
Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından küreselleşme, uluslararası sistemin temel belirleyicisi haline geldi. Serbest ticaret, çok taraflı ittifaklar ve sözde küresel yönetişim anlayışı, özünde ise çok uluslu şirketler, dünya ekonomisine ve siyasetine yön vermeye başladı. Ancak 2010’lu yılların başlarından itibaren milliyetçilik ve güçlü liderlik figürleri yeniden yükselişe geçti. Bu dönüşüm, küreselleşmenin bireyi ve ulusu geri plana ittiği bir dönemde, yeni teknolojileri kullanarak geçmişin güçlü lider ve ulus ideallerini canlandıran karizmatik figürlerin ortaya çıkışıyla hızlandı.
Bu akımın öncülerinden biri Rusya oldu. 2012’de Vladimir Putin, kısa bir aradan sonra yeniden devlet başkanlığı koltuğuna oturdu ve otoritesini pekiştirerek tüm muhalefeti bastırdı. Zaten Rusya muhalefeti dedikleri de Batı güdümlü oligarklar ve onların siyasetteki temsilcileriydi. Rusya, 1990’lı yıllar boyunca bir iç savaş yaşadı ve ülke talan edildi.
Putin’in amacı, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla kaybedilen büyük güç statüsünü geri kazanmak ve Batı’nın küresel hâkimiyetine direnmekti. Hakkaniyetli olmak gerekirse, Putin’in yağmalanmış ve parçalanmış; Baltık Denizi’nden Karadeniz’e, Batı ve Doğu Avrupa’dan Kafkaslar’a kısmen veya tamamen kuşatılmış bir ülkenin lideri olarak farklı bir seçeneği olduğunu düşünmüyorum şahsen. Zaten Rusya’nın yönetim kültüründe, güçlü bir liderlik her zaman kültürel ve siyasal boyutlarıyla toplum tarafından bizzat talep edilen bir şey olmuştur. Batı tipi bir liderliğin Rusya’da pek şansının olmadığını söylemek abartılı olmaz.
Dört bir tarafından kuşatılmış, nefes boruları kesilmek istenen bir Rusya var ortada. Rusların “near abroad / yakın ülkeler” diye adlandırdıkları eski Sovyet cumhuriyetlerinden Gürcistan’da, 2003’te ABD tarafından yönlendirilen “Gül Devrimi” ile kukla bir iktidar teshis edildi ve 2008’de NATO’nun Bükreş zirvesinde Gürcistan ve Ukrayna’ya NATO üyeliği için bir perspektifler sunuldu.
2014’te ise yine bizzat dönemin ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland tarafından organize edilen kanlı bir darbe ile ABD ve NATO yanlısı bir iktidar Ukrayna’da iş başına getirildi. Bu tarihten sonra Ukrayna ordusu, Rusya’ya karşı NATO silahlarıyla donatıldı ve NATO standartlarında yeniden yapılandırıldı. Bazı kaynaklara göre, Rusya’nın Şubat 2022’deki askeri müdahalesine uzanan süreçte Ukrayna, Rusya’dan sonra Avrupa’nın en güçlü ikinci ordusuna sahip oldu.
Rusya’nın kuşatılması ve Gürcistan ile Ukrayna’daki “renkli devrimler” hakkında çok daha detaylı yazmak mümkün; ancak konuyu fazla dağıtmamak için, Rusya’nın NATO tarafından nasıl kuşatma altına alındığını bir haritayla gösterelim ve değerlendirmeyi okuyucuya bırakalım.

- Koyu mavi: geleneksel NATO üyesi ülkeler
- Acik Mavi: 1999’dan sonra NATO’ya üye olan ülkleer
- Yıldızlı Daire: NATO üsleri
- Kırmızı – Siyah Daire: Rusya askeri üsleri
Roosevelt’in Yeni Milliyetçiliğe Çağrı konuşması, 1910 yılında Osawatomie kentinde 30.000 kişinin önünde yaptığı ve “Osawatomie Konuşması” olarak tarih sayfalarında yerini alan ünlü bir söylevdir. Amerika’nın koşulları göz önüne alındığında, oldukça radikal sayılabilecek bu konuşma, ilerici bir yaklaşımdı. Demokrasiyi genişletmeyi, işçileri ve orta sınıfı korumak için kapitalizmi dizginlemeyi amaçlıyordu.
