Bu iki film Süryaniler hakkında aynı şeyleri farklı şekilde mi söylüyor? Yoksa farklı mesajları mı var?
HA: 2006’da Hasret Rüzgarı adında üç dilli (Türkçe, Süryanice, İngilizce) bir kitap yayınlamıştım. Kitabın Türkçe ve İngilizcesi bir çırpıda bitmiş ama Süryanice çeviri dört yılımı almıştı. Çünkü Süryaniceyi yazı dili olarak bilen çok az kişi vardı Türkiye’de. İsveç’te yine bir Türkiye göçmeni olan Eliyo Dere sayesinde çeviriyi tamamlayabildik, Süryani aktivist Özcan Geçer’in desteği ve editörlüğüyle bu kitabı basabildik.

Peşinden Süryanice dili üzerine, orijinal dili de Süryanice olan ve sanırım bu niteliğiyle dünyada ilk olan Yarına Bir Harf belgeselini gerçekleştirdik. Dünyada edebiyat üretmiş ve hali hazırda yaşayan en eski üç dilden biriydi Süryanice. Yaşadığımız coğrafyada ölmek üzereydi… Dil sadece söz, ses değil yazıdır da… Midyat’ın Bakısyan köyünde yaşayan köyün papazı, hattat Gabriyel Aktaş’ın yaşam öyküsü üzerinden Süryanice dilini anlatmaya çalıştık. Çünkü her lisan gibi Süryanicenin de “tarihin arşivi” olduğunu biliyor ve bunu anlatmak istiyorduk. İlk iki belgeselim başta Türkiye olmak üzere pek çok yerde Süryaniler üzerine ciddi bir farkındalık yarattı.

Üçüncü bir film daha yapmak, bu kez diasporadaki Süryanileri anlatmak istiyordum. AN/enstANtane bu temayı ele aldı. “Mektup”la başladığım serüven “fotoğraf”la tamamlandı. 1980’lerin sonlarında Mardin-İdil’de çekilen bu fotoğrafta çoluk-çocuk, genç, kızlı-erkekli 18 kişinin poz verdiği bir mutlu “an”ı belgeliyordu. Bu fotoğraftaki kişilerin peşine düştüm. 16’sı yurt dışında yaşıyordu artık. Türkiye’de sadece iki kişi kalmıştı. Bu dondurulmuş “an” ile bugünün “an”larını bir araya getirmeye çalıştık. Nasıl bir dünyada yaşıyorlardı, şimdi nasıl bir dünyadalar? O “an”ı nasıl ve hangi yanlarıyla hatırlıyorlardı? Ya da hatırlayabiliyorlar mıydı? Bir tür bellek tazelemesi, bir tür geçmiş sorgulaması, bir tür “gitmek” mi zor, “kalmak” mı sorusuna yanıt arayış oldu.

ÇB: Filmin pek çok yerde gösterimi oldu. Avrupa da ve Türkiye’deki Süryani cemaat de bu gösterimlere katıldı diye biliyorum. Onların tepkisi nasıl oldu biraz anlatır mısınız? Ne gibi geri dönüşler aldınız?
HA: Evet, filmin ilk gösterimlerini Almanya, İsviçre ve İsveç’te yaptık. 14 ayrı kentte 14 gösteri yaptık. İzleyicilerin büyük çoğunluğu Süryaniler olmakla birlikte o kentteki aydınlardan, ilgi duyanlardan oluşan geniş bir izleyici kitlesi filmi izledi. Biz sınırlı bir grubun göç deneyimini anlatmıştık ama salondaki çoğu kişinin öyküsü o kadar ortaktı ki.
Özellikle kadınların ilgisi çok yüksekti. Erkekler orada da filmi mantık süzgecinde ölçüp biçip tartıyor, göç etmiş olmanın öfkesini dışa vuruyordu. Kadınlar ise duygusal bir tepki içine giriyordu, karanlık salonda hıçkırık sesleri geliyordu kadınlardan…
Özellikle “ev” ve “ana dili” olgusu çok büyük bir gedik açıyordu zihinlerde.
Yaşta çekilen bir fotoğraftan hareket edilen bu filmi çocuklarıyla izlemeye gelmişlerdi. Bunu biliyor, tahmin ediyorduk. Filmimizde zaten çocukluk önemli bir yer tutuyordu; göçü kuşaklar arasında bir köprü kurma sorunsalıyla da işlemeye çalışmıştık. Oyunlar, oyun alanları… Oyundan kopuş…
Türkiye’deki cemaatin tepkisi ise daha suskun, daha küskün bir izleme biçiminde oldu. Gidenlerin ardından özlemle, sitemle ama sessizliğe gömülen bir tepki diyebilirim.
Türkiye’de yaşayan bir Süryani aktivistin söyleşideki yorumu çok şey anlatıyordu: “Onlar mı gurbette, biz mi gurbetteyiz?”
ÇB: “An” belgeselinizde yoğun bir şekilde “göç” olgusu var. Belgeselinizde yer verdiğiniz insanlar Avrupa’da kendilerine yeni yaşamlar kurmuşlar. Geçmişe ve çocukluk topraklarına yoğun bir özlem var filmde. Bu insanların kadim topraklarına dönme imkanları olsa dönerler mi sizce?
HA: İmkânsız bu. Sadece bitmeyen bir özlem duyuyorlar. Geri dönme arzusu var çoğunda ama nostaljinin ötesine geçmeyen bir duygu bu. Fotoğrafın çekildiği yıllarda İdil’de yüzlerce Süryani yaşarken bugün o sayı 24’e düşmüş durumda. Giden yüzlerce, dönen bir aile var. Ölümü kendi coğrafyasında yaşamak isteği sayılabilir bu dönüş. Türkiye’ye gelenlerin çok azı İdil’e gidiyor. Bir gece belki sadece bir gündüz kalıyor geri dönüyor. Ne ev kalmış çünkü ne akraba.
Kimi ise çok net dile getiriyor gerçeği: “İstenmeyen yerde duramazdık ki! Duramayız da!”

1978’de Tokat’ta doğdu. 1995 yılında İzmir Maliye Meslek Lisesi, 2000 yılında İstanbul Üniversitesi İngilizce İşletme Fakültesi’ni bitirdi. Yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi İktisat anabilim dalında tamamladıktan sonra, 2009 yılında “Amartya Sen ve Yetkinlikler Yaklaşımı” konulu doktora teziyle Yıldız Teknik Üniversitesi’nden doktora diplomasını almaya hak kazandı. 2012 yılında kurduğu “İktisadi Düşünce Tiyatrosu” girişimi ve 2019 yılında hazırladığı “İktisatçı” belgeseliyle iktisat ve sanatı bir araya getirme çabasını halen sürdürmektedir. Politik iktisat, iktisadi düşünce, edebiyat ve dayanışma ekonomisi çalışan Boz, Fenerbahçe Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesidir.