Genelde devletin ortaya çıkışı insanlık tarihinde büyük bir adım addedilip göklere çıkarılır. “Ne var ki asıl mesele belki de, yerleşik hayat ve depolama kapasitesiyle birlikte artık mümkün hale geldiklerinde, devletin ve eşitsizliğin ortaya çıkmasını engelleyebilecek bir sistemin yaratılmasıydı.” diyor Karatani (Dünya Tarihinin Yapısı, S.70). Ona göre devlete ihtiyaç duyulmayacak bir toplumsal formasyonun altında yatan ilke ise karşılıklılıktır (reciprocity). Bu bakımdan karşılıklılık ilkesine dayanan klan veya kabile toplumu ilkel bir toplum değil hayli gelişmiş bir toplumsal sistemdir.
Tarih denilince moderniteden sonrasını düşünmeye alıştırılmış dimağlar için bir toplumun başka ilkelerle de örgütlenebileceğini hayal etmesi güçtür. Çoğumuz piyasa toplumunun içine doğduğumuzu, ihtiyaçlarımızı piyasalar veya devlet aracılığıyla gidermenin tek yol olduğunu düşünürüz. Oysa insanlığın uzun serüvenine bakıldığında, yaşam için gerekli şeylerin sağlanmasında veya özgür ve eşit yaşayabilmenin daha yaratıcı ve akılcı çözümleri olabildiği görülecektir.
Kojin Karatani son yıllarda Marksist devlet eleştirileriyle gündeme gelmiş, aslında marksizmin pozitif anlamda eleştirisini sunan bir düşünür. Aynı zamanda bir aktivist: Japonya’da 2000 yılında, devlet ve ulus karşıtı bireylerin bir araya geldiği Yeni Birlikçi Hareketi (NAM-New Associationist Movement) başlattığı için kendisini anarşist-Marksist olarak tanımlayanlar da vardır. Karatani esas olarak, etiğe sosyalizmin (Kant’a Marx’ın), sosyalizme de etiğin perspektifinden (Marx’a Kant’ın) bakılmasını öneriyor.
Bu bağlamda Transkritik kitabı kritik. Benim bu yazıda baz aldığım kitabı ise Dünya Tarihinin Yapısı olacak. Karatani bu kitabında ekonomiyi, Marx ve Engels’ten farklı olarak üretim tarzlarına göre değil, mübadele tarzlarına göre tanımlıyor. Ona göre dört tip mübadele tarzı var: karşılıklı armağanlaşmaya dayalı A tipi (devlet öncesi klan, aşiret vs toplumlar), yönetim ve himayeyi içeren B tipi (devletli toplumlar), meta mübadelesinden oluşan C tipi (devlet-sermaye ve ulus üçlüsünden oluşan kapitalist toplum) ve bu üçünün aşılması anlamına gelen D tipi ( devlet-sermaye-ulus düğümünden kurtulmuş göçebe toplum).
Bu yazının konusu olmamakla birlikte D tipi mübadelenin halihazırda henüz vuku bulmadığını, Kant’ın düzenleyici idea olarak belirttiği “amaçların krallığı” nın hüküm sürdüğü bir tür post-kapitalist toplum olduğunu söylemekle yetinelim. Bu toplumsal formasyon hangi ad altında olursa olsun- sosyalizm, komünizm, birlikçilik- ilkel komünizmin geri dönüşü olarak görülmesi gereken, özünde A tipinden “karşılıklılık” ilkesini “C” tipinden ise özgürlük (bireyleri kollektife bağlayan kısıtlamaların olmaması anlamında) ilkesini alarak karşılıklı ve özgür bir yaşam tarzını temsil eder.
Vurgulanması gereken bir diğer nokta da bu dört tip mübadele tarzının tüm toplumsal formasyonlarda bir arada bulunduğudur. Örneğin, kapitalist toplumda (C tipi) hem karşılıklı armağanlaşma (A) hem de yeniden bölüşümcü (B tipi) mübadele tarzları mevcuttur, yalnızca baskın olan meta mübadelesidir. Başka bir deyişle, piyasa, aile, akrabalık, komünite bağlarına baskındır.
Karşılıklılık ilkesi temeline dayanan klan toplumu ancak göçebe grupların yerleşik hayata geçmesinden sonra ortaya çıkmıştır. Bunun nedeni, yerleşik hayatın bir yandan nüfus artışına olanak verirken diğer yandan da zenginliğin biriktirilmesini olanaklı hale getirdiğinden kaçınılmaz olarak zenginliğe ve güç bakımından eşitsizliklere yol açmasıydı. İşte klan toplumu, armağan, karşı-armağan yükümlülüklerini dayatmak suretiyle bu tehlikeyi belirli bir seviyede tutmuştur. Dolayısıyla karşılıklı armağanlaşma (A tipi mübadele) göçebe avcı-toplayıcı gruplardan oluşan toplumlar için geçerli değildir. Bu toplumlarda depolama olanağı olmadığından mallar ortak bir havuzda toplanır ve eşit olarak bölüşülürdü. Bu toplumun ayırt edici özelliği tek tek üyelerinin hareket serbestisinden kaynaklanan bir eşitliktir. Klan toplumunun üyeleri eşit olmakla birlikte, göçebe toplumun bireyleri gibi özgür (yani hareket serbestisine sahip) değildi artık. Başka bir deyişle, bireyi kolektife bağlayan kısıtlamalar güçlendirilmiştir (Karatani, Dünya Tarihinin Yapısı, s. 10-11).
Tarihe üretim tarzları açısından ele alan Marx ve Engels’in üretim araçlarının ortak mülkiyeti perspektifinden bakıldığında göçebe ve klan toplumları arasında fark yoktur. Marksist analize göre her ikisi de ilkel toplumlardır. Oysa Karatani’ye göre aralarında belirleyici bir fark vardır. Bu yüzden de Karatani için komünizm, üretim araçlarının ortak mülkiyetinden çok göçebeliğin geri dönüşüne bağlıdır (Karatani, Dünya Tarihinin Yapısı, s.13)
Göçebe grupların yerleşik hayata geçmesiyle bir takım eşitsizliklerin ortaya çıktığını söylemiştik, ama bu eşitsizlikler sınıflı bir toplum veya devletle sonuçlanmaz. Yani Karatani’ye göre eşitsizliklere ket vuran ve devletin ortaya çıkmasını engelleyen bir sistem mevcuttur. Ve bu sistem klan toplumundan başka bir şey değildir. İşte bu sorunun peşine düşer Karatani ve A tipi mübadele tarzı ile açıklar yanıtını.
Bir kabile her şeyden önce, üyelerinin düzenini içkin olarak sürdürmeye ve birliği dışarıya karşı korumaya dönük kurulan sosyo-politik bir oluşumdur. Politik bir organizasyon olarak devletin alternatifidir. Bu yapı kırsal bir öz-yönetimdir (Rıza Yıldırım, Aleviliğin Doğuşu, s.50)
Şimdi A tipi mübadele tarzına daha detaylı bakalım. Bir kabile toplumunda bu tarz hakimdir. Hiç kimsenin zenginliği veya iktidarı kendi tekeline almasına izin verilmez. Klan toplumu, her zaman zenginlik ve güç eşitsizliği üretecek unsurlar barındırdığı gibi, armağan yükümlülükleri aracılığıyla bunları her zaman kontrol altında tutar (Karatani, DTY, s.88). Klan toplumundaki eşitlikçilik oldukça güçlüdür: eşitsiz bölüşüme ya da servet ve güç eşitsizliklerine izin vermez.
Fakat bu eşitlikçilik kişisel kıskançlık veya bir tür nostaljik idealizmle açıklanamaz:zorunluluktur. (Karatani, DTY, s.100) Örneğin, topluluğa üyelik doğar doğmaz armağan olarak bahşedilmiş bir şeydir. Her üye bunun karşılığını verme yükümlülüğü taşır. Topluluğun her bir üyesini sınırlamakta kullandığı iktidar, bu bir tür karşılıklılığın gücüdür. Bu nedenle, bir üye, normları (kuralları) ihlal ettiğinde ceza uygulamasına özel olarak gereksinim duyulmaz. İhlal topluluğun geneli tarafından öğrenildiğinde, bu ihlalcinin sonudur: topluluk tarafından terk edilmek ölümle eş değerdir. (Alevilikteki düşkünlük kurumu gibi)
Başka bir karşılıklılık sistemi de, hane veya klanının kızını veya oğlunu verip aynı şekilde dışarıdan başkasını aldığı dışevliliklerdir. Klan toplumu karşılıklı dış evlilik üzerinden inşa edilir;dahası farklı klanları birbirine bağlayan daha üst seviye bir topluluğun (kabile ya da kabile federasyonunun) kurulmasına neden olan ve ensesti önleyen de bu dışevliliktir. Bu bakımdan akraba temelli toplumlar kan bağına değil, armağanın gücüyle yaratılan toplumsal bağlara dayanır. (Karatani, DTY, S.90) Akrabalık söylem olarak kabiledeki uyumu güçlendirir ancak kabile üyelerini çeken gerçek faktör ortak çıkardır. Yani ortak çıkar birleştirici politik güç olarak işlev görür (Rıza Yıldırım, Aleviliğin Doğuşu, s.55)
Kurban da karşılığında doğaya borç yükleyen bir armağandır örneğin. Hatta büyü veya sihir de bir tür armağandır. İnsanın ölümden korkması yerleşik hayatla başlamıştır denilebilir, çünkü artık gömdükleri ölülerle beraber yaşamak zorunda kalmıştır. O nedenle de yanı başlarında yatan ölülerin ruhlarını kontrol altında tutmak için armağanlar sunmuşlardır. Bu zamanla cenaze töreni, hatta atalara tapınma biçimini almıştır.((Karatani, DTY, S.96-97).
Ayrıca böylesi sıkı-dolgulu toplumlarda inanç, kişisel bir deneyimden ziyade toplumsal bir olgu olarak karşımıza çıkar. Bu tür toplumlarda dini olgular daha çok sosyo-dinsel süreçler olarak gerçekleşir. Örneğin geleneksel Alevilikte bireysel ibadetler pek fazla önemsenmezken, toplu ibadete merkezî bir konum verilmektedir. “Bireylerin içine gömüldüğü, sıkı-dokulu toplumlardaki böylesi duygusal bir yapının bağlayıcı ve buyurgan kuvveti aslında modern insanın kavradığının çok ötesindedir.” (Rıza Yıldırım, Aleviliğin Doğuşu, s.64)
Sıkı-dokulu toplumlarda ortak inançlar ve değerlerin bireyler üzerindeki aşkın gücünü büyü ve sihir olgularında bulabiliriz. Levi-Strauss büyünün sosyal arka planını ve sihrin güç kaynağını incelerken, büyücünün iktidarının, toplumun onun gücüne duyduğu inançtan ileri geldiğinin altını çizer. Büyüyü mümkün kılan ve sihrin etkin olmasını sağlayan şey, öyle olacağına dair toplumun bütün üyelerinin sarsılmaz inancıdır. Kısacası, sihrin etkisi kolektif bilince kök salmış inançlar ile büyücünün söz ve davranışlarının rezonansına dayanmaktadır (Yıldırım, 2017, s.66)
Karatani, klan toplumunu yerleşik hayata geçişle başlatsa da politik örgütlenmesini kabile modeline göre gerçekleştiren göçebe ve yarı göçebe (konar-göçer) kır eksenli yaşam tarzlarına rastlanır. Yaşamları tümüyle hareketlilik ve özgürlük ilkesine dayalı göçebelerin bürokratik devlet sisteminin durağanlaştırıcı ve zaptedici doğasından hoşlanmayacağı açıktır. Bunun yanında konar göçer hayatın politik ve kültürel kurumlarını ve kavramlarını belirleyen başat arka plan olarak ekonomik ve sosyal tekdüzeliğe dikkat çekmek gerekir. Ekonomilerinin basitleştirilmiş ve uzmanlaştırılmamış yapısıyla yakından bağlantılı olarak, bu toplumların sosyal yapısı tümüyle tabakalaşmamıştır.