“Yeni Milliyetçilik Konuşması,” farklı kesimlerde geniş yankı uyandırdı. Kimi çevreler onu “Komünist,” “Sosyalist” ve “Anarşist” olarak eleştirirken, bazıları ise “Amerikan topraklarında verilen en büyük söylev” olarak övgüyle karşıladı.
Dünyanın, özellikle ABD’nin nereden nereye geldiğini daha iyi anlayabilmek için, Roosevelt’in Yeni Milliyetçiliği ile günümüzün “Yeni Milliyetçiliği” arasındaki temel parametrelere göz atmakta yarar var.
Theodore Roosevelt’un “Yeni Milliyetçilik” (1910) ve Modern “Yeni Milliyetçilik” Karşılaştırması
Siyasal Konzeptler | Theodore Roosevelt’in “Yeni Milliyetçiligi” (1910) | Modern “Yeni Milliyetçilik” |
---|---|---|
Temel Felsefe | İlerici reformlar, ekonomik adalet için güçlü federal hükümet | Popülist milliyetçilik, güçlü merkezi liderlik, anti-küreselleşme |
Devletin Rolü | İş dünyasını düzenleyen, sosyal adaleti teşvik eden aktif hükümet | Genellikle güçlü, merkeziyetçi hükümet, cogu zaman otoriter yönetim |
Ekonomi Politikası | Regüle edilmis ve dizginlenmis kapitalizm, tekel karşıtlığı, progressive taxation: gelir arttıkça vergi oranının da yükseldiği bir vergi sistemi. Gelir eşitsizliğini azaltmak ve servetin daha adil dağıtılmasını sağlamak | Ekonomik korumacılık, gümrük duvarlarının yükseltilmesi, yabancı etkisini azaltma, bazı durumlarda devlet müdahalesi |
Sosyal Adalet | Roosvelt’in Yeni Milliyetciligi İşçi haklarını, asgari ücreti ve kadınların seçme hakkını savundu | Genellikle sosyal adalet yerine ulusal kimlik ve geleneklerin öne cikarılıp, sosyal adaletin ikinci veya ücüncü plana atilması, hatta hatta yok sayilması. |
Şirketler ve Büyük İşletmeler | Tekellere karşı, düzenlemeleri ve dizginlemeleri iceren politikalar | Hükümet politikları cogu zaman büyük şirketlerle uyumlu, bunun yanısıra Trump örneginde de görüldügü üzere ulusal sanayiyi teşvik eden ekonomik politikalar. |
Dış Politika | ABD’nin küresel ilişkilerde liderliğini savunmakla birlikte emperyal ve emperyalist politiklara karsı cıktı. | Uluslararası kurumlara karşı şüpheci, küreselleşme karşıtı |
Demokratik Değerler | Demokrasinin genişletilmesini destekledi (doğrudan ön seçimler, referandumlar önerdi) | Demokratik gerileme, oligarşi, medya ve muhalefetin baskılanması |
Ulusal Kimlik | Yurttaşlık temelli milliyetçilik—Amerikan kimliği ortak değerler ve fırsatlar üzerine oturmuş yurttaşlik tanımı. | Genellikle etnik milliyetçilik—kimlik kültür, etnisite veya dine dayalı kimlik tanimlarının ön plana cıkarılması |
Kaynak: https://www.presidency.ucsb.edu/documents/progressive-party-platform-1912
Kaldığımız yerden devam edelim. Hindistan’da Narendra Modi, Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan, Macaristan’da Viktor Orbán, İsrail’de Benjamin Netanyahu ve Arjantin’de Javier Milei gibi liderler de benzer milliyetçi ve otoriter eğilimleri benimsedi. Ancak bu akımın en dramatik kırılma noktası, 2016’da Donald Trump’ın ABD başkanlık zaferiyle yaşandı.
