LAİKLİK TÜRKİYE’NİN KÜLTÜR DEVRİMİDİR
Tarihsel bir perspektiften bakılınca Türkiye laikliği çok “genç” bir laikliktir. Bu kısa süre içinde toplumda büyük rağbet görmesi, İslamcı bir iktidarın tüm propaganda ve devlet gücünü kullanarak toplumu İslamizasyona tabi tutmasına rağmen, bunu bir türlü başaramaması, Türkiye laikliğinin büyük bir başarısı olarak kabul edilmelidir.
Dün cumhuriyet elitlerinin laikliği örtülü bir proje olarak hayat geçirmek istemeleri ile, bugün siyasal İslamcıların, İslamizasyon projelerini aynı şekilde örtülü bir proje olarak hayata geçirmek istemelerini kıyaslarsak, toplumsal güç dengelerinin bu son 94 yıl içinde laiklik lehine dramatik bir şekilde değiştiğini görürüz. Bu yönüyle cumhuriyet aynı zamanda bir kültür devrimdir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında din referanslı sosyo- kültürel zemini göz önünde bulundurursak, tüm eksikliklerine, dini yapılara verilen ödünlere rağmen, laiklik o ülkede cumhuriyetin en büyük başarılarından biridir. Türkiye’deki laikliğe yönelik haklı ve bir o kadar gerekli olan eleştirilere rağmen, cumhuriyetin bu başarısını burada teslim etmek gereklidir.

CUMHURİYET VE TÜRKİYE LAİKLİĞİNİN ÜÇ STRATEJİK HATASI
Cumhuriyetin bu başarısını teslim etmekle birlikte, üç stratejik hatasına/eksiğine burada dikkat çekmek, bugün yaşanan toplumsal krizleri anlamak için gereklidir: biri Kürt sorununa monolitik, asimilasyoncu yaklaşımı, diğeri ise Alevi – Bektaşi kesime Sünni Hanefi dayatması ve üçüncü ise dinin kurumsal örgütlenmesinde yapılan hatalardır. Bu konuda kamu oyuna açık, sağlıklı resmi verilerin olmamasına nazaran, 30 – 35 milyona varan yurttaş kesiminin tekçi bir kültürel ve mezhepçi yaklaşıma maruz bırakılması, eninde sonunda kaçınılmaz olarak toplumsal gerginliklere yol açacaktı. Nitekim cumhuriyet tarihi buna paralel, ağırlıklı olarak çoğu zaman örtülü, kısmen açık sürekli bir gerginlikler tarihidir.
Türkiye’nin çoğulcu etnik/kültürel ve dini ve mezhepsel demografik yapısını, Türkiye’nin tekçi devlet anlayışı ile kıyaslarsak, ülkenin demografik yapısıyla, siyasal sistemi arasında bariz bir zıtlık/çelişki olduğu aşikardır. Bu demografik yapının, bu siyasal sistemle kaçınılmaz olarak şu veya bu ölçüde çatışması kaçınılmazdı.
21’inci yüzyılın çağdaş, demokratik ve kültürel çeşitliliği ile barışık bir cumhuriyet yaratılmak isteniyorsa, cumhuriyetin bu doğum hatalarını gidermek acil bir görevdir. Türkiye’nin bu gerginliklerini sürekli exogen, yani dışsal – “emperyalistler”, “Batı bizi bölmek istiyor”, “fitne” gibi nedenlerle açıklamak, sorunu anlamamak ve sorunun gitgide kangrenleşmesine yol açmaktan başka bir işe yaramaz! Çünkü Türkiye’deki toplumsal gerginliklerin ana nedeni dışsal değil iç nedenlerden kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin yeniden yapılandırılacak laikliğini ve demokrasisini ülkenin demografik yapısıyla uyumlu hale getirmek bir zorunluluktur. Zaten küreselleşen bir dünyadaki çağa uygun devlet yapılanmaları 19-20’nci yüzyılın “tek kimlikli” ulusal devletlerinden (coherent national identity) ziyade, hibrid, kültürel ve dini inanç çeşitliliğini, kimlikleri (cohesive national identity) kabul eden ve bunu sosyal ve siyasal sistemlerine entegre eden devletler çağıdır. Bu bağlamda Türkiye’yi 21’inci yüzyılda oluşan küresel paradigmalar açısından yeniden değerlendirmek ve konumlandırmak bu ülkenin çözülmesi gereken en birincil sorunudur. Nitekim bundan 100 yıl önce Türkiye’nin bir ulus devlet olarak tarih sahnesine çıkması da, o dönemin ulus devlet paradigması baz alınarak mümkün olabilmiştir. Çağın bir gereği olarak Türkiye’nin iç barışı, sosyal, ekonomik ve kültürel gelişimi, 21’inci yüzyılın paradigmalarına ne kadar uyum sağlayıp sağlayamadığı ile bire bir orantılıdır. Türkiye ve Suudi Arabistan arasında herhangi bir kıyaslama yapmak için söylemiyorum ama, bugün Suudi Arabistan gibi bir devlet bile ağır bir değişim baskısı altındaysa, bunu 21’inci yüzyılda oluşan küresel paradigmalar açısından da incelemek gerekir.