Devleti, kabileden ayıran temel fark çok daha fazla gelişmiş iş bölümünden gelir. Devlet örgütlenmesi tam zamanlı profesyonel savaşçılar ve bürokratlara yaslanmaktadır. Kabile sistemi idari nitelikteki bürokratik ara basamaklara nadiren sahiptir. Sosyal olarak homojen, eşitlikçi ve bölünmüştür; devlet ise heterojen tabakalaşmış ve hiyerarşiktir. Kabileler akraba bağına öncelik verir. Öte yandan devlet sistemi kişisel ilişkilere ikincil bir önem verir ve her bir kişinin merkezi otoriteye sadakatinde ısrar eder. Kabile örgütlenmesinde kişisel ve ahlaki faktörler birincil rol oynarken devletler kişisel olmayan ilişkileri vurgular ve sözleşme, işlem ve başarıyı esas alır (Yıldırım, 2017, s. 50-52)
Konar-göçer toplumların devlet yönetiminden hoşlanmaması yalnızca vergi, askerlik, toprak mülkiyetlerindeki kısıtlamalar gibi gibi tedbirleri dayatılmasıyla açıklanamaz. Devletin dayattığı dini yorumlar ve pratikler, toplumsal hayat ve kültürel aidiyetler, yerleşik kentli değerler de arzu edilmez. Bu bağlamda, Ortadoğu’da kurulan pek çok devletin hikayesinde bunu görebiliriz; fethi gerçekleştiren kabile birliği yerleşik bürokratik devlete dönüşünce kurucu dinamik güç olan kabilelerin çoğu kendilerini yeni sistemde muhalefette bulur. Artık ya sınır boylarında yaşayarak ya da kendilerini saran mevcut devlet yapısına karşıt federasyonlar oluşturarak özerkliklerini sürdürmekten başka seçenekleri yoktur. Devlet mekanizmaları tarafından refüze edilip sistemin çevresine itilirler; tıpkı geleneksel Alevilikte olduğu gibi.
Yıldırım, Alevi tarihini üç ana döneme ayırarak inceler:
1. Oluşum Dönemi (11. yüzyıl -15. yüzyıl)
2. Safevi (Kızılbaş) Dönemi (16. yüzyıl -19. yüzyıl)
3. Modern Alevilik Dönemi (20. yüzyıl ortalarından itibaren devam eden süreç)
ve bu dönemlerden ikincisini (16. yüzyıl -19. yüzyıl) Geleneksel Alevilik olarak niteler. Bir başka deyişle, “Geleneksel” sıfatıyla ayırt edilen dönem, Aleviliğin her bakımdan şekillendiği dönem olmuştur.
“Şeyh Cüneyt’le başlayıp Şah Tahmasb’la tamamlandığını tahmin ettiğimiz bu süreçte, Aleviliğin (o dönem için doğru adı Kızılbaşlık) inanç esasları, ritüelleri (ibadet) ve dinî-sosyal yapılanması şekillenmiştir. Safevi şeyhleri/şahları liderliğinde biçimlenen bu yapı, 20. yüzyılın sonlarına kadar köklü bir değişime uğramadan gelmiştir. İlginçtir ki, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş Alevi toplumunca sevinçle karşılansa da Türkiye’nin siyasi hayatındaki bu köklü değişim Alevi toplumsal ve dinsel düzenini pek fazla etkilememiştir” (Yıldırım, 2012)
Kızılbaş hareketinin Türkmen oymaklar arasında ortaya çıktığı bilinmektedir. Bu oymaklar yukarıda belirtildiği gibi fetihleriyle Anadolu’nun batısında Osmanlı Devletini kurmuş ama 15. yüzyıl ortalarından itibaren yerleşik yeni bürokratik devletin mekanizmaları tarafından merkezden çevreye itilmişlerdir. Bundan sonra yüzünü Anadolu’nun doğusuna dönen Türkmen oymakları Safevi devletinin kurulmasında rol alırlar. Ancak tarih yine tekerrür eder ve Safevi devleti kurulduktan sonra yönetim anlayışının hızla şehir kültürüne adapte olması, kurucu Kızılbaş unsurların yavaş yavaş sisteme yabancılaşmasına neden olur.
Şah İsmail’in Çaldıran Savaşı’nı kaybetmesinden sonra Safevi merkezi ile irtibatları zayıflayan Anadolu ve Balkanlardaki Kızılbaşlar ile Osmanlı rejimi ve ona yaslanan Sünni toplum arasında yaşanan yabancılaşma neticesinde Kızılbaşlar, Osmanlı denizi içinde her taraftan kuşatılmış küçük dinsel-sosyal adacıklar hâlinde varlıklarını devam ettirebilmişlerdir.
“Öte yandan günümüz Kızılbaş Aleviliği, Safevi devletinin askerî aristokrasisini oluşturan Kızılbaşlardan gelmemektedir. Safevi devletinin önce On İki İmam Şiası ekseninde bir ortodoksiye eklemlenmesi, arkasından da tamamen yok alması (18. yüzyılın ilk yarısı) Osmanlı topraklarında kalan Kızılbaşları kendi kaderleriyle baş başa bırakmıştır. İşte bu süreçte Osmanlı Kızılbaşları, şehir merkezlerinden iyice uzaklaşarak “devletin olmadığı alanlarda” bir sosyal-dinî düzen kurmuşlardır. Bu düzenin de tamamen kırsal hayatın dinamikleri üzerine kurulduğu açıkça görülmektedir. Cumhuriyete geçiş, bu kırsal Kızılbaş Alevi düzeninde kayda değer bir etki yapmamıştır. Kızılbaş Aleviler, Cumhuriyetle beraber üzerlerinde yüzyıllardır süregelen devlet baskısının azaldığını hissetmişler, ancak şehirlere gelerek yeni düzenin aktörleri arasına katılmamışlardır.” (Yıldırım, 2012)
A tipi toplum olarak Geleneksel Alevilik
Hemen her boyutuyla kırsal bir karakter taşıyan geleneksel Alevilik, devletle ilişki konusunda da tarihsel bir tecrübeye sahip değildir. Başta belirttiğim gibi Karatani klan toplumlarında devletin neden ortaya çıkmadığını soruyor ve bunu bu toplumdaki karşılıklılık ilkesine dayanan kurumlarla açıklıyordu. Bu bakımdan yazının devamında Geleneksel Alevi toplumunun omurgasını oluşturan ana kurumlara değinmek istiyorum.
1- Cem ibadeti: Geleneksel Alevi toplumunda cem ibadetinin ana işlevi toplumsal barışı ve ahengi korumaktır. Bunu sağlayabilmek için elindeki en güçlü silah ise “düşkünlük” kurumudur. Kırsal hayatta düşkün olan bir kişinin yaşamını devam ettirme şansı çok düşük olduğundan düşkünlük çok güçlü bir müeyyidedir. Bu yolla toplum iç âhengini şiddet kullanmadan sağlamaktadır. Örneğin, talibin kırk günden fazla mürşidinin huzuruna çıkmaması doğrudan düşkünlük sebebidir. Yine her sonbaharda yapılan görgü cemleri toplumun iç düzenini gözden geçirip aksaklıkları yoluna koymaktadır. Ayrıca yıl boyunca yapılan diğer cemler bir yandan kolektif bilinci beslerken diğer yandan her ferdin topluma, dedeye ve birbirine karşı konumunu ve sorumluluklarını bilinçaltına işlemektedir.
2- Musahiplik : Ergenlik çağına gelmiş bir kişinin musahip kavline girmesi zorunludur. Musahip tutmaksızın Alevi olup hakikat cemlerine katılmak hiçbir şekilde mümkün değildir. Dört can (iki karı koca) arasındaki musahiplik kavline göre, bu canların namusları dışında (yarin yanağından gayri) herşeyleri ortaktır. Bu bakımdan musahiblik bir tür dayanışma yöntemidir ve köy hayatında son derece işlevsel bir role sahiptir.
3- Dede- ocakları: Alevi toplumunun tamamı üyeliğin kalıtsal olarak belirlendiği iki toplumsal sınıftan oluşmaktadır. Dedelerden oluşan sınıf, dinsel liderlik ve aydınlatma görevini üstlenirken taliplerden oluşan sınıf da her türlü inanç ve din işlerinde dedelere bağlanmıştır. Dikkat edilmesi gereken önemli nokta şudur: bu yapıda dede ile talip arasındaki ilişki fertler arasında tesis edilen ikili kontratlara dayanmamaktadır. Bu ilişki bireysel düzlemi çok aşan soy grupları arasında kurulmuştur. Belirli bir obanın mensubu talip Aleviler (ki bu mensubiyet çoğu zaman fiktif olsa da bir akrabalık bağından ileri gelmektedir) ocak tabir edilen belirli bir soy grubuna bağlıdırlar. Bu obanın manevi işlerinde yetkili makam mürşit ocaklarıdır. Tabii ocak zatı itibariyle soyut bir varlık olduğundan ocak adına mürşitlik işlevini o soy grubuna mensup olan bir fert yerine getirmektedir ki buna dede denir.
Özetle, geleneksel yapıda bir kimsenin Alevi sayılabilmesi için temel olarak şu üç şartı muhakkak sağlamalıdır: 1) kalıtsal olarak belirlenmiş olan mürşidine (dede) bağlılık ve birçok konuda onun onayına tabi olmak, 2) musahip kavline girip hayat boyu onun şartlarını sağlamak, 3) her yıl görgüden geçmek.
Karatani klan toplumlarını anlatırken “topluluğa üyeliğin doğar doğmaz armağan olarak bahşedilmiş bir şey” olduğunu söyler. Benzer şekilde geleneksel anlamda Alevi olmak her şeyden önce toplumsal bir aidiyettir. Kişinin Alevi olup olmadığını belirleyen en baskın etken, Alevi toplumunun bir parçası olmasıdır. Daha da açık ifade etmek gerekirse, Alevi olmayı belirleyen esas şart Alevi toplumun içinde doğmaktır. Bu şartı sağlamayan bir kişinin sonradan Alevi olması mümkün olamamaktadır.
Geleneksel Alevi toplumu ahlaki ve hukuki normlarla birbirine bağlanmış kapalı bir toplum veya Yıldırım’ın deyişiyle sıkı dokulu bir toplum özelliği gösterir. Bu normları eski Buyruk metinlerinde bulabiliriz. Örneğin, Buyruk’tan anladığımız kadarıyla ,yolun asıl hedefi “Sırr-ı Ali” dir, yani peşinde olunan bilgi budur, Tarikata bunun için girilir. Taliplerin (ikrar verip Tarikata girmiş canlar) avam-ı halktan (zahir ehli, şeriat ehli) uzak durması gerektiği söylenir. Her bir talip erkan sürer, yani yolun esaslarına göre yaşamalıdır.
