
Sokaklarda yankılanan silah sesleri, başkentleri sarsan kalabalıklar ve evlerin sessizliğinde büyüyen şiddet… Birbirinden kopuk gibi görünen bu olaylar aslında küresel bir geri bildirim döngüsünün parçası olabilir mi? Neden siyasi şiddet Washington’dan Brezilya’ya, Türkiye’den Afrika, Amerika, Asya ve Avrupa’daki sayısız ülkeye kadar yayılıyor? Pandemi, iklim felaketleri ve teknolojik dönüşüm bu döngüyü nasıl hızlandırıyor?
Bu makalede, krizlerin altında parçalanan sistemleri, bu karmaşık döngünün işleyişini ve en önemlisi, hükümetlerin başarısız olduğu noktalarda çözümlerin nasıl doğduğunu inceleyeceğiz. Küresel krizin dinamiklerini anlamak, barışçıl bir dünya geleceğini inşa etmenin ön koşulu. Bu bağlamda özellikle Brezilya’daki şiddet olaylarına odaklanacağız.
İki Kıtada Tek Bir Döngü: Washington ve São Paulo
Ocak 2023’te, ABD Kongre Binası’na giren protestoculara güvenlik güçleri plastik mermiyle karşılık verirken, binlerce kilometre uzakta São Paulo’da bir polis memuru silahını kaldırdı. Bir favelada yankılanan iki silah sesi, iki farklı coğrafyada yaşanan bu olayların aslında aynı korkutucu modelin işaretleri olduğunu gösteriyordu. Yalnızca bağlantılı değil, aynı geri bildirim döngüsünün parçalarıydılar.
O hafta São Paulo, son yirmi yılın en yüksek polis cinayeti oranına ulaştı; ABD’de ise Kongre saldırısına ilişkin binden fazla suç duyurusu yapıldı. Kimsenin öngöremediği nokta ise, her iki şiddet dalgasının da pandeminin yarattığı stres, başarısız kurumlar ve umutsuzluğu bir silah olarak kullanan liderler tarafından besleniyor olmasıydı.
Washington’daki olay tüm dünyanın gözü önünde, canlı yayınlarla izlenen sıra dışı bir saldırıydı. Brezilya’daki süreç ise daha yavaş ilerleyen, yerel adayları, aktivistleri ve hatta yargıçları hedef alan bir şiddet döngüsüydü. Brezilya’da 33’ü ölümle sonuçlanan toplam 338 siyasi şiddet vakası kaydedildi. Yüzeyde birbirinden farklı görünen bu olaylar, aslında kurumların aşınmasının aynı belirtileriydi. ABD’de şiddet doğrudan devletin kalbine yönelmişti ve sistem bin altı yüzden fazla suç duyurusuyla tepki verdi. Brezilya’da ise şiddet daha dağınık ve sessizdi ama bir o kadar ölümcüldü.
Brezilya’daki mahkemeler, Bolsonaro yanlılarının seçim sonrası hükümet binalarına yönelik saldırı girişimlerini kısmen engellese de, ölçeği ABD ile kıyaslamak mümkün değildi. ABD Adalet Bakanlığı yüzlerce savcıyı seferber ederken, Brezilya’da birçok dava tanıkların sindirilmesi ya da delillerin “kaybolması” nedeniyle askıya alındı. Bolsonaro’nun darbe girişiminde polis ve ordu mensuplarının rol alması, kurumsal çürümenin derinliğini açıkça ortaya koyuyordu.
Bu farklılıklar, her iki ülkede de şiddetin bir tür gösteri niteliği taşıdığını, ancak ABD’de kurumların—zor da olsa—ayakta kaldığını; Brezilya gibi gelişmekte olan ülkelerde ise bizzat kurumların hedef alındığını ortaya koyuyordu. Durumu bir binaya benzetirsek, ABD’de temeller sarsıldı ama yapı yıkılmadı. Brezilya’da ise termitler çoktan kirişleri kemirmişti. Pandemi ve ekonomik kriz gibi stres faktörleri eklenince tüm yapı gıcırdamaya başladı. Bu stres yalnızca siyasi değildi; aynı zamanda iklim felaketleri ve pandeminin getirdiği sokağa çıkma yasakları gibi toplumsal baskıları da içeriyordu.
Pandemi ve Şiddetin Yeni Yüzleri: Evler Neden Birer Tuzak Haline Geldi?