Türk tipi laisizmin AKP iktidarı döneminde ortaya çıkan yapısal üçüncü önemli zaafı, kurumsal boyutludur. İktidarı/devleti ele geçiren – zaten derin tarihsel, sosyo kültürel kökleri olan, devletten bağımsız olarak örgütlenmiş diğer dini tarikatları saymazsak – devletin dini örgütlenmesini de ele geçirmiş oluyor. Ayrıca Türkiye’de; devleti tarikatların her zaman için farklı yöntemlerle ele geçirmeye çalıştıkları bilinen bir gerçektir. Belirli bakanlıkları şu veya bu tarikatın ele geçirdiği, söz konusu tarikat üyesi olmayanların, bu bakanlıklara alınmadığı, liyakatten ziyade tarikat aidiyetinin ve biadın belirleyici olduğu bir yapılanma, özellikle son 50 yıl içinde daima mevcut olmuştur.
Bu gibi tarikatların en bilinenleri Nakş-i Bendi, Süleymancılar ve son 40 – 50 yılda devlet içinde etkisini artırmış hatta paralel bir devlet haline gelmiş Gülen cemaatidir. Devletin resmi örgütlediği dini kurumlarla, resmi olmayan ama büyük etki alanlarına sahip bilumum dini tarikatları, kümülatif olarak göz önünde bulundurursak, devletin dini örgütlenmelere karşı hemen hemen savunmasız olduğunu iddia etmek abartı olmaz.
Sünni Hanefi inancı devletin “biricik” dini olarak kabul görünce, buna irili ufaklı yüzlerce hatta binlerce tarikat da eklenince ve bunun karşılığında Alevi inancına, diğer irili ufaklı mezheplere ve dinlere örgütlenme şansı tanınmayınca, toplumun sosyolojik dengeleri göz önünde bulundurulmamış, bunun sonucu olarak siyasal dengeler de sağlanamamış, Türkiye kronik siyasal gerginliklerin yaşandığı bir ülke haline gelmiştir.
Avrupa’daki sekülerlik ve laiklik modellerini incelediğimiz bir diğer makalemizde belirttiğimiz “sosyal rekabet alanları“ Türkiye’de oluşmamış, devlet tek mezhepli, tek dini anlayışı tanımlama tekelini edinmiş ve yurttaşlara bu tekelci din anlayışını dayatmıştır. Avrupa’da sekülerliğin / laikliğin temel esası olan din ve vicdan özgürlüğü bu anlamıyla Türkiye’de oluşmamıştır.
Bu tekelci anlayış nedeniyle, genelde İslam dünyasında, özelde Türkiye’de, Avrupa’da farklı kiliselerin ortaya çıkmasından sonra oluşan derin entelektüel teolojik tartışmalar yaşanmamış, dini inanç sadece muktedir olan mezhep, devlet, kurum ve kişiler tarafından günün siyasal konjonktürlerine göre topluma dayatılmıştır. Sürekli kendini siyasal koşullara göre uyarlayan bir din anlayışının sonucu olarak, toplumda din ve din eğitimi son derece ideolojikleşmiş, ortaya neyin nesi belirsiz, çerçevesi bir türlü belirlenemeyen bir din anlayışı çıkmıştır.
