
Her kuşaktan sanatçının, tüm zamanlardan günümüze getirdiği birer renk ile geçmişe, bugüne ve geleceğe dokunan eserlerin yer aldığı bir sergi. Farklı tekniklerle sunulan pek çok eser tüm zamanlardan bir parçayı gözler önüne seriyor…
Küratörlüğünü yaptığım “Tüm Zamanlar Karma Sergisi”ni hazırlarken her yaştan sanatçının hemen hemen her çağdan bir rengi günümüze taşımalarını amaçladım. Sergimiz.com Sanat Galerisi bünyesinde gerçekleşen sergide kendi zamanının da ötesine geçecek olan pek çok eser bir araya gelmişti.
Afra Kutluğ’nun fotoğraf kolâjı tekniğiyle oluşturduğu eserlerde, erken Hıristiyanlık Dönemi’nden sahneler ile karşılaşırız. Meryem’in Orucu ve İsa ile İsa’nın Zeus ile özdeşleştirildiği eserlerde ikonaların ardındaki efsanelerle de karşılaşma şansımız oluyor. İsa ile Zeus’un özdeşleşmesi gibi sanat tarihinde İsa’nın Apollon, Meryem’in Afrodit ile bağdaşan tasvirlerinin olduğunu görürüz. Afra Kutluğ, bunu bize biraz daha sembolik kavramlar eşliğinde sunarak bir alegori yaratmıştır.


Dilek Menteş adlı sanatçımız bizi adeta renklerin içinde yüzmeye davet ediyor. Tuval üzerine akrilik çalışan sanatçı, yoğun fırça darbelerinin arasına bizi izleyen gözler yerleştirerek soyut bir esere somut bir özellik kazandırıyor. Belki de zihnimizin en ücra köşesinden bizi gözetleyen bilinçaltımızı ve içsel kaotik gelgitlerimizin izlenimlerini gözle görünür kılmıştır. Kuş tüyü kadar hafif bir his yaratan eserlerde renk kullanımı da son derece dikkat çeken bir unsurdur. En karanlık görünen ruhlarda bile bastırılmış da olsa pek çok rengin barındığını ve ışığa izin verdikçe renklerin de yavaşça gözle görülür bir hal alacağını anlatırcasına, ebruli bir fırçayı suya batırırcasına sunulan bu eserlerde zaman ve mekân kaygısı yoktur. Tüm zamanları içine alan bu eserler, insan zihninin tüm katmanlarında var olabilecek bir yetiye sahiptir.


F. Helen Kızıloluk, tüm zamanlardan birer kare barındıran “Fümerol” adlı eserinde pek çok mekâna da aynı tuval üzerinde yer vererek belki de birçok olgunun katmanlarının insan ruhundaki taşmayı tetiklediğini ve tüm bunları yüzyıllardır gören gözün değişmediğini gösterir. Göz hep aynı şeyleri görür ve bu bizi zamanla nihilist düşüncelere gark eder. Kızıloluk, esrinde dörtlükler kullanarak da resim sanatını edebiyatla harmanlamıştır.

Gülbuğ Mukaddes Kılınç, Erkek hegemonyasına karşı sağlam bir duruş sergileyen “Siz Kendinizi Ne Sandınız” adlı eserinde vücut yapısı olarak son derece gelişkin görünen erkeklerin kadın vücuduna yenilişi işlenmiştir. Güçlü görünme çabasının eril egonun arkasına sığınmak ve acizliği örtmek için bir zorlama olduğunu gözler önüne sermiştir.

