
Prabhat Patnaik
Mevcut küreselleşmenin çağında sermayenin kuzeyin gelişmiş kapitalist ülkelerinden güneyin düşük ücretli ülkelerine taşınması çok dikkat çekmekte; ama o kadar dikkat çekmeyen başka bir tür yer değiştirme daha var ve bu da Doğu Avrupa’nın nispeten daha düşük ücretli ülkelerinden gelişmiş kapitalist ülkelere taşınan emektir. Aslında, Avrupa Birliği içinde genellikle işgücünün dolaşımı serbest olduğundan, bu durum Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliği’ne katılması için güçlü bir teşvik olagelmiştir. Bu ülkelerden bazıları, emek ihraç eden ekonomilerin belirli klasik belirtilerini göstermeye başladı: azalan mutlak nüfus; nüfusun bileşiminde çalışma çağındaki sağlıklı erkeklerden kadınlara, çocuklara ve yaşlılara doğru bir kayma ve ekonominin karakterinin üretken olmaktan işçi dövizine bağımlı bir hale dönüşmesi. Sovyetler Birliği’nin çöküşünü, batı kesimini oluşturan ülkelerin nüfuslarının azalmasına yönelik bir eğilim izledi.
Bulgaristan’da nüfus son on yılda yüzde 11,5 azalarak 7,3 milyondan 6,5 milyona düştü. Romanya’da 1990’da 23,2 milyon olan nüfus, 2019’da 19,4 milyona, yani 3,8 milyon veya yüzde 16,4 düştü. Letonya’nın 2000 yılında 2,38 milyon olan nüfusu, 2022 başı itibarı ile yüzde 18,2 azalarak 1,95 milyona düştü. Litvanya ve Gürcistan’daki nüfustaki düşüş, karşılaştırılabilir bir dönemde benzer bir büyüklüğe sahiptir. Ukrayna’nın 2050 yılına kadar nüfusunun beşte birini kaybedeceği tahmin ediliyor.
Bu düşüş sadece eski Sovyet cumhuriyetleriyle sınırlı değil; eski Yugoslavya’yı oluşturan ülkeleri de etkiliyor. Yugoslavya’nın çöküşünden bu yana Bosna-Hersek nüfusunun yüzde 24’ünü, Sırbistan yüzde 9’unu ve Hırvatistan’ı yüzde 15’ini kaybetti. Bu tür düşüşler Arnavutluk ve Moldova’yı da tanımlıyor. Aslında, nüfus düşüşü açısından ilk 10 ülkenin tamamı Orta ve Doğu Avrupa’dan ve bu 10 ülkeden yedisi Avrupa Birliği’ne girmiştir. Nüfusun azalmasının en önemli nedeninin batıya göç olduğu açıktır.
Elbette bu, kapitalizmin kontrol ettiği alan içinde sermaye ve emeğin yer değiştirmesine ilk kez tanık oluşu değil; aksine, farklı aşamalardaki yer değiştirme kalıplarının farklı olması dışında, kapitalizmin her aşamasında böyle bir yer değiştirme olmuştur. On dokuzuncu yüzyılın ortalarından önceki dönemde, emeğin yer değiştirmesi, Atlantik ötesi köle ticaretinin zora dayalı ve acımasız biçimi olarak karşımıza çıktı. On dokuzuncu yüzyılın ortalarından birinci dünya savaşına kadar, sermayenin yer değiştirmesi, kapitalizmin muazzam bir şekilde yayılmasına katkıda bulunan “yeni dünya”ya Avrupa yatırımı biçimini aldı (büyük ölçüde kolonilerden “zenginlik akışı” tarafından finanse edildi). Bu dönemde emeğin yer değiştirmesi iki farklı biçim aldı; biri Avrupalı emeğin, sermayenin göçüne eşlik eden “yeni dünyaya” göçü (ılıman beyaz yerleşim bölgelerine), diğeri ise Çinli ve Hintli emeğin dünyanın tropik ve yarı tropik bölgelerine göçüydü (tropik veya yarı tropik emeğin ılıman bölgelere bu tür göçü kesinlikle yasak olmasına rağmen). Savaş sonrası dönemde yürürlükte olan katı sermaye kontrolleri vardı ve bu nedenle sermayenin yer değiştirmesi, korunan üçüncü dünya pazarlarına (veya gelişmiş kapitalist dünyadaki karşılıklı yatırımlara) girmek için “gümrük vergilerinden kaçınma” gibi belirli amaçlar içindi; ancak emeğin yer değiştirmesi, emeğin (kontrollü sayılarda) eski sömürgelerden veya müstemleke ülkelerinde ve uydu devletlerden Hindistan, Pakistan ve Batı Hint Adaları’ndan İngiltere’ye, Cezayir ve Fas’tan Fransa’ya ve metropollere ve Türkiye’den Almanya’ya göçü biçimini aldı. İçinde bulunduğumuz dönem, aksine, metropolden üçüncü dünyaya sermayenin kayda değer bir kaymasına ve Doğu Avrupa’dan gelişmiş ülkelere işgücü göçüne tanık oldu. Sermaye açısından her iki kaymanın temel motivasyonu, ucuz emek arayışı olmuştur.