Kafalar gitgide karışmış, inancın bireyin iç dünyasını tanzim etme işlevinden çok, irredantist (fetihçi) ve bir o ölçüde de agresif bir din anlayışı dini yaşama damgasını vurmuştur. Bu kısır döngüyü kırmak isteyen İslam entelektüelleri çoğu zaman yalnız bırakılmış, sindirilmiş, Turan Dursun gibi İslam aydınları girdikleri teolojik tartışmaların bedelini canlarıyla ödemiş, İhsan Eliaçık gibi İslam aydınları kitap fuarları önünde linç edilmek istenmiş, bazıları ise yurt dışına çıkmak zorunda kalmışlardır. Fundemantal teolojik tartışmalara girmek isteyen her İslam aydını, toplumsal ve kurumsal bir koruma kalkanı olmadan, deyim yerindeyse “kelleyi koltuğa almak” zorunda bırakılmıştır. Turan Dursun ve İhsan Eliaçık örnekleri hariç, sol da ideolojik bağnazlıkları yüzünden bu insanları adeta yok saymış, onlara doğru düzgün bir kamuoyu desteği sunmamıştır. Sonuç olarak felsefi, kültürel, antropolojik, sosyolojik, psikolojik vs. boyutları ile sağlıklı, zenginleştirici teolojik kuramlar, tartışmalar oluşturulamamış, din yaşamına hurafelerle dolu, dogmatik bir din anlayışı büyük ölçüde egemen olmuştur.
Burada unutulmaması gereken diğer bir nokta ise Avrupa’da Rönesans’ın entelektüel temellerinin Reformasyon hareketinin getirdiği derin entelektüel teolojik tartışmalardan sonra mümkün olduğudur. Yani Rönesans, Reformasyon’un getirdiği çok boyutlu, derin teolojik tartışmalar üzerinden yükselebilmiştir. Avrupa ile kıyaslandığında, Türkiye’de cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte çokça vurgulanan “cumhuriyet aydınlanması” tarihsel olarak teolojik bir zemin üzerinden gelen bir tartışma mirası ve kültürü edinememiş, doğal olarak tepeden inme bir aydınlanmacılık vuku bulmuştur. Tabii bu tepeden inme aydınlanmacılık tüm eksikliklerine rağmen cumhuriyetin getirdiği aydınlanmacılığı ve laikliği değersiz kılmaz!
Yukarıda kısaca belirtiğimiz din yaşamının sürekli siyasal konjonktüre göre şekillenmesi, Ramazan bayramı gibi bazı dini bayramların bile her yıl kolektif birer gerginlik haline gelmesinde önemli roller oynamış, din ve ritüelleri siyasallaşmış ve birer güç gösterisi haline dönüşmüştür. Böyle olmasa, din ve inanç bu ülkede daha çok birey odaklı yaşanır, her yıl vuku bulan toplumsal gerginlikler yaşanmaz, bir dini ibadet, çoğunluğun baskıcı bir ritüeline dönüşmez, cami yapımları ve cami sayıları ideolojik – siyasal bir güç gösterisi haline dönüşmezdi.
Sonuç olarak AKP iktidarının son 16 yılda sosyal, ekonomik, kültürel ve uluslararası ilişkilerde yarattığı tahribatlar, din üzerinden kutuplaştırma politikaları, Türkiye toplumu nezdinde büyük infiallere yol açmıştır. Gelinen aşamada ise laiklik geniş toplumsal kesimler açısından iç ve dış barışın kaçınılmaz ön koşulu olarak kabul görmeye başlamış, laiklik üzerinde adı pek de konulmayan de facto geniş bir toplumsal uzlaşma sağlanmış gözükmektedir. Bundan sonra tartışma konusu olan laikliğin kendisi değil, laikliğin birinci evresi diyebileceğimiz, cumhuriyet döneminden bugüne, Türkiye laikliğinin zaaflarını ve stratejik hatalarını göz önünde bulundurarak, Türkiye laikliğini 21’inci yüzyılın gereklerine göre yeniden şekillendirmek ve laikliğin rafine olmuş ikinci aşamasına geçmek olacaktır.

Turan Altuner, uluslararası ağırlıklı iktisat, uluslararası işletme yönetimi, kültürlerarası iletişim, kültür antropolojisi ve endüstri işletmeciliği okudu. İşletmeci, danışman ve kültürlerarası iletişim koçu olarak çalıştı. İlgi alanları ekonomi, uluslararası ilişkiler ve kültürlerarası iletişimdir.