
Bugünkü Görüş makalesinde, yüksek öğrenimin / üniversitelerin tüm çehresini değiştiren bir konuyu mercek altına alıyoruz: Üniversiteler, öncelikli olarak birer öğrenim yeri olmaktan çıkıp, daha çok şirket gibi işlemeye başladığında ne olur? Bir parazit bilimcinin çarpıcı şekilde söylediklerine “kulak” verelim. Evet, yanlış duymadınız, bir parazit bilimci!
Bu parazit bilimci Neoliberalizmin akademiyi nasıl yeniden şekillendirdiğini, bilgiyi bir metaya, öğrencileri birer müşteriye, akademisyenleri ise güvencesiz işçilere dönüştürdüğünü gözler önüne seriyor. Daha önceki bir makalemizde, neoliberalizmin genel olarak entelektüelliği nasıl baltaladığını, aydınlanma ideallerinden pazar odaklı bir topluma nasıl geçildiğini incelemiştik. Bu sefer ise bu konuya daha yakından bakacak ve özellikle akademinin kendisine odaklanacağız. Neoliberal güçlerin üniversiteleri, bilgiyi, öğrencileri ve hatta akademisyenleri nasıl alınıp satılan mallar gibi ele alındığı nasıl birer pazara dönüştürdüğünü göreceğiz. Bu, gerçekten inanılmaz olduğu kadar ve dramatik bir evrim.
Bu makalede temel olarak, Parasites and Vectors dergisinde yayımlanan “Neoliberalism in Academia: Reflections from a Parasitologist” (Akademide Neoliberalizm: Bir Parazitbilimciden Yansımalar) adlı makaleden ve Susan L. Robertson’ın “Remaking the World, Neoliberalism and the Transformation of Education in Teachers’ Labor” (Dünyayı Yeniden İnşa Etmek, Neoliberalizm ve Öğretmenlerin Emekleri ile Eğitimin Dönüşümü) adlı makalesinden yararlanacağız.
Geleneksel Üniversite: Kamusal Bir İyilik Arayışı
Bu dönüşümün etkilerini anlamak için, önce “öncesi”nin bir resmini çizmeliyiz. Neoliberal dönüşümden önce, geleneksel üniversite neye benziyordu? Geleneksel, liberal çerçevede üniversiteler, akademik özgürlük, özerklik ve kapsayıcı, geniş bir eğitime olan bağlılık gibi ilkelerle tanımlanıyordu. Amaç, bilgiye sırf bilmek için ulaşmak, eleştirel düşünceyi teşvik etmek ve topluma katkıda bulunacak, sosyal sorumluluk sahibi vatandaşlar yetiştirmekti. Üniversiteler, kamusal bir iyilik arayışı olarak görülüyordu. Bu, bugüne kıyasla oldukça idealist geliyor, değil mi?
Neoliberalizm ve Akademinin Dönüşümü
Peki, neoliberalizm sahneye çıktığında ne oldu? Neoliberalizm, ekonomiye ve siyasete odaklanan, neredeyse her şeyin üzerinde serbest piyasayı, bireysel girişimci „özgürlüğünü“ ve hükümet müdahalesinin minimuma indirilmesini vurgulayan bir ideolojidir. Neoliberal politikalar, deregülasyon, özelleştirme ve kamu harcamalarında kesintileri sürekli teşvik eder. Temel itici güç, özel sektörün büyümesidir ve her şeye piyasanın karar vermesi beklenir.
Bu neoliberal fikirler, yüksek öğrenime nasıl sızmaya başladı? Gasser’in makalesi, bu neoliberal değişimin birkaç temel özelliğini ortaya koyuyor:
Azalan Kamu Fonlaması ve Özelleştirme
En büyük değişimlerden biri, kamu fonlamasına olan bağımlılığın azalması ve yerine öğrenim / okul ücretleri, kurumsal ortaklıklar ve hayırseverlik gibi kaynakların artmasıdır. Minimuma indirilen devlet desteği, üniversitelerin işletmeler gibi düşünmesini, müşteri veya yatırımcı bulmasını gerektirdi.
