
Neoliberalizm, özgürlük kavramını nasıl gasp etti? Nihai kontrol vaadini, modern çalışan için ezici bir tükenmişlik ve anksiyete kaynağına nasıl dönüştürdü?
Bu makalede, filozof Hannah Arendt’in “Eylem” (Action) ve “Emek” (Labor) arasındaki ayrımının, serbest çalışma ekonomisinin (gig economy) ve “girişimci özne” paradoksunun anlaşılmasında nasıl bir anahtar sunduğunu mercek altına almaya çalışacağız.
Paradoks: Maksimum Özgürlük, Maksimum Baskı
Bu mesajı sayısız kez duydunuz: Potansiyelini maksimize et.
Kişisel markanı oluştur. Esnek ol, uyum sağla ve nihayetinde kendi hayatının CEO’su ol.
Bu anlatı, nihai özgürlük ve kurtuluş vaadiyle sunuluyor — hayatın ve kariyerin üzerinde tam kontrole sahip olmanın, sınırsız öz-yönetim fantezisiyle.
Her karar, her yön değişikliği, bireyin saf iradesinin bir ifadesi olarak sunuluyor.
Ne var ki, 21. yüzyılın baskın neoliberal ideolojisi, bireyi sürekli olarak kendini optimize etmeye, kendi performansını yöneten bir “mikro-şirket”e dönüşmeye zorluyor. İşler kötüye gittiğinde, suç sistemde değil, tamamen bireydedir:
Yeterince “girişimci ruh” göstermemek, yeteneklerini hızla geliştirememek ya da “kötü kişisel yönetim” sergilemek. Sistem mükemmeldir; birey kusurludur.
Peki, hepimiz gerçekten bu kadar özgürsek, neden bu bitmek bilmeyen “öz-yönetim” döngüsü tükenmişlik, yaygın kaygı ve derin bir kısıtlanmışlık hissi yaratıyor?
Neden “maksimum özgürlük” vaadi, bizi doğrudan “maksimum baskı”ya sürüklüyor?
Bu paradox ve gerilim, neoliberal ideolojinin vaat ettiği özgürlük ile yaşanan agır kısıtlanmışlık deneyimi arasındaki bu devasa uçurum çağımızın en temel paradokslarından biridir.
Bu yanılsamayı çözümleyebilmek için 20. yüzyılın büyük siyaset filozofu Hannah Arendt’e dönmemiz gerekiyor.
Arendt’in çalışmaları, gerçek insan özgürlüğünü, modern dünyanın onun yerine sunduğu yapay ve işlevsel taklitlerden ayırmak için paha biçilmez bir pusula sunar.
Arendt’in Gerçek Özgürlüğü: Eylem ve Hamster Tekerleği
Hannah Arendt, çığır açan eseri İnsanlık Durumu‘nda (The Human Condition), tüm insan faaliyetini (vita activa) titizlikle üç ayrı alana ayırdı: Emek, İş ve Eylem. Bu üçlü model, mevcut ortamımızın neden bu kadar yıpratıcı olduğunu anlamak için çok önemlidir.
Emek (Animal Laborans)
Emek, biyolojik zorunluluk ve salt hayatta kalma ile bağlantılı faaliyettir. Hayatı sürdürmenin sonsuz döngüsüdür: yiyecek için çiftçilik yapmak veya modern bağlamda, geçim sağlamak için maaş kazanmak üzere yapılan rutin, kolayca değiştirilebilir görevler gibi tekrarlayan, döngüsel görevlerdir. Arendt, bu döngüye giren insana animal laborans (çalışan hayvan) adını verir. Emek’in ürünleri dayanıksızdır; dünyada kalıcı bir iz bırakmazlar. Bu faaliyet biyolojik zorunluluğa dayandığı için, tanım gereği gerçek özgürlük alanı olamaz. Gerekli olsa da, bireyleri siyasi bir anlamda ayırt etmez. O, varoluşun amansız, zorunlu hamster tekerleğidir.
