

20. yüzyılın ortalarında faşizmin yenilgisi ve sosyal devletin yükselişiyle şekillenen Batı dünyası, 1970’lerden itibaren köklü bir dönüşüm yaşadı. Bu dönüşümün merkezinde, “neoliberalizm” olarak adlandırılan yeni bir piyasa ideolojisi yer aldı. Neoliberalizm yalnızca ekonomik bir teori değil; aynı zamanda siyasal otoritenin yeniden tanımlanması, birey ile devlet arasındaki ilişkinin yeniden düzenlenmesi ve demokrasinin sınırlarının yeniden çizilmesi sürecini de içeren kapsamlı bir projeydi. Bu proje, kendisini evrensel bir “rasyonalite” olarak sunmakla kalmadı, aynı zamanda alternatiflerini marjinalleştirerek görünmez hâle getirdi. Chris Hedges’in, George Monbiot’nun yeni çıkan kitabı Neoliberalizmin Gizli Tarihi / The Secret History of Neoliberalism üzerine gerçekleştirdiği söyleşiyi Görüş okurları için derledik. Söyleşinin bağlantısını aşağıda bulabilirsiniz.
Soğuk Savaş’tan küreselleşmeye, Bretton Woods’tan 2008 finans krizine kadar uzanan bir tarihsel hat boyunca neoliberalizm, yalnızca bir ekonomik paradigma değil, aynı zamanda emperyal bir projenin politik mimarisi olarak işlev görmüştür. Bu derleme, The Secret History of Neoliberalism / Neoliberalizmin Gizli Tarihi başlıklı söyleşide dile getirilen temel argümanları inceleyerek, neoliberalizmin yalnızca piyasa özgürlüğü vaadiyle sınırlı bir düşünce olmadığını; aksine, şiddet, savaş ve baskıyla iç içe geçmiş kapsamlı bir iktidar projesi olduğunu ortaya koymayı amaçlamaktadır.
Neoliberalizmin Doğuşu: Soyut Bir Teori Değil, Jeopolitik Bir Proje
Neoliberalizmin doğuşu, çoğu zaman 1947’de kurulan Mont Pelerin Society ve Friedrich Hayek’in fikirleriyle başlatılır. Ancak bu tarihsel okuma, neoliberalizmi yalnızca düşünsel bir gelenek olarak sunar ve onun emperyal bağlamlarını göz ardı eder. Chris Hedges’in gerçekleştirdiği bu önemli söyleşide de vurgulandığı gibi, neoliberalizmin ilk uygulamaları savaş sonrası yeniden yapılanma ve Soğuk Savaş dinamikleri içinde şekillenmiştir. Başka bir deyişle, neoliberalizm tarih sahnesine “barışçıl rekabet”in değil, “jeopolitik üstünlük” arayışının bir aracı olarak çıkmıştır.
Özellikle ABD’nin Almanya ve Japonya’da uyguladığı yeniden yapılanma politikaları — IMF, Dünya Bankası ve daha sonra GATT sistemine eklemlenen yapılarla birlikte — neoliberal mimarinin ilk saha deneyimlerini oluşturmuştur. Bu müdahaleler, “piyasa özgürlüğü” söylemi altında aslında ekonomik ve siyasal denetim biçimlerine dönüşmüştür. 1950’li yıllardan itibaren gelişen “kalkınma ekonomisi” söylemi de bu çerçevede değerlendirilmelidir: Üçüncü Dünya ülkelerine ihraç edilen neoliberal politikalar, yerel kalkınmayı teşvik etmekten ziyade, Batı merkezli bir ekonomik düzene entegrasyonu hedeflemiştir.
Şiddetin Ekonomisi: Neoliberalizmin Tehditkâr Boyutu
Neoliberalizmin yaygın anlatılarında, devletin piyasadan çekildiği ve ekonomik kararların bireylerin özgür tercihleriyle şekillendiği bir dünya tahayyül edilir. Oysa bu söyleşide de altı çizildiği gibi, neoliberalizmin tarihi baskı, şiddet ve ekonomik tehditlerle iç içe geçmiştir. Bu bağlamda Şili örneği son derece çarpıcıdır.