Pandemi, mevcut kırılganlıkları yalnızca görünür kılmakla kalmadı; adeta üzerine benzin döktü. Sokağa çıkma yasaklarının ilk günlerini hatırlayın: sokaklar bomboştu, hastaneler ise dolup taşıyordu. Bazıları için ev güvenli bir sığınakken, diğerleri için adeta bir tuzağa dönüştü.
Veriler ürkütücüydü. Pandemi döneminde dünya genelinde çocukların yüzde yirmisinden fazlası istismara uğradı. Bu sadece sayısal bir artış değil, kapalı kapılar ardında ortaya çıkan sistemik bir başarısızlıktı. En korkutucu yanı ise zaten iş yükü altında ezilen aile mahkemelerinin bu vakalar karşısında iyice işlevsizleşmesiydi. Bir çocuğun, tek tanığının istismarcısı olduğu ve yargıcın hikâyeyi yalnızca parçalar hâlinde, bulanık bir Zoom ekranından dinleyebildiği bir ortamda yardım aramaya çalıştığını düşünün. Bu, korkunç ama son derece gerçek bir tabloydu—ve üstelik sadece evlerle sınırlı değildi.
São Paulo’da, 2023 sonrasında polis cinayetleri yüzde 150 arttı. Peki neden? Ekonomik umutsuzluk, yetersiz kamu hizmetleri ve sosyal koruma ağlarını bilinçli biçimde ortadan kaldıran bir hükümet politikası. Bolsonaro yönetimi, polisin yetkilerini genişletirken sosyal programların kaynaklarını kesti. Böylece marjinalleşmiş topluluklar hem devlet hem de suç örgütleri tarafından baskı altına alındı. Pandemi bu sorunları yaratmadı, sadece daha görünür ve yoğun hale getirdi. Tıpkı zaten çalmakta olan bir şarkının sesini sonuna kadar açmak gibi. Ve bu şarkının sözleri, politika hatalarıyla yazılmıştı.
Brezilya’da özellikle Siyah ve Yerli kadınlarda kadın cinayetleri hızla yükseldi; çünkü pandemi döneminde sığınma evlerinin fonları kesilmişti. Bolsonaro COVID-19’u küçümseyip “küçük bir grip” olarak tanımlarken, bu topluluklar annelerini ve kız kardeşlerini toprağa veriyordu.
Oysa bu tablo kaçınılmaz değildi. Bazı ülkeler, sokağa çıkma yasakları sırasında aile içi şiddeti azaltmayı başardı. Bunu daha güçlü sosyal ağlar ve hızlı müdahale mekanizmalarıyla gerçekleştirdiler. Bu başarı, Brezilya’daki durumu daha da acı verici kılıyordu. Çünkü o kadınları öldüren virüs değil, onları korumaktan vazgeçme yönünde verilmiş siyasi bir karardı.
Üstelik bu tercih yalnızca Brezilya’ya özgü değildi. ABD’de verilen teşvik çekleri bazı ailelerin ayakta kalmasına yardımcı olurken, sosyal güvenlik ağı zayıf ülkelerde sokağa çıkma yasakları adeta birer düdüklü tencereye dönüştü. Ve bu tencereler eninde sonunda patladı. São Paulo’nun favelalarında uyuşturucu rotaları çökerken çete şiddeti arttı. Devlet ise daha fazla klinik yerine daha fazla mermiyle karşılık verdi. Bu, kurumların başarısız olduğu yerlerde kaba kuvvetin varsayılan çözüm haline geldiğini gösteriyordu—tarihin en eski oyun kitaplarından birinde yazıldığı gibi.
Teknolojinin Paradoksu: Koruma Aracı mı, Kontrol Mekanizması mı?
Şiddeti belgelemek için kullanılan gözetleme teknolojileri, aynı zamanda bu şiddeti mümkün kılmasıyla rahatsız edici bir paradoks sunuyor. Polis kameralarından elde edilen görüntüler, bir yandan delil niteliği taşırken, diğer yandan koruması gereken topluluklara karşı bir silaha dönüşüyordu. Polisler, ifadelerini güçlendirmek için bu görüntülere başvuruyor; savcılar ise işlerine gelen bölümleri seçip kullanıyordu.
São Paulo’da sokağa çıkma yasakları sırasında favelaları izlemek için kullanılan polis dronları, COVID-19’un yayılmasını kontrol etmek yerine çete bölgelerinin haritasını çıkarıyordu. Böylece, vahşeti ifşa etmesi beklenen teknoloji, daha fazla denetim ve baskı için bir plana dönüşmüştü.