İş (Homo Faber)
İş, insan eseri dünyayı inşa eden dayanıklı, kalıcı nesnelerin (masa, gökdelen, sanat eseri veya karmaşık bir yazılım sistemi) yaratılmasıdır. Bununla meşgul olan insana homo faber (yapan insan) denir. İş, bireyin ömrünün ötesinde süren istikrarlı, kolektif bir ortam—ortak bir dünya—yaratır. Emek’ten daha az kısıtlı olsa da, yine de araç-amaç mantığının araçsal mantığı tarafından yönetilir: bir hedefiniz (nihai ürün) vardır ve buna ulaşmak için en iyi araçları (araçlar ve süreç) seçersiniz. Bu, teknik bir özgürlüktür, ancak Arendt’in ilgilendiği siyasi, spontane özgürlük değildir.
Eylem (Gerçek Özgürlük)
Eylem ve Konuşma, vita activa‘nın zirvesinde tek başına durur. Bu, gerçek özgürlüğün alanıdır. Eylem, zorunluluk (tıpkı Emek gibi) veya önceden belirlenmiş bir amaç (tıpkı İş gibi) tarafından yönlendirilmez. Tamamen yeni ve öngörülemeyen bir şeyin—yeni bir siyasi hareketin, yeni bir yasanın, bir krize benzersiz bir yanıtın—spontane, öngörülemez ve tamamen yeni bir şekilde başlatılmasıdır. Eylem, bireylerin benzersiz kişisel kimliklerini—ne olduklarını (iş unvanları veya fonksiyonları) değil, kim olduklarını—aktif olarak ortaya çıkarma biçimidir.
Daha da önemlisi, Eylem yalnızca başkalarının huzurunda—ortak, kamusal bir alanda bulunan bireylerin çoğulluğu içinde—gerçekleşebilir. Bu anlamda özgürlük, içsel, psikolojik bir durum değildir; yalnızca insanlar arasındaki boşlukta var olan politik bir gerçekliktir.
Neoliberalizm’in Demir Kafesi: Zorunlu Yönetim Olarak Özgürlük
Neoliberalizm’in dehası ve dehşeti, bu ayrımları bulanıklaştırma ve Eylem’i tekrar Emeğe dönüştürme yeteneğidir. Hayatta kalma zorunluluğunu alır ve onu özgür olmanin ahlaki bir yükümlülüğü olarak yeniden paketler.
Birincil mekanizma, Girişimci Özne olma zorunluluğudur. Michel Foucault gibi düşünürlerin gözlemlediği gibi, neoliberalizm sadece bir ekonomik teori değildir; bir “yönetimsellik” biçimidir—piyasanın ekonomik mantığını evrensel olarak uygulanan bir sosyal ve psikolojik norm haline getirerek insanların davranışlarını yönetme biçimidir. Artık her birey, insan sermayesinin sürekli olarak maksimize edilmesi gereken bir mini-firmadır.
Bu sözde kişisel yönetim özgürlüğü derinden yanıltıcıdır çünkü ana hedef sabittir: rekabet etmeli, hayatta kalmalı ve kâr etmelisiniz. Nasıl optimize edeceğinizi—hangi egitimi alacağınızı, hangi ek işi kuracağınızı, hangi kişisel marka estetiğini benimseyeceğinizi—seçmekte özgürsünüz, ancak rekabetten çekilmekte özgür değilsiniz. Sürekli verimlilik maksimizasyonu ve yetenek geliştirme baskısı kurtuluş değil; yeni bir baskı ve yönetimsel kısıtlama biçimidir.
Kişisel Marka Hilesi
Hannah Arendt’in kimlik anlayışı, modernliğin dayattığı birey tasavvuruyla taban tabana zıttır.
Bir insanın “kim olduğu”, içsel olarak sahip olduğu ve sonra yönettiği sabit bir öz değildir; aksine, kişinin kamusal alanda sergilediği spontane eylemler ve sözleri aracılığıyla, ortak bir topluluk tarafından yorumlanarak öngörülemez biçimde ortaya çıkan bir şeydir.
Gerçek Eylem risklidir, çünkü spontane bir ifşayı içerir — yani birey, eyleminin kendi benliğinin hangi yönünü açığa çıkaracağını asla tam olarak bilemeden harekete geçer.
Bugünün dijital çağında, özellikle sosyal medya ve profesyonel ağ platformları üzerinden “mükemmel bir kişisel marka” oluşturma ve sürekli olarak onu kürate etme zorunluluğu, Arendt’in tanımladığı eylem anlayışının tam tersidir.
Bu süreç, pazarlanabilirlik uğruna kendini kontrol etme, önceden tanımlama ve tahmin edilebilir hale getirme çabasıdır.
Böylece kimlik, otantik bir “kim” olmaktan çıkar, ölçülebilir, yönetilebilir ve pazarlanabilir bir “neye”, yani işleve indirgenir.
Birey, içsel karmaşık benliği ile yüksek derecede kurgulanmış, işlevsel dış sunumu arasındaki uçurumu sürekli olarak denetlemeye zorlandığı için bu süreç doğrudan tükenmişliğe ve yabancılaşmaya yol açar.
Serbest Çalışma Ekonomisi ve Dayanışmanın Aşınması
Modern serbest çalışma ekonomisi (gig economy), Özgürlük Hilesi’nin belki de en mükemmel tezahürüdür. Platformlar maksimum özerklik ve esneklik satar, ancak genellikle tüm idari yükü, finansal riski ve genel giderleri bireysel çalışana devreder. İşçi sigortasından, emekliliğinden, eğitiminden ve durgun dönemlerinden kendisi sorumludur.
Bu yeni gerçeklik, büyük ölçekli güvencesiz çalışma (precarious work) alanları yaratır. Böyle bir ortamda, özgürlüğün nihai ifadesi olan Siyasi Eylem koşulları sistematik olarak yok edilir.
- Parçalanma: Tasarımı gereği, serbest çalışma ekonomisi iş gücünü parçalar. Ortak bir işyeri, sohbet alanı, ortak bir sömürü deneyimi ve dolayısıyla birliktelik veya ortak kaygıların kendiliğinden ortaya çıkması için doğal bir alan yoktur.
- Bireyselleştirilmiş Risk: Sağlık sigortasından iş güvenliğine kadar her şey özelleştirildiğinde, kolektif eylem (sendikalaşma gibi) olasılığı anlamsız veya korkutucu derecede riskli hale gelir. Tüm ideoloji size bireysel çabanın önemli olan tek şey olduğunu söylerken, neden tüm mikro-işletmenizi kolektif bir hedef uğruna riske atasınız?
- Başarısızlığın Yeniden Çerçevelenmesi: Sistem, başarısızlığı yeniden çerçeveleyerek ideolojik mükemmelliğini korur. İşsiz bir kişi yapısal güçlerin kurbanı değildir; o, “geçiş aşamasındaki girişimci bir işçidir”—özerk ekonomik bireyin yanılsamasını canlı tutan retorik bir harekettir. Bu, kolektif sorumluluk veya sosyal güvenlik ağlarına olan ihtiyacı uygun bir şekilde yok sayar.
Çağdaş toplumdaki devasa kişisel anksiyete ve tükenmişlik ölçeği, bir dizi kişisel başarısızlık değildir; bireysel özgürlük koşullarını aşındırırken aynı zamanda boğucu bir kişisel yönetim biçimini dayatan bir ekonomik ideolojinin öngörülebilir, sistemik sonucudur.
Totaliter Mantık: Yalıtım ve Gereksizlik
Arendt’in eleştirisinde belki de en sarsıcı boyut, sistematik biçimde sürdürülen bu depolitizasyon süreci ile totalitarizm üzerine yaptığı uyarılar arasındaki bağlantıdır.
Neoliberal proje doğrudan totaliter bir rejim değildir; ancak altında işleyen ideolojik mekanizma, totalitarizmin temel özelliklerinden birini taşır:
İnsanın spontane, benzersiz eylem kapasitesinin ortadan kaldırılması ve yaşamın her alanına tek, her şeyi kapsayan bir mantığın dayatılması.
Bu mantık, bireyi politik eylemden, kamusal alandan ve başkalarıyla kurduğu anlamlı ilişkilerden yalıtarak, onu gereksiz ve yedeklenebilir bir unsur hâline getirir.
Böylece özgürlük, yalnızca