– TA: Türkiye’de hemen hemen her kuşak şu veya bu ölçüde sürgünlüğü tatmıştır. 80 darbesinden sonra siz de Paris’te sürgünde yaşadınız. Bize biraz sürgünü ve sürgünlüğü anlatın. Nasıl bir psikolojisi vardı sürgün olmanın? Nâzım Hikmet’in ‘Vapur’ isimli şiirinin öyküsünü uzun yıllar önce okumuş çok duygulanmıştım. Varna liman’ına demir atmış bir Türk vapuru görünce gidip vapuru okşamış ve akabinde o ünlü şiirini yazmış:
“Bir vapur geçer Varna önünden,/ Uy Karadeniz’in gümüş telleri,/ Bir vapur geçer Boğaz’a doğru./ Nâzım usulcacık okşar vapuru,/ Yanar elleri.”
Sürgün gerçekten bu kadar “yakıcı mı”?
1789’un, 1848’in, Komünarların, Adıyamanlı Hemşehrim Misak Manukyan’ın, 22 Ekim 1941’de 17 yaşında 26 yoldaşıyla kurşuna dizilen Fransız Komünisti Guy Moquet’nin, orada defnettiğim can yoldaşım Seyhan Şanalan’ın Paris’i(miz); Nâzım Usta’nın, “Hangi şehir şaraba benzer? Paris./ İlk bardağı içersin buruktur,/ ikincide dumanı vurur başına,/ üçüncüde mümkünü yok masadan kalkmanın,/ garson, bir şişe daha getir!/ Ve artık nerde olsan, nereye gitsen/ Paris’in ayyaşısın iki gözüm,” dizelerindeki bir büyüdür; Leonard Cohen’in, “Büyücü olma, büyü ol,” uyarısını unutmadan…
Sevda ile nefreti; özlem ile özdeşleşmeyi iç içe yaşadığım 11 yıl 8 ay 23 gün 8 saatlik sürgün hâlimin “özetidir,” diyebileceğim ‘Solan Fotoğraflarda Biten ve Başlayan’[57] başlıklı kitabımda işaret ettiğim gibi “Gri gökler altındaki bir azaptır sürgün…”
“Sürgünlük Süresi Üzerine Düşünceler’ başlıklı şiirinde Bertolt Brecht’in, “Bir çivi çakma duvara”…
‘Ezginin Günlüğü’nden Hüsnü’nün, “Sigaramın dumanına sarsam saklasam seni/ Gitme gitme gittiğin yollardan dönülmez geri/ Gitme gitme el olursun sevdiğim incitir beni”…
Bir türküsünde Özlem Özdil’in, “Gideceğim yerler çok uzak gülüm/ rüzgârlardan bile dost olmaz/ gideceğim yerler kapkara zulüm/ ne kadar çeksem çilem dolmaz”…
Ingeborg Bachmann’ın, “Bir ölüyüm ben, dolaşıp duran”…
Melike Demirağ’ın, “Şimdi İstanbul’da olmak vardı”…
Zülfü Livaneli’nin ‘Gökyüzü Herkesindir’ albümünde Sezen Aksu ile düetinde, “Her durakta her uykuda/ sürgün her nefeste yalnızdır/ her şafakta her yudumda/ hasret sancıdır,” diye tarif ettiğidir…
Veya “¿y qué es el exilio sino una forma de la utopía? el destenado es el hombre utópico par excelencia: vive en la constante nostalgia del futuro,” deyişidir Ricardo Piglia’nın… Türkçesi kabaca “Peki eğer sürgün ütopyanın bir hâli değilse nedir? Sürgündeki kişi, ütopik insanın mükemmel hâlidir: Daima geleceğin nostaljisinde yaşar,” demektir…
Ya da Refik Halid Karay’ın romanıdır sürgün: Hani gurbette yaşamış bir insanın iç dünyasına giren; endişelerini korkularını, kaygılarını umutlarını anlatan Hilmi Bey’in hikâyesidir…
“Sürgün”, “Sığınmacı”, “Mülteci”, yerinden yurdundan ayrılmaya mecbur bırakılmaktır. Baskının, kendisi için tehlikeli gördüğüne yönelik uyguladığı bir politikadır.
12 Eylül birçok baskı türü gibi, bu politik aracı da kullanarak darbeyi hayata geçirirken, binlerce insanın da hayatını alt üst ederek, insan haklarını gasp etmiştir.
Kolay mı?