İşin garip yanı, “ana akım” burjuva ekonomisi, sermaye ve emeğin yer değiştirdiğini kabul etmiyor bile. Hatta mal ve hizmet ticaretinin nedenini, sermaye ve emeğin bu yer değiştirmesinin yokluğuna bağlıyor. Emek birimi başına daha fazla sermaye bulunan bir ülke, emek birimi başına daha az sermayeye sahip başka bir ülkeye sermaye ihraç edemediği için, yapabileceği en iyi şeyi yapması, yani bu ülkeye sermaye-yoğun ürünler ihraç etmesi ve karşılığında emek-yoğun ürünleri ithal etmesi gerekiyor. Aslında ticaret modellerinin bu biçimde sermaye ve emeğin yer değiştirmesinin olmamasıyla açıklanması, savunucu bir rolü üstlenir.
“Ana akım” burjuva ekonomisi, sermaye ve emeğin yer değiştirmesinin kapitalizm altında gerçekleştiğini kabul ederse, o zaman ürün ticaretini başka bir şekilde açıklamak zorunda kalacaktır (sermaye ve emeğin yer değiştirmesinin bir temsili olarak değil); ve bu diğer yol, diğerlerinin yanı sıra, belirli bölgelerde büyümek için coğrafi olarak neyin mümkün olduğu temelinde ticaret olacaktır. Bu, diğer bölgenin çok ihtiyaç duyduğu malları yetiştirdiği halde ticaret yapmak istemeyen bölgelerin ticarete “açılması” anlamına gelir. Kısacası emperyalizm olgusuyla yüzleşmeyi gerektirecektir. “Ana akım” burjuva ekonomisinin savunmacı ticaret teorisinin engellediği şey budur.
Örneğin İngiltere, pamuklu tekstil endüstrisinden başlayarak sanayi devrimine öncülük eden ülkeydi; ancak Britanya ham pamuk yetiştiremediğinden endüstriyel olarak öncü olan ülke, ham pamuk üretebilen ve ihtiyaç duyduğu miktarları tedarik edebilen uzak tropik ve yarı tropik topraklar üzerinde kontrole ihtiyaç duyacaktır. Böylece, faktör donanımlarının kendilerinin sözde dondurulduğu ve ülke sınırlarını aşamadığı bir durumda “faktör donatımları”na göre gerçekleşen ticaret masalından uzaklaştığımızda, “emperyalizm”i görmezden gelmek imkansız hale geliyor. “Ana akım” burjuva ekonomisi tam olarak bunu yapar: emperyalizmi görmezden gelir ve ticareti, sermaye ve emeğin alınıp satılmamasının veya taşınamamasının bir sonucu olarak açıklar.
Batı Avrupa’nın kendisi yüksek işsizlik oranlarından dertli olduğundan, düşük ücretli doğu komşularından Batı Avrupa’ya göç olgusu ilk bakışta ilgi çekici görünebilir. Ancak göç, yalnızca işgücü kıtlığı yaşayan bölge ve ülkelerde gerçekleşmez; her yerde işsizliğin olduğu bir dünyada, iki nedenden dolayı düşük ücretli bölgelerden yüksek ücretli bölgelere göç hala olacaktır: birincisi, göçün nedeni, kişinin mevcut gelirine kıyasla kazanabilmeyi umduğu gelirdir – ki burada işsizlik olasılığı da göze alınır; ikincisi de, göçmenler genellikle yerel nüfustan biraz daha düşük ücretlerle (veya daha kötü çalışma koşullarında) çalışmaya hazırdır, bu nedenle istihdam şansları yerel nüfustan daha iyi olma eğilimindedir. Bu, krizden etkilenen bir Batı Avrupa’nın bile, sosyalizmin çöküşünden bu yana fiilen durgunluğa tanık olan Doğu Avrupa’dan göçmenler çekebilme paradoksunu açıklıyor.
Çağdaş küreselleşmeyle, sermayenin metropolden üçüncü dünyanın bazı bölgelerine göçü ve emeğin eski ikinci dünyadan metropole göçüyle ilişkili ikiz olgu, her yerde işçi sınıfı hareketini zayıflatma etkisine sahiptir. Bu fenomenler işçi sınıfını metropolde de, sermayenin göç ettiği yerlerde de zayıflatırlar (çünkü aksi takdirde sermaye farklı bir varış noktası seçer). İstihdam şansları tam olarak örgütlenmemiş olmalarına bağlı olan göçmen işçilerin konumunu da zayıflatırlar. Bu nedenle dünya çapında, sınıf gücü dengesinde işçi sınıfından kapitalistlere doğru bir kayma vardır.
Ancak bu, yalnızca kapitalizmin karşı karşıya olduğu krizi daha da belirginleştirir. Sermayenin ve emeğin yer değiştirmesinin net sonucu, dünya üretimindeki fazlanın payını artırmaktır, bu da toplam talebi azaltır, çünkü emekçilerin gelirinin ekonomik fazladan daha yüksek bir kısmı tüketime harcanır. Çağdaş kapitalizmin ironisi, daha düşük emek maliyetleri için hummalı arayışın, sistemi uzun süreli bir krizin çıkmazına sokmuş olmasıdır.

Prabhat Patnaik, Hintli bir politik ekonomist ve politik yorumcudur. Kitapları arasında Accumulation and Stability Under Capitalism (1997) (Kapitalizm Altında Birikim ve İstikrar), The Value of Money (2009) (Paranın Değeri) ve Re-envisioning Socialism (2011) (Sosyalizmi Yeniden Tasarlamak) sayılabilir.
Bu makale Monthly Review’da yayınlanan İngilizce orijinalinden Türkçeye çevrilmiştir.
Çeviren: Irmak Gümüşbaş