Trump’ın “Önce Amerika” ve “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap (MAGA)” sloganları, küreselleşme karşıtı hareketleri ve popülist milliyetçi eğilimleri güçlendirdi. 2020’de Joe Biden’ın zaferi, küreselciler için küresel düzenin eski hâline dönebileceği umudunu doğurdu. Ancak Trump’ın siyaset sahnesinden tamamen çekilmemesi ve yeniden başkanlığa aday olup akabinde seçilmesi, konjonktürel değil, uzun vadeli bir milliyetçi dalganın kalıcı olduğunu gösteriyor.
Günümüzde, ulusal çıkarlarını önceleyen, çok taraflı sistemlere mesafeli yaklaşan, liderlik kültüne özellikle vurgu yapan ve meşruiyet iddiasında bulunan liderler dünya siyasetine yön vermeye devam ediyor.
Yeni Milliyetçilik Çağında Jeopolitik Rekabet
Bu liderlerin ideolojik duruşu, siyaset bilimci Samuel Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” teorisini hatırlatsa da, aslında pragmatizme dayalı bir güç mücadelesi söz konusudur. Medeniyet söylemi, yalnızca jeopolitik rekabeti meşrulaştıran bir araç olarak kullanılıyor. Trump, Putin, Erdoğan ve Orbán gibi liderler, ülkelerinin tarihsel mirasını yücelterek milliyetçi politikalarını meşrulaştırıyor. Ancak asıl hedefleri, küresel güç dengelerinde avantaj sağlamak.
Özellikle Trump’ın yeniden başkan olması, ABD’nin uluslararası rolünde göründüğü kadarıyla radikal denilebilecek bir dönüşüm yaratıyor. NATO ve Avrupa Birliği gibi ittifaklara olan bağlılığı sorgulayan, ticaret savaşlarını destekleyen ve küresel düzeni revize etmeye çalışan bir liderin dünya siyasetine etkisi büyük olacaktır.
Avrupa, ABD’nin çok yönlü ittifak konusundaki politikalarına karşı çekingen tutumu nedeniyle, kendi ayakları üzerinde durmaya ve savunma sanayisinde astronomik borçlanmaya giderek savunma ve saldırı kapasitesini geliştirmeye calisiyor ama, siyasi ve askeri olarak bu yükü taşıyabilecek kapasiteye sahip olduğunu söylemek şimdilik mümkün görünmüyor.
Bu yeni düzenin en çarpıcı örneklerinden biri, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaş. Putin, büyük Rus mirasını canlandırma hedefi doğrultusunda, 2022’de Ukrayna’yı işgal etti. Bu savaş, 1914, 1939 ve 1989 gibi tarihsel kırılma noktalarına benzer bir dönüm noktası oluşturdu. Putin’in amacı sadece toprak kazanmak değil, aynı zamanda Batı’nın küresel egemenliğine de meydan okuyarak küresel düzeni yeniden şekillendirmekti. Putin’in ve Rus yöneticilerinin çokça vurguladıkları ve basında pek de yer almayan “savaşımız Ukrayna’yı aşan, Batı’nın küresel egemenliğine bir daha geri gelmeyecek şekilde son vermektir” gibi açıklamaları aslında Ukrayna savaşı’nın ABD’nin küresel egemenliğine son verme ve NATO’yu demilitarize etme savaşıdır.
Medyada sıkça vurgulanan “Ukrayna’nın silahsızlandırılması” ilk adım olarak seslendirilse de stratejik hedef, NATO’nun Avrasya kıtasından çıkarılmasıdır. Bu hedef, Ukrayna için yakın zamanda büyük ölçüde ulaşılabilir olmakla birlikte, NATO’nun topyekûn silahsızlandırılması ne kadar ve hangi zaman dilimi içinde başarılabilir, bekleyip görmek gerekir. Ancak Ukrayna savaşı’nın özelde ABD’nin, genelde Batı bloğunun küresel hegemonyasına ağır bir darbe vurduğu rahatlıkla söylenebilir.