Eğitimin kendisi bir meta, bir ürün olarak görülmeye başlandı. Öğrenciler, bir hizmet satın alan tüketiciler olarak konumlandırıldı. Bu durum, üniversitelerin bir pazarda rekabet ediyormuş gibi marka oluşturma, pazarlama kampanyaları ve öğrenci memnuniyet anketlerine daha fazla odaklanmasına yol açtı.
Performans Metriklerine ve Hesap Verebilirliğe Vurgu
Başarıyı ölçmek için mezuniyet oranları, mezun istihdam istatistikleri, araştırma yayın sayıları ve hibe gelirleri gibi nicel çıktılar kullanılmaya başlandı. Üniversite sıralamaları son derece önemli hale geldi ve bu da kolayca sayılabilen (nicelik) şeylerin önceliklendirilmesine neden oldu.
Araştırma gündemleri, ticari potansiyele sahip konulara yönelmeye başladı. Odak noktası, ekonomik faydalar, fikri mülkiyet ve patentler gibi gelir akışlarına kaydı. Bu durum, temel merak güdümlü araştırmaları gölgede bıraktı.
Üniversiteler, verimlilik, maliyet düşürme ve yatırım getirisi gibi kurumsal yönetim uygulamalarını benimsemeye başladı. Karar alma süreçleri daha merkeziyetçi hale geldi. İş dünyası geçmişi olan yöneticiler, geleneksel olarak akademisyenlerin daha fazla söz sahibi olduğu eski modellerin aksine, daha fazla güç kazandı (Yönetselcilik (Managemtizm) ve Kurumsal Yönetim)
Akademik İş Gücünün Güvencesizleşmesi
Akademik iş gücünde, yarı zamanlı öğretim görevlilerine, dönemsel sözleşmelere ve güvencesiz pozisyonlara olan bağımlılık arttı. Bu, iş güvenliğinin azalmasına, daha fazla baskıya ve strese yol açtı. Akademisyenlerin uzun vadeli kariyerler inşa etmesini veya verimli şekilde öğrenci mentorluğu yapmasını zorlaştırdı.
Avustralya Örneği: Neoliberal Dönüşümün Bir Vaka Analizi
Avustralya, bu sürecin nasıl işlediğine dair açık bir örnek sunar. Avustralya’daki değişiklikler, küresel neoliberal eğilimleri yansıttı. Özellikle 1980’lerin sonlarında başlayan ve adına Dawkins Devrimi denen bir yeniden yapılandırma ile, üniversitelerin sayısını azaltarak daha büyük ve verimli kurumlar yaratmayı hedefledi. Hükümet, finansmanı “ulusal öncelikler”e göre tahsis etmeye başladı, bu da üniversitelerin özerkliğini azalttı.
Araştırma finansmanı, Avustralya Araştırma Konseyi (ARC) gibi yeni rekabetçi hibe programlarıyla merkezileştirildi. Artık finansman, yalnızca fikrin kalitesine değil, rekabet ve performans metriklerine de bağlıydı. 1995’teki Hoare Raporu, üniversiteleri daha profesyonel yönetim sistemlerini benimsemeye ve gelir kaynaklarını çeşitlendirmeye teşvik etti. Bu, yöneticilerin gücünü daha da artırdı.
2000’li yıllarda rekabetçi baskı daha da yoğunlaştı. Finansman, yayın sayısı, atıf etkisi ve hibe geliri gibi göstergelere giderek daha sıkı bir şekilde bağlandı. ERA (Excellence in Research for Australia) gibi girişimler, araştırmanın sadece kalitesini değil, aynı zamanda toplumsal veya ekonomik etkisini de değerlendirmeyi amaçladı.
Bu dönüşümün en çarpıcı örneklerinden biri, 2021’de dönemin eğitim bakanının, uzmanlar tarafından incelenmiş altı ARC hibesini veto etmesiydi. Gerekçe olarak “hükümetin ulusal öncelikleriyle uyumlu olmadığı” gösterildi. Bu, akademik camiada büyük bir tepkiye yol açtı. Neyse ki, 2024 yılında Avustralya Araştırma Konseyi Yasası, bakanların gelecekte bu tür vetoları yapmasını engellemek için değiştirildi.