Protestolarda kullanılan yüz tanıma sistemleri de benzer şekilde işliyordu. “Halk güvenliği” adına satılan bu teknoloji, pratikte muhalifleri sindirmenin aracı haline gelmişti. Kongre baskınındaki yüzlerce şüpheli bu sistemlerle tespit edildi. Ancak aynı teknoloji, Siyah ve Yerli yüzleri orantısız şekilde yanlış teşhis ediyordu. Yani isyancıları takip edecek kadar hassas, masum insanları hedef alacak kadar kusurlu bir sistem söz konusuydu. Bu, basit bir “hata”dan öte, sistemin yerleşik bir özelliği gibi görünüyordu.
Aynı durum aile mahkemelerinde de geçerliydi. Yargıçlar dijital kayıtlara daha çok güvenmeye başlamıştı, ancak bu sistemler şeffaf değildi. Bir ebeveynin sunduğu telefon videosu “söylenti” olarak reddedilirken, diğer ebeveynin profesyonelce hazırlanmış yasal dosyaları daha fazla ağırlık kazanıyordu. Böylece teknoloji, mevcut önyargıları pekiştiriyordu.
Daha da kötüsü, WhatsApp gibi platformlar aracılığıyla aile içi şiddeti belgelemeye çalışan kadınların, istismarcıları tarafından sahte ekran görüntüleriyle itibarsızlaştırıldığı olaylar yaşanıyordu. Yani platform, mağdurlar için bir kanıt aracı olmaktan çıkıp onların aleyhine işleyen bir silaha dönüşüyordu.
Bununla birlikte, teknolojinin umut verici kullanım örnekleri de vardı. Amazon’daki yerli aktivistler, yasa dışı ağaç kesimlerini belgelemek için dronlardan yararlanıyordu. Favelalarda bir silah gibi kullanılan aynı teknoloji, onların elinde bir savunma aracına dönüşüyordu. Rio’daki topluluklar, polis baskınlarını önceden haber almak için gözetleme kameralarıyla erken uyarı sistemleri kuruyordu. Bu, ezberi bozan ve “ustaların araçlarını” onlara karşı kullanan bir yaklaşımı temsil ediyordu.
Ancak bu çabalar büyük kaynak gerektiriyordu. Marjinalleşmiş grupların çoğu, bu araçlara sahip olamıyor ya da yanlış kullanımı engelleyecek hukuki gücü bulamıyordu. Sonuçta teknoloji, var olanı büyütüyordu: Eğer sistem adil değilse, teknoloji onu daha da hızlı ve daha da derin bir şekilde adaletsiz kılıyordu.
Çözümlerin Doğuşu: Topluluklar Yeniden Yapılanırken
Tüm bu sistemik kırılmalara rağmen, umut yeşermeye devam ediyordu. São Paulo’daki kadınların geliştirdiği “savaş dikimi” pratiği buna iyi bir örnekti. Çatışma anlarında fiziksel olarak yırtılan kıyafetleri dikmek için diz çöken kadınlar, böylece gerilimi yatıştırıyordu. Birinin diğerini vurmak yerine bir kolu onarması, şiddeti adeta görünmez kılıyordu. Geçen yıl bu yöntemle kırktan fazla potansiyel silahlı çatışmanın önlendiği belgelenmişti. Sessiz ama devrim niteliğinde bir eylemdi.
Benzer bir şekilde, Kanada’daki Yerli topluluklar aile içi şiddet vakalarında “kendi topluluklarinda ceza verme” gibi geleneksel yöntemlere başvuruyordu. Bu uygulamalarda amaç yalnızca cezalandırmak değil, toplumsal yeniden entegrasyonu sağlamaktı. Sonuçlar dikkat çekiciydi: geleneksel mahkemelere kıyasla tekrarlayan suç oranları yüzde 80 oranında azalmıştı. Bu durum, cezalandırıcı adalet anlayışının temelini sorgulatan güçlü bir deneyimdi.
Bu modeller insanları, eylemlerinin insani bedeliyle yüzleşmeye zorluyordu. Rio’nun Complexo do Alemão favelasında, çetelere katılması beklenen gençler çatışma arabulucusu olarak yetiştiriliyordu. Çalınan bisikletlerden bölgesel anlaşmazlıklara kadar birçok meselede müzakere yürüten bu gençler, topluluğun dilini ve kültürünü bildikleri için yüksek başarı oranına ulaşıyordu. Polis müdahaleleriyle kıyaslandığında etkileri çok daha yapıcıydı. Böylece sistemin “riskli” olarak etiketlediği gençler, aslında en güçlü barış koruyucularına dönüşüyordu. Geçtiğimiz yıl, onların arabuluculuğu sayesinde iki yüzden fazla misilleme saldırısı engellendi. Buna karşılık, aynı bölgede yapılan polis baskınları çete liderlerini yerinden ederek güç boşlukları yaratıyor, şiddeti azaltmak yerine artırıyordu. Bu tablo, geleneksel polisliğin başarısızlığının en açık kanıtıydı.
Peki hükümetler neden başarısız cezalandırıcı modellere sıkı sıkıya sarılırken, bu tabandan gelen başarılı çözümleri yaygınlaştırmıyordu? Cevap aslında basitti: güç. Onarıcı adalet, yetkiyi devlet kurumlarından topluluklara kaydırıyordu. Politikacılar, bir büyükanne aracılığıyla sağlanan çete ateşkesinin kredisini üstlenemezdi. Dahası, hapishaneler milyarlarca dolarlık endüstrilerdi ve güçlü lobi faaliyetleri vardı. Engel, etkinliğin yetersizliği değil, kontrolü elden bırakma isteksizliğiydi.
Bu tabloya karşı çıkan istisnai örneklerden biri Yeni Zelanda oldu. Hükümet, Yerli liderliğindeki müdahalelerin koruyucu aileye yerleştirme oranlarını yüzde 45 azalttığını gösteren araştırmaların ardından, Māori liderliğindeki aile grubu konferanslarını resmî olarak çocuk refahı sistemine dahil etti. Bu, devletlerin gücü paylaşmaya istekli olduklarında köklü değişimin mümkün olduğunun güçlü bir kanıtıydı.
Küresel Çözüm Yerel Başlar
Küresel şiddet artık tekil krizlerle açıklanamaz bir boyuta ulaştı. Siyasi huzursuzluk, çevresel yıkım ve kurumsal çöküş… Bunlar birbirinden ayrı değil, tam tersine birbirini besleyen zincirler. Daha da rahatsız edici olan ise, insanları koruması beklenen kurumların çoğu zaman zararı büyütmesi. Aile mahkemelerinin istismar iddialarını görmezden gelmesi ya da polis dronlarının yardımdan çok gözetleme için kullanılması bunun çarpıcı örnekleri.
Ancak tabloyu değiştiren bir gerçeklik var: Çözümler yalnızca teori düzeyinde kalmıyor. Dünyanın dört bir yanında topluluklar kendi modellerini yaratıyor ve bunlar işe yarıyor. Kanada’nın Manitoba eyaletinde yerli halkın kurduğu toprak devriyeleri, Brezilya’nın São Paulo kentinde tabandan örgütlenen şiddet karşıtı kolektifler ya da onarıcı adalet modelleri… Veriler, bu girişimlerin cezalandırıcı yaklaşımlardan daha etkili olduğunu kanıtlıyor.
O halde soru şu: Eğer bu yöntemler gerçekten işe yarıyorsa, neden hâlâ istisna olarak kalıyor? Belki de yanıt sandığımızdan basit. Mesele yeni sistemler icat etmek değil, zaten sessizce çalışan çözümlere kulak vermek.
Adaletin geleceği, kitlesel hapsetme ve militarize polislikten değil, toplulukların kendi dokusunu yeniden örmesinden geçiyor. İnsanlar, hesap verebilirliğin kafesler ya da coplar gerektirmediğini; aynı odada oturup cesaretle yeniden bağ kurmayı gerektirdiğini her gün gösteriyor.
Gerçek değişim, yukarıdan gelen politikaların değil, aşağıdan yükselen pratiklerin gücünde saklı. Ve belki de artık küresel düzeyde görmemiz gereken şey şu: Çözüm, her zaman yerelden başlar.
Kaynaklar:
Why Have Political Assassinations More Than Doubled in Brazil? https://insightcrime.org/news/political-assassinations-doubled-in-brazil/
The Impact of COVID‑19 on Crime: a Systematic Review: https://dspace.library.uu.nl/bitstream/handle/1874/437938/s12103-023-09746-4.pdf?sequence=1
Here’s what’s different about the Brazil attack compared to Jan. 6: https://www.pbs.org/newshour/world/what-the-attack-in-brazil-says-about-far-right-movements-
How Brazil’s criminal groups threaten the Amazon rainforest: https://www.context.news/nature/opinion/how-brazils-criminal-groups-threaten-the-amazon-rainforest
What is Restorative Justice?: https://tiontario.ca/wp-content/uploads/2023/01/RJ-Primer-English.pdf
Rethinking peace and violence from the favelas: https://www.tandfonline.com/doi/full/10.1080/21647259.2024.2354083#abstract