Ukrayna savaşı’nın ABD ve Avrupa Birliği’nin beklediği gibi gitmemesi, Rusya’ya uygulanan ekonomik ve diplomatik izolasyonun başarısız olması ve tam aksine, BRICS gibi Batı dışı ittifakların güç kazanması, ABD’nin hem iç hem de dış politikalarında bir şaşkınlığa ve krize yol açtı. Çin, Hindistan ve diğer gelişmekte olan ülkeler, ABD ve Avrupa’nın kurduğu düzene alternatif arayışlarına hız verdi. Öte yandan, Ukrayna’yı destekleyen koalisyon sadece NATO ülkeleriyle sınırlı kalmayarak, Avustralya, Japonya ve Güney Kore gibi Asya-Pasifik ülkelerini de içine aldı. Bu süreç, çok taraflılığın tamamen ortadan kalkmadığını ancak daha parçalı, kendi içinde çıkar temelli yapısal çelişkileri de gün yüzüne çıkardı.
ABD, Çin ve Küresel Güç Mücadelesi: Tek Kutuplu Dünya Düzeninden Cok Kutuplu Dünya Düzenine
21. yüzyılın jeopolitik dönüşümde, ABD ile Çin arasındaki rekabet belirleyici olacaktır. Çin, ekonomik ve askeri güç açısından ABD’nin en büyük rakibi konumundadır. Ancak Xi Jinping, doğrudan bir çatışmaya girmeden, uzun vadeli stratejiler aracılığıyla küresel etki alanını genişletmeyi hedeflemektedir. Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi gibi projeleri, hem küresel ekonomideki etkisini artırmakta hem de diplomatik gücünü yaygınlaştırmasına olanak sağlamaktadır.
Uluslararası ilişkiler teorisyenleri tarafından, ABD ile Çin ilişkileri bağlamında son dönemlerde sıklıkla iki farklı yaklaşım dile getirilmektedir: Stratejik rekabet ve açık savaş ihtimali.
İkinci ihtimal olan, ABD’nin Pasifik’te Çin’e açık savaş ilan etmesi ise, bir atom savaşına yol açabilecek en tehlikeli senaryolardan biri olarak değerlendirilmektedir. Askerî uzmanlar, ABD’nin Pasifik’te konvansiyonel silahlarla Çin’e karşı başarı şansının düşük olduğunu ve bu durumun nihayetinde bir nükleer çatışmaya evrilebileceğini sıkça vurgulamaktadır.
Trump’ın ABD’de yeniden iktidara gelmesiyle birlikte, ABD; uluslararası ittifaklarını yeniden değerlendirme sürecine girmiştir.
ABD’nin Avrupa ve Asya’daki müttefikleri, Washington’un çok taraflı sistemlere olan desteğinin azalması durumunda, kendi güvenliklerini sağlamak için bağımsız adımlar atmak zorunda kalabilir. Bu gelişme, özellikle Avrupa’da savunma ve stratejik özerklik konularını yeniden gündeme taşıyacaktır.
Dünya siyaseti, milliyetçi liderlerin ve büyük güç rekabetinin şekillendirdiği yeni bir döneme girmiştir. Trump, Putin, Xi ve Modi gibi liderler, küreselleşmenin sınırlarını zorlayarak ulusal çıkarları önceleyen politikalar izlemektedir. Bu süreçte, Batı’nın inşa ettiği çok taraflı sistem belirsizliğe sürüklenirken, jeopolitik dengeler de hızla değişmektedir.
Trump’ın yeniden başkan olması, bu dönüşümü daha da hızlandıracak gibi görünmektedir. Ancak ABD’nin bu yeni düzende başarılı olabilmesi için yalnızca kısa vadeli kazanımlara değil, aynı zamanda uzun vadeli diplomatik ve stratejik planlamalara da odaklanması gerekmektedir. Oysa mevcut strateji, bu gerekliliklerle çelişmektedir. Bu durum, küresel liderlik rolü giderek zayıflayan, çeşitli ekonomik sorunlarla boğuşan ABD “imparatorluğunun”, yerini çok kutuplu bir dünya düzenine bırakması anlamına gelebilir.

Turan Altuner, uluslararası ağırlıklı iktisat, uluslararası işletme yönetimi, kültürlerarası iletişim, kültür antropolojisi ve endüstri işletmeciliği okudu. İşletmeci, danışman ve kültürlerarası iletişim koçu olarak çalıştı. İlgi alanları ekonomi, uluslararası ilişkiler ve kültürlerarası iletişimdir.