Hüzünlerin hüznüdür; anasıdır sürgün…
Yoksunluğun öteki adıdır…
Cezalandırma sebebiyle uzak diyarlara yollanmadır…
Sürgün, sadece mekânda değil, zamanda da mahpus bırakılandır. Yani cezalandırmadır…
Ayrıca sürgün, yabancı olmak ve olduğu yerde olmamaktır. Kim olduğunu unutturma kastıdır sürgün. Çünkü geri de dönülemez. Çünkü dönülen yer bırakılan yer değildir artık…
Nihayetinde sürgün sözcüğü tek başına anlatır sürgünün hâlini. İnsanın bağlandıklarından, var olduğu ortamdan, kokulardan, renklerden yani onu var eden gerçeklerden kopartılarak; tanımadığı bir bilinmeyene mahkûm edilir.
Tekrarlıyorum: Bu bir (psikolojik işkence mahkûmiyeti) cezadır.
Kimse estetize etmeye kalkışmasın: Sürgün korkunçtur.
“Yersizlik/ yurtsuzluk hâli”dir.
Çünkü kimsesizdir, yalnızdır sürgün. Bir başınadır her zaman.
Sürgün için ülkesinden kopartılmak, dinmeyen bir yürek sızısıdır. Kaybolan yıllardır…
Veya “Sürgün yaşamı, sürekli mutsuzluk ve yalnızlıktır,” Erdal Boyoğlu’nun işaret ettiği gibi…
Ya da Edward Said’in şöyle tarif ettiğidir: “Sürgün hakkında düşünmek tuhaf bir biçimde davetkâr hatta kışkırtıcı bir şeydir de, sürgünü yaşamak korkunçtur. Sürgün, bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz gediktir: Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir. Tarihin ve edebiyatın, sürgünü insanın hayatında kahramanca, romantik, şanlı ve hatta muzafferane sayfalar açan bir durum olarak betimleyen hikâyeler barındırdıkları doğrudur. Ama bunlar hikâyeden, yabancılaşmanın kötürümleştirici hüznünü alt etme çabasından ibarettir. Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır.”[58]
Sonra da Eduardo Galeano’nun 27 Mart 1984’de Daniel Cabalero ile röportajındaki, “Sürgün bana yeni tevazular ve sabırlar öğretti. Sürgünün bir meydan okuma olduğuna inanıyorum. Bir yetersizlik ya da bozgundan kaynaklanan bir cezalandırma dönemi olarak başlayan bu süreci bir yaratma dönemine dönüştürmek ve mücadelenin yeni bir cephesi olarak addetmek için tevazu ve sabır gerekiyor. İşte o zaman insan ileriye doğru bakıyor ve bir bulutta doğmadığını kanıtlayan nostaljinin, yani toprağın çekiminin iyi bir şey olduğunu ama umudun ondan daha iyi olduğunu fark ediyor. Bu kesinlikle kolay bir süreç değil, özellikle de çok uzak göklerin altında, başka diller konuşan, başka türlü hisseden ve düşünen ve de sürgünün kol gücüyle gündelik bir mücadele anlamına geldiği ülkelerde köksüzlüğe mahkûm edilen binlerce Uruguaylı işçi için (…)
Sürgün bana kimliğin adres ya da belgeyle ilgili olmadığını teyit etti: Nerede yaşarsam yaşayayım ve bana pasaport vermeyi istedikleri kadar reddetsinler ben Uruguaylıyım. Bu on, hatta neredeyse on bir yıl boyunca benden eksilen tek şey dökülen saçlarım oldu. Ama diğer yandan dayanışma tutkum, bitmek bilmez yaratma ve sevme güdüm ve adaletsizlik karşısındaki öfkelenme kapasitem daha da arttı. Ben her zaman boğanın tarafını tuttum, matadorun değil ve hâlâ aynı taraftayım,”[59] sözleriyle altını çizdikleri;[60] hatta anlatılmayan veya “Öylesi bir kent ki Paris, sizi bir başınıza bırakır, kendi metaforlarınızı kurmak, bunların ucuna takılıp gitmek güzergâhlarını verir elinize. Sıkmaz, sıkıştırmaz; özgürlük duygunuzu bezer tam tersi. Bu kentte her şeyi yeni baştan kurabilir, her şeyden burada vazgeçebilir ve her şeye burada bağlanabilirsiniz,”[61] tarifindeki sayısız şeydir.
Son bir şey daha: Nâzım Usta’nın ‘Vapur’u mu?
Bir zamanlar sürgünlüğü yaşamış Theo Angelopoulos’un, “Biz zaten hiç bir yere ait değildik, hep sürgündük. Sevmek bile yaşamın kıyısında büyük bir soruydu. Çıplak ve üşüyorduk,” diye tarif ettiği hâlde Ege kıyısından, “Karşı yaka memleket,” derken; Omonya Meydanı’nda sade kahve içmekte hasretten kavrulmaydı yaşadığımız…