Bu esaslara uymayan canlar dara çekilir ki bir tür cemiyet içi sorgu, hesap verme ve arınma ritüelidir. Bunun yanında bir kişi yol ve erkana aykırı iş işlediğinde kendiliğinden de “gözcü” veya “mürşid” e giderek suçunu itiraf edebilir, buna da “günahını ele vermek” denilir. Geleneksel Aleviliğin temel ilkelerinden birisi de “rıza/razılık” olgusudur. Yol ve erkanın yürütülebilmesi için topluluğun bütün fertleri birbirinden razı olmalıdır başka bir ifadeyle akraba, komşu ve köylülere karşı sorumluluklar yerine getirilip onların rızası kazanılmalıdır. Rızalığını kaybeden can, cem ayininde meydana çıkarılır ve sorgudan geçirilir. Orada verilecek ceza ile rızalık hali tekrar sağlanmış olur. Cezaların belirlenip uygulanması işlemine “sitem sürmek” denir, bu sitem (ceza) tarık çalma, kurban kesme, para veya başka değerli meta alma şeklinde olabilir. Eğer suç işlemiş kişi verlen cezayı kabul etmezse yoldan “sürgün” (düşkün) olur ve cemiyetten dışlanır. (Rıza Yıldırım, Menakıb-ı Evliya, 2020)
“Alevi toplumunun tarihsel gelişim seyrini etkileyen koşullar, onu kapalı-kompakt bir yapı hâline dönüştürmüştür. Kendisini kuşatan dış dünyadan yalıtılmışlık, toplumun kendi içindeki sosyal ve dinsel bağları daha da güçlendirmiştir. Geleneksel Alevi toplumuna dikkatle bakıldığında, dinsel ve sosyal (hatta belli ölçüde siyasal ve hukuksal) nitelikleri ayrışmaz bir şekilde iç içe geçmiş bu bağların hayatın her alanını kuşattığı görülür. Bir yandan toplumun sosyal karakterini güçlendirirken bir yandan da bireyin hareket alanını kısıtlayan böylesine bir yapı, esasen devlet himayesinden mahrum bir toplumun varlığını devam ettirebilmesi için kaçınılmazdır.” (Rıza Yıldırım, 2012)
Ana omurga böyle olmakla birlikte, bazı inanç ve ibadet uygulamalarında bölgesel farklar da vardır. Bu farklılığın nedeni, Osmanlı sınırları içinde kalan Alevi toplumunun adem-i merkeziyetçi bir örgütlenme modeli benimsemiş olmasından dolayı otoriter bir merkeze sahip olmayışıdır.
Karatani, “pratikte bir topluluk şiddet yoluyla bir diğerine hakim hale geldiğinde bir devlet kurulduğunu” söyler (Karatani, Dünya Tarihinin Yapısı, s.42). Oysa A tipi mübadele tarzının hakim olduğu topluluklarda şiddete gerek duyulmaz. Özünde dinsel olmakla beraber sosyal ve hukuki yönleri de olan bağlarla birbirine bağlanmış Geleneksel Alevi toplumunda da bu bağlar toplumsal düzen ve uyumun teminatı olmuş, yeniden dağıtımcı veya bölüşümcü bir devlet yapısına (B tipi) ihtiyaç duyulmamıştır. Dışarıya kapalı olan bu toplumsal yapı varlığını sözlü aktarım unsurlarıyla sürdürmüştür. Yine Buyruk’tan öğrendiğimiz kadarıyla sözlü aktarımın tercih edilmesi gizli bilgilerin sadece ehline verilmesi gereği ile ilintilidir.
Aşık Turabi’nin dediği gibi:
Salma dil gemisin engine aşık
Erenler ceminde payen bulunmaz
Her yerde faş etme sırr-ı hakikat
Onu fehm eyleyen bir can bulunmaz
Ali çoktur, Şah-ı Merdan bulunmaz!…
1978’de Tokat’ta doğdu. 1995 yılında İzmir Maliye Meslek Lisesi, 2000 yılında İstanbul Üniversitesi İngilizce İşletme Fakültesi’ni bitirdi. Yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi İktisat anabilim dalında tamamladıktan sonra, 2009 yılında “Amartya Sen ve Yetkinlikler Yaklaşımı” konulu doktora teziyle Yıldız Teknik Üniversitesi’nden doktora diplomasını almaya hak kazandı. 2012 yılında kurduğu “İktisadi Düşünce Tiyatrosu” girişimi ve 2019 yılında hazırladığı “İktisatçı” belgeseliyle iktisat ve sanatı bir araya getirme çabasını halen sürdürmektedir. Politik iktisat, iktisadi düşünce, edebiyat ve dayanışma ekonomisi çalışan Boz, Fenerbahçe Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesidir.