EĞİTİM VE HAFIZA ARASINDAKİ KORELASYON
Birleşmiş Milletler’in 2015 İnsani Gelişme Raporu’na göre (United Nations Human Development Report 2015) Türkiye’de kişi başına düşen eğitim yılı ortalaması 25 yaş ve üstü için 7.9 yıla tekabül ediyor. Mehmet Altan kadınlarda ortalama eğitim yılı sayısını – eğer hafızam beni yanıltmıyorsa- 4 yıl olarak vermişti. Yine TÜİK’in 2015 verilerine göre “Lise ve dengi okul mezunu olan 25 ve daha yukarı yaştakilerin toplam nüfus içindeki oranı yüzde 18,2 iken, bu oran erkeklerde yüzde 22,2, kadınlarda yüzde 14,4’tür.” Zaten Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) 2016 raporunda, Türkiye, eğitim kalitesi açısından 38 OECD üyesi ülke arasından 35’inci sırada yer alıyor. Şunu da belirtmek gerekir ki yukarıda verilen eğitim yılları içinde alınan eğitim kalitesi ayrıca sorgulanmalıdır. Ama bu veriler bile Türkiye’de eğitimin yerlerde süründüğünü göstermeye yetiyor.
Eğitim, insanlara her şeyden önce olaylara akılcı yaklaşabilen, soran sorgulayan, sorun çözebilen, analitik, deyim yerindeyse sapla samanı birbirinden ayırabilecek bir yetkinlik kazandırır. Burada şunu da belirtmek gerekir, eğitim yılı ile hafıza arasında da pozitif bir korelasyon var. Bir toplumda kişi başına düşen eğitim yılı ne kadar uzunsa o toplumda uzun dönemli bireysel ve kolektif hafıza da o kadar uzun bir zaman dilimini kapsıyor. Yani eğitim yılı sayısı ne kadar kısaysa o derece kısa hafızalı, eğitim yılı sayısı ne kadar uzunsa, o derece uzun dönem hafızalı oluyor birey ve toplum. Türkiye’deki kolektif hafıza kaybına bir de bu yönüyle bakmak gerek.
Tüm bu veriler göz önünde bulundurulunca Kılıçdaroğlu gibi daha çok akla hitap eden bir liderin objektif olarak epeyce dezavantajlı bir konumda olduğu aşikar. Eğer Kılıçdaroğlu, ileride bu akla hitap eden tarzıyla, Tayyip Erdoğan’a karşı bir seçim zaferi kazanırsa, bu aynı zamanda o ülkenin siyasal iletişim kültüründe bir devrim niteliğinde olacaktır. Bunu söylemek kanımca fazla abartılı olmaz.
Tayyip Erdoğan’ın her yönüyle antitezi olan Kılıçdaroğlu’nu da yine siyaset felsefesi ve siyasal iletişim tarihi üzerinden kategorize edersek, Kılıçdaroğlu politikada Platon’un (M.Ö. 427 -347) “ideal devlet ve sağlıklı bir toplumsal düzen kurmanın arayışı, Aristoteles’in (M.Ö. 384 – 322) “Kamu ve yurttaş haklarına odaklanmak”, John Locke’un (1632 – 1704) “İç barışı sağlamak için erkler ayrılığı, denge ve denetleme sistemi (checks & balances) basın, din ve vicdan özgürlüğü”, Immanuel Kant’ın (1712 – 1778) “Anayasal olarak garanti edilmiş yurttaş ve insan hakları”na odaklanmış siyasal felsefenin, aydınlanmacı bir siyasal geleneğin figürü olduğu çok açıktır.
Tayyip Erdoğan bir Makyavelistken Kılıçdaroğlu aydınlanma geleneğinin bir politikacısı olarak, kamu, ülke, yurttaş haklarına odaklanmış bir politikacıdır. Bir ülkede birbirine bu kadar zıt, birbirinin bu kadar antitezi olan ve aynı dönem içinde politik sahnede baş gösteren iki liderin olması tarihi bir tesadüf mü, yoksa Türkiye sosyolojisinin bir yansıması mı bilemiyorum.
O ülkede sağ partilerin toplumun din, iman milliyetçilik, vatan, millet gibi temel değer yargıları üzerinden sürekli olarak canlı tuttuğu bu kutuplaştırıcı, ötekileştirici siyaset tarzı, eğitim sisteminden tutun, işçi haklarına, sağlık sistemine, hukuk sisteminden, Kürt sorununa, kadın sorununa kadar, ülkenin hiçbir temel sorununa, hiçbir akılcı / rasyonel, kalıcı bir çözüm getirememiştir. Türkiye gibi doğal kaynakları olmayan bir ülkenin, ekonomik gelişme, refah, bunun sonucu toplumsal barışını, uluslararası rekabet gücünü sadece ama sadece gelişkin bir “sosyal kapital”e (insan kaynakları) dayanarak gerçekleştirebilecekken, bunun tam tersi Orta Çağ artığı bir eğitim müfredatında ısrar etmesi, bir ülkenin, bir toplumun zamana yayılan intiharından başka bir şey değildir. İktidar için bu çağ dışı eğitim sisteminin rasyonel bir açıklaması olabilir, ama bir ülke için yoktur!
Çok partili siyasal hayata geçildikten sonra sürekli kılınan bu basma kalıp Makyavelist siyasal ajitasyon Türkiye’de siyaset yapmanın temel aracı olmuş, ülkenin on yılları heder edilmiş, memleketin üç kuşak en yaratıcı evlatları yok edilmiştir. Siyasal iletişimin en temel işlevi olan entegrativ / uzlaştırıcı işlevi Türkiye’de tersine döndürülmüş daha çok kutuplaştırıcı, desentegrativ bir işlev görmüştür. Sonuçları açısından da trajik olmuştur. AKP iktidarı ile de zaten nirvanasına ulaşıp, neredeyse kolektif bir cinnet haline dönüşmüştür. İşte Kılıçdaroğlu bu uzlaştırıcı, gerginlikten kaçan iletişim ve siyasal tarzıyla, siyasal iletişimin en temel misyonu olan “toplumsal uzlaşma ve entegrasyon” misyonunu üstlenmiş görünüyor. Bu yönüyle de yine Tayyip Erdogan’ın anti – pol’u gibidir.

Turan Altuner, uluslararası ağırlıklı iktisat, uluslararası işletme yönetimi, kültürlerarası iletişim, kültür antropolojisi ve endüstri işletmeciliği okudu. İşletmeci, danışman ve kültürlerarası iletişim koçu olarak çalıştı. İlgi alanları ekonomi, uluslararası ilişkiler ve kültürlerarası iletişimdir.