Yönetimsellik (Managmentism) ve Sonuçları
Yönetimsellik, iş dünyasının mantığını ve değerlerini (verimlilik, rekabet, karlılık) üniversiteler gibi kamu kurumlarına taşır. Bu, sonuçların bir elektronik tabloya sığdırılabilecek şekilde nicel olarak ölçülmesine odaklanılması anlamına gelir. Bu yaklaşım, akademisyenler için ciddi sonuçlar doğurdu.
Çalışma yükü arttı ve tükenmişlik yaygın bir sorun haline geldi. Akademisyenler, kariyer ilerlemelerinin sadece dar bir araştırma çıktısı tanımına bağlı olduğunu hissederler. Öğretim, mentorluk veya üniversite topluluğuna katkı gibi ölçülmesi zor olan çalışmaların değeri düştü. Bu, akademik özerkliği de kısıtladı ve araştırmacıları daha riskli, niş fikirleri takip etmekten büyük oranda caydırdı.
Finansal Güvencesizlik
Neoliberal yaklaşım, üniversitelerin finansal istikrarını da etkiledi. Birçok üniversite, özellikle uluslararası öğrencilerden gelen öğrenim ücretleri gibi kamu dışı gelirlere daha fazla bağımlı hale geldi. Bu durum, finansal kırılganlık yarattı. COVID-19 pandemisi sırasında, uluslararası seyahatlerin durmasıyla uluslararası öğrenci sayılarının düşmesi, üniversitelerde büyük finansal açıklar yarattı. Bunun sonucunda, program kapatmaları ve yaklaşık 40.000 akademik iş kaybı gibi önemli işten çıkarmalar yaşandı. Bu olay, pazar odaklı yüksek öğrenim modelinin risklerini açıkça gözler önüne serdi.
Toplumsal Etkiler ve Direniş
Eğitim bu şekilde yeniden şekillendiğinde kimler kazanır ve kimler kaybeder? Veriler (kaynaklar) bu küresel neoliberal dalganın daha fazla eşitlik veya yoksulluğun azaltılması vaatlerini yerine getirmediğini gösteriyor. Aksine, gelişmiş ülkelerde eşitsizliğin gitgide arttığı belirtiliyor. Yüksek öğrenim maliyetleri birçok insan için erişilemez hale gelirken, daha ayrıcalıklı aileler, kaynakları ve kültürel sermayeleri sayesinde sistemi daha iyi yönetebiliyor. Bu durum, sosyal ayrımları pekiştiriyor ve eğitim fırsatlarının herkese eşit sunulması idealini zayıflatıyor.
Ancak, bu değişime karşı direniş de mevcuttur. Sendikalar, yetersizde olsa öğretmenleri ve akademisyenleri koruma çabalarıyla önemli bir rol oynadı. Neoliberal politikaların daha hızlı ve kapsamli uygulandığı yerlere kıyasla, bazı ülkelerde (örneğin İtalya ve Fransa) bu politikaların yavaşlatılmasında veya değiştirilmesinde sendikaların daha etkili olduğu belirtiliyor.
Bu analiz, akademide gerçekten köklü bir dönüşümün resmini çiziyor aslında. Üniversiteler, kamusal bir iyilik idealinden, küçümsenemeyecek şekilde pazar güdümlü bir işletmeye doğru kayıyor. Bu durum, bilginin doğasını, araştırmanın ve öğretimin nasıl yapıldığını, hatta akademisyen olmanın ne anlama geldiğini değiştirmiştir.
Neoliberalizmin ve yönetselliğin yarattığı zorluklar, akademik özgürlükten, personel ve öğrencilerin refahına kadar üniversitelerin temel misyonuna erozyana uğratıyor.
Peki, bu köklü değişiklikler göz önüne alındığında, yüksek öğrenimin amacını ve finansmanını yeniden düşünmeye başlamak gerekmez mi? Üniversitelerin sadece dar ekonomik ihtiyaçları değil, toplumun daha geniş entelektüel, kültürel ve sivil ihtiyaçlarını karşıladığından nasıl emin olabiliriz? Yüksek öğrenimin herkes için eleştirel sorgulamayı ve fırsatları gerçekten teşvik etmesini nasıl sağlayabiliriz? Bu, hepimiz için, bütün toplumlar ve ülkeler için çok önemli bir sorun.
Neoliberalizm ve krizi yarattığı devasa sonunlar belki de yeni bir aydınlanma cağının habercisi olabilir?
İlgili Kaynaklar