Listen to “Neoliberalizmin Gizli Tarihi: Savaş, İmparatorluk ve Ekonomik Şiddet” on Spreaker.1973’te Augusto Pinochet’nin, ABD destekli bir askerî darbeyle iktidara gelmesi, neoliberal politikaların bir tür devlet terörü aracılığıyla nasıl uygulanabildiğini göstermektedir. “Chicago Boys” olarak bilinen ve Milton Friedman’ın öğrencilerinden oluşan bir grup tarafından geliştirilen ekonomi politikaları, Şili toplumuna ancak kitlesel baskı ve sindirme operasyonları yoluyla dayatılabilmiştir. Bu durum, neoliberalizmin “şiddetsiz” bir iktisadi rasyonalite değil; tersine, gerektiğinde çıplak zor yoluyla işleyen bir iktidar biçimi olduğunu ortaya koyar.
Alternatifsizlik Çağı: Neoliberal Hegemonyanın Küreselleşmesi
1990’larda Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte, “alternatifsizlik” (TINA – There Is No Alternative) söylemi giderek güç kazandı. Neoliberalizm artık yalnızca bir ekonomik model değil, aynı zamanda ideolojik bir hegemonya hâline gelmişti. Piyasa rasyonalitesi, yalnızca ekonomik alanı değil; sosyal, kültürel ve hatta bireysel yaşam alanlarını da kuşatarak toplumsal tahayyülü biçimlendiren baskın bir paradigma haline geldi.
Bu dönemde Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi küresel kurumlar, neoliberal politikaların küresel ölçekte uygulanmasının başlıca garantörleri oldu. “Yapısal uyum programları” adı altında gelişmekte olan ülkelere dayatılan politikalar — özelleştirme, deregülasyon ve mali disiplin önlemleri — neoliberalizmin dünya genelinde kurumsallaşmasına ve meşrulaşmasına hizmet etti.
Neoliberal etkinin bir diğer boyutu ise akademik alanda kendini gösterdi. Ekonomik düşünce giderek daha teknik, soyut ve matematiksel bir biçim alırken; siyasal, etik ve normatif tartışmalar akademik çevrelerden dışlandı. Üniversitelerde sosyal bilimler zayıflarken, işletme, finans ve mühendislik gibi piyasa odaklı disiplinler yükselişe geçti. Bu dönüşüm, yalnızca piyasaların değil, bilgi üretiminin de piyasa mantığına tabi kılındığı yeni bir akademik rejimin habercisiydi.
Bir şeyin varlığını bilmezseniz, ona karşı nasıl mücadele edebilirsiniz?
Hayatımızın her alanına sızmış bir ideolojinin etkisi altındayız: eğitimimizden işimize, sağlığımızdan boş zamanlarımıza, ilişkilerimizden ruh sağlığımıza, yaşadığımız gezegenden soluduğumuz havaya kadar her şeyi etkiliyor. Bu ideoloji o kadar yaygınlaştı ki, çoğu insan artık onu sorgulamıyor bile. Sanki doğanın bir yasasıymış gibi, kaçınılmaz ve değiştirilemez sanılıyor.
Ama geçmişine baktığımızda görüyoruz ki bu ideoloji ne doğal ne de zorunlu. Güç sahibi küçük bir azınlık tarafından planlandı, yaygınlaştırıldı ve görünmez hâle getirildi. Artık görevimiz bu sistemi açığa çıkarmak ve onun yerine mücadele etmeye değer, daha adil bir düzen kurmaktır.
Neoliberalizm. Ne olduğunu gerçekten biliyor musunuz?
Tanıtım Bülteninden
Krizler, Direnişler ve Neoliberalizmin Esnekliği
2008 küresel finans krizi, neoliberalizmin meşruiyetini ciddi şekilde sarsmasına rağmen, bu ideolojinin yapısal olarak çökmesine neden olmadı. Bankaların kurtarılması, kamu borçlarının artmasına yol açtı ve bu borçların faturası, yeniden kamu hizmetlerinin kesilmesi ve kemer sıkma politikaları aracılığıyla halka kesildi.
Bu durum, neoliberalizmin yalnızca piyasa mantığıyla değil, aynı zamanda siyasal müdahalelerle nasıl sürdürüldüğünü gözler önüne serdi. Kriz anları, neoliberalizmin çöküşü değil, yeniden yapılandırılması için fırsat hâline geldi. Naomi Klein’ın ifadesiyle “şok doktrini”, bu süreçlerin merkezindeydi: Krizler, piyasa mantığının daha da derinleştirilmesi için birer araç olarak kullanıldı.
Aynı dönemde, küresel ölçekte neoliberalizme karşı çeşitli direniş hareketleri ortaya çıktı: Latin Amerika’da solcu hükümetler, Yunanistan ve İspanya’daki kemer sıkma karşıtı hareketler, ABD’deki Occupy Wall Street protestoları ve dünya genelindeki öğrenci ile iklim hareketleri. Ancak bu direnişlerin birçoğu, neoliberal kurumlar ve yapılar karşısında kalıcı bir dönüşüm yaratmakta zorlandı.
Neoliberalizm ve Savaşın Sentezi: Irak Savaşı ve “Şok Doktrini”
Yine Naomi Klein’ın Şok Doktrini adlı eserinde detaylı biçimde ortaya koyduğu üzere, neoliberal politikaların uygulanışında kriz anları — doğal afetler, darbeler veya savaşlar — sıklıkla birer sıçrama tahtası işlevi görmüştür. Söyleşide özellikle vurgulanan Irak örneği, bu dinamiğin en çıplak ve ileri biçimini temsil etmektedir.
2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında uygulanan ekonomi politikaları, özelleştirmelerden vergi reformlarına kadar uzanan klasik neoliberal reçetelerin, doğrudan savaş koşullarında nasıl devreye sokulduğunu açık biçimde göstermiştir. ABD tarafından kurulan Geçici Koalisyon Yönetimi, bu anlamda adeta bir neoliberal laboratuvar işlevi üstlenmiştir. Paul Bremer’in başkanlığındaki bu yönetim, Irak anayasasını ve mevcut yasaları askıya alarak, ülkeyi uluslararası şirketler için bir “vergi cenneti”ne dönüştürmüş; serbest piyasa ilkeleri temelinde yeniden yapılandırmıştır. Bu bağlamda, savaşın yıkıcı etkisi, neoliberalizmin “yaratıcı yıkım” stratejisine uygun bir zemin olarak değerlendirilmiş ve şiddet yoluyla piyasa düzeni tesis edilmeye çalışılmıştır.
Söyleşide sıkça altı çizilen bir diğer önemli tema, neoliberalizmin yalnızca ulusal değil, küresel ölçekte bir ekonomik disiplin rejimi olarak inşa edilmiş olmasıdır. IMF ve Dünya Bankası’nın 1980’ler ve 1990’lardaki Yapısal Uyum Programları, bu küresel rejimin temel araçları olarak işlev görmüştür. Bu programlar, özellikle borç krizine giren Güney ülkelerine uygulanan kemer sıkma politikaları aracılığıyla, neoliberal modelin dış borç rejimiyle iç içe geçmiş biçimde nasıl işlediğini gözler önüne serer.
Neoliberalizmin küresel ölçekte kurumsallaşması, yalnızca ekonomik ilişkileri değil, aynı zamanda siyasal kategorileri de dönüştürmüştür. Bu dönüşüm, özellikle egemenlik ve yurttaşlık kavramları açısından radikal sonuçlar doğurmuştur. Artık devletler yalnızca kendi vatandaşlarına değil, aynı zamanda uluslararası finansal kuruluşlara da hesap vermekle yükümlü hâle gelmiştir. Bu durum, akademik literatürde “disiplin edici egemenlik” kavramıyla tanımlanır: Devlet, yurttaşlarına karşı değil, küresel piyasalara ve kredi derecelendirme kuruluşlarına karşı sorumlu hâle gelir. Böylece demokrasinin sınırları, piyasa mantığı tarafından belirlenen dar bir çerçeveye hapsedilir ve siyasal karar alma süreçleri giderek teknorat bir olgu haline gelir.
Neoliberalizmin Yeni Yüzü: Otoriter Popülizm ve Dijital Kapitalizm
Bugün neoliberalizm, yalnızca ekonomik bir rasyonalite değil, aynı zamanda otoriter yönetim biçimleriyle iç içe geçmiş bir yapıyı temsil etmektedir. Hindistan’dan Brezilya’ya, Macaristan’dan Türkiye’ye kadar birçok ülkede piyasa yanlısı politikalar, otoriter siyasal uygulamalarla birleşmekte; medya denetimi, yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılması ve sivil toplumun bastırılması gibi uygulamalar, piyasa dostu otokratik rejimlerin yükselmesini mümkün kılmaktadır.
Bu bağlamda neoliberalizm, klasik anlamda “demokrasiyle uyumlu serbest piyasa” söyleminden uzaklaşarak, “otoriter neoliberalizm” olarak adlandırılan bir evreye geçmiştir. Bu evre, halk egemenliğini tehdit eden yeni teknolojik araçlarla da desteklenmektedir. Büyük teknoloji şirketlerinin yükselişi, gözetim kapitalizmi, veri sömürüsü ve algoritmik yönetim biçimleri, neoliberal mantığın dijital bir versiyonunu yaratmaktadır.
Irkçılık, İmparatorluk ve Neoliberal Rasyonalite
Söylemin diğer ve en çarpıcı yanlarından biri de neoliberalizmin ırk ve sömürgecilik ile kurduğu ilişkiye dikkat çekmesidir. Neoliberal ideolojinin kendini evrensel ve nötr bir rasyonalite olarak sunması, onun ırkçı ve emperyal kökenlerini görünmez kılar. Oysa ki Şili’den Irak’a, Haiti’den Yunanistan’a kadar neoliberal uygulamaların çoğu, Batılı olmayan toplumlara “medeniyet getirme” iddiası taşıyan neo-emperyal müdahalelerle şekillenmiştir.
Özellikle “açık piyasalar”, “şeffaflık”, “iyi yönetişim” gibi kavramlar, Batı merkezli bir değerler sisteminin evrenselmiş gibi sunulmasının araçlarıdır. Bu kavramlar, yerel bağlamlarda işleyen demokratik iradeleri bastırmanın ideolojik kılıfı haline gelir. Neoliberalizmin bu yönü, onu yalnızca bir ekonomik sistem değil, aynı zamanda bir “medeniyet misyonu” olarak da konumlandırır. Bu da onu sömürgecilikle doğrudan ilişkilendirir.
Söylesinin son bölümleri, neoliberalizmin krizine ve olası alternatiflere odaklanmaktadır. Özellikle 2008 finans krizinden sonra neoliberalizmin meşruiyeti ciddi biçimde sarsılmış, ancak bu ideolojik yapının yerini alacak yeni bir sistem henüz kurumsallaşamamıştır. Covid-19 pandemisi, devlet müdahalesinin ve kamu hizmetlerinin önemini yeniden ortaya koymuş, ancak bu süreç de neoliberal yeniden yapılandırmalarla dengelenmiştir.
Alternatiflerin mümkün olup olmadığı sorusu, sadece ekonomik modellerle değil, aynı zamanda siyasal tahayyüllerle ilgilidir. Neoliberalizmin eleştirisi, aynı zamanda piyasa dışı değerleri — toplum, dayanışma, çevresel sürdürülebilirlik, sosyal adalet — merkeze alan yeni bir toplumsal düzen tahayyülünü gerektirir. Bu bağlamda “demokratik sosyalizm”, “ekososyalizm” ya da “sosyal dayanışma ekonomileri” gibi öneriler, neoliberalizmin dışında düşünme çabalarının örnekleridir.
Neoliberalizm, sıklıkla piyasa yanlısı bir ideoloji olarak tanımlansa da, aslında devlet gücünü, emperyal savaşları, ırksal hiyerarşileri ve ekonomik şiddeti içeren bir iktidar projesidir. Chris Hedges’in George Monbiot ile yaptığı bu söyleşi “Neoliberalizmin Gizli Tarihi”ni anlamak ve bu ideolojinin tarihsel ve politik derinliğini ortaya koymak açısından önemli bir katkı sunmaktadır. Bu söyleşide de gösterildiği üzere, neoliberalizmi anlamak için yalnızca ekonomik göstergelere değil, aynı zamanda onun ardındaki tarihsel çatışmalara, sınıf mücadelelerine ve küresel iktidar yapılarına da bakmak gereklidir.
Neoliberalizmi Görünür Kılmak ve Ötesini Düşünmek
Neoliberalizm, görünüşte “doğal” ya da “teknokratik” bir ekonomik model olarak sunulsa da, aslında son derece ideolojik, politik ve tarihsel olarak inşa edilmiş bir projedir. Bu proje, yalnızca piyasaları değil, aynı zamanda toplumun tüm alanlarını yeniden yapılandırmayı hedeflemiştir. Dolayısıyla neoliberalizme karşı geliştirilecek eleştiri ve alternatiflerin, yalnızca ekonomik düzeyde değil, siyasal, kültürel ve toplumsal düzeylerde de inşa edilmesi gerekmektedir.
Bugün karşı karşıya olduğumuz krizler –eşitsizlik, iklim değişikliği, otoriterleşme ve toplumsal yabancılaşma– neoliberal mantığın sınırlarına ulaştığını göstermektedir. Ancak bu sınırların aşılması, neoliberalizmin sadece yanlışlarını teşhir etmekle değil, aynı zamanda dayanışmaya, eşitliğe ve kolektif özgürlüğe dayalı yeni bir toplumsal tahayyül geliştirmekle mümkün olabilir.