M. Feta Büyükköse, günümüz teknolojisi ile sunduğu dijital eserleriyle “Tüm Zamanlar Karma Sergisi”ne farklı bir renk katarken bugünün ve yarının da sanatını göstermiş oluyor. Teknolojinin artık sanatta bizlere daha çok şey yapmak için olanak tanıdığını görüyoruz. “EXPECTİON” adlı esere baktığımızda masalsı bir doğa ve kozmonot kıyafetinin bir arada olması pek alışılmış bir durum değildir. Eserin adından da anlaşılacağı gibi sıra dışı bir durum yaşanmaktadır ve belki de bu durum, şu anki bireyselleşmenin bir ürünü olabilir. Sanatçının bir diğer eseri olan “Ev Kuşları Serisi” ise canlı renk kullanımıyla dikkat çeker.


Nilgün Suna Coşkun’un, son derece titiz bir çalışma gerektiren sıcak mine ile ürettiği, “Pozitif Zamanlar ve Biz Kimiz?” adlı serisinden eserleri de sergide bambaşka bir döneme tanıklık etmemizi sağladı. Kendimizi ararken bilinçaltımızın bize haber bile vermeden gittiği yerleri bize gösteren bir çalışma olduğunu düşündüğüm “Biz Kimiz?” için belki de primitif döneme kadar uzanmamız gerekecek, oradan benliğimizde yaşadığımız bölünmelere de uğrayıp bu eserler sayesinde bilinçaltımızın katmanlarında tek tek dolaşma imkânı bulabiliriz.


Nur Ernehir’in foto manüplasyon tekniğiyle oluşturduğu “Kuklalar” adlı eserde kuklayı tutan elin son derece robotik oluşu, hızla makineleşen dünyada artık insanın mı makineleri yoksa makinelerin mi insanları yönettiğini yoksa tüm dünyayı tek bir aklın mı yönettiğini sorgulamamıza neden oluyor. Bunun yanı sıra kuklanın ya da kuklalaşmış insanın iplerini tutuş biçimi de oldukça manidar.

Nuri Yeniev’in “İkili Delilik” ve “Zaman Akar” adlı yağlıboya tablolarındaki renk ve ışık kullanımı son derece dikkat çeken bir unsur oluyor. Tonlama ve ışık ile sağlanan perspektif her iki eserde de görülürken, izleyiciyle doğrudan bağlantı kuran yüz ifadeleri de eserdeki duyguyu direkt olarak aktarıyor.


Bir kent ressamı olan Ömer Faruk Boyacı ise bizi 17. yüzyıla doğru uçuruyor. Hezarfen Ahmed Çelebi’nin Galata’dan Üsküdara’a uçuşunu özgün bir çizimle resmeden sanatçı, İstanbul’un 1600’lü yıllardaki kent dokusunu gözler önüne seriyor. “Galata’dan Üsküdar’a” adlı eserinde geniş açıdan İstanbul’un adeta tarihi topoğrafyasını çıkartan genç ressam, her iki eserinde de son derece ferah hissetmemizi sağlayacak renk tonları tercih etmiş. Bu da henüz o dönemlerde İstanbul’un nefes alınabilir halini de bize başarılı bir şekilde vurguladığını gösterir. kuşbakışı görünen kentin sokaklarına indiğimizde, her an karşımıza fesleriyle, Süleymaniye Külliyesi civarında birikmiş kalabalık, kahvehanelerde toplanmış insanlar çıkacakmışçasına bir his ile resme uzun uzun bakma ihtiyacı duyuyoruz.


Tüm zamanlar kapsamında Rönesans Dönemi ile bağdaştırabileceğimiz iki eser de Sami Kurt adlı sanatçının “Albastı” ve “Alkarısı” adlı eserleridir. Rönesans tablolarında, özellikle de Leonardo da Vinci’nin resimlerinde görülen sfumato tekniği ile benzerlik gösteren bu iki eserde, resmedilen sahnenin arka planında doğa manzaralarının yer alması da bu eserlerin Rönesans tabloları ile son derece benzerlik gösterdiği fikrini güçlendirir. İkonaları andıran bu eserlerde, Türk Mitolojisinde sık sık işlenen alkarısı biraz daha insancıl bir anlatımla karşımıza çıkar. Son derece vahşi ve korkutucu bir şekilde görmeye alışkın olduğumuz Alkarısı, Sami Kurt’un tablolarında neredeyse şefkatli bir tavır sergileyecek kadar stilize edilmiştir.


Jade Sevgi Aynacı adlı sanatçımız da bizi Osmanlı Dönemi’nden bir esinti olan hat sanatı ile buluşturuyor. Farsça yanıp tutuşmuş anlamına gelen “Şuride” adlı çalışmayı aharlanmış kağıt üzerine uygulamıştır. Kağıdın yanmış bir görünüm kazandırmak amacıyla deforme edilmesi de “Şuride” adının hakkını tam olarak vermiştir. “Nazende” adlı bir diğer eser ise, karışık teknik ile hat sanatını bir araya getiren, son derece büyük bir emek harcanarak meydana getirilen bir eserdir.


Sinem Şentürk’ün eserlerine baktığımızda, 1960’lı yıllardan günümüze gelen bir akım olan Pop-art ile benzerlikler taşıyan dinamik bir resim ve bir seramik çalışması görmekteyiz. “Bulut Geçti” adlı resimde gördüğümüz kadın imgesi, en az sanatçının kendisi kadar renkli ve enerjik bir biçimde sunulmuştur. “Elephent Men” adlı elle şekillendirme seramik eser de son derece özgün ve karakteristik bir çalışmadır.


Susan Sharifi, soyut resmin başarılı örneklerini gözler önüne seriyor. Bir yandan hiddetli ve dinamik olup öte yandan dinginleşen insan ruhunu, tüm yaralarına ve tüm kusurlarına rağmen sarıp sarmaladığımız benliğimizi bir anda önümüze koyuyor.


Sergiye şöyle bir göz atarken bir anda Türkan Latifoğlu’nun dikenli telleri sarıyor etrafımızı ve biz bir anda kendimizi “Yeşil Yol”da kaybolmaya hazır bir halde buluyoruz. Karanlık ancak herşeye rağmen umutların yeşerdiği bir yol… Belki de dikenli telleri aştığımız zaman ulaşacağız masmavi ışıklarla bezeli o mutlu “Son”a.


Bir arkeplog olan seramik sanatçısı Hülya Akyol’un “Dört Element” adlı eseri de tüm zamanları içine alan, her zaman ihtiyaç duyacağımız bir noktaya temas eder. Seramik eserin sağ üst köşesinde metal rengi pullar belki de makineleşmenin sonucu olarak dünyayı etkisi altına alan metal atıklar, belki de deniz kirliliğinin sembolü olarak balıkların çığlığının temsilidir. Hemen çaprazında, sol alt kısımda da gri pullar görürüz. Kuşların bile uçuş özgürlüğünü elinden alan betonarme binalar ve hava kirliliği de burada oldukça başarılı bir biçimde hissettiriliyor. Yine sol alttaki mavi spiraller ile de denizlerdeki müsilaja gönderme yapan Hülya Akyol, ateşi de orman yangınlarını temsilen kullanmıştır. Toprağı ağaç ve yaprak imgeleriyle sembolik bir biçimde bize sunmuştur. Sağ altta, Hititlerin tabiatın dirilişini kutladıkları bir sahne ile bizlere Anadolu arkeolojisini referans alarak doğanın her dönem için ne kadar da kutsal ve ihtiyaç duyulan,aslında insan olarak tüm zamanlarda muhtaç olduğumuz bir şey olduğunu yansıtmıştır. Ortadaki elips ise korumakta son derece aciz kaldığımız Dünya’mızı sembolize eder. Arkeoloji bilimini kullanarak insanlara hayata dair kesitler sunan sanatçı, doğa katlini de arkeolojik esintiler taşıyan bir eser ile son derece başarılı bir biçimde anlatmıştır.


Bir sanat tarihçisi olan Saygın Ünel, Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi mezunudur. Tanık Haber’de sanat eleştirmeni ve köşe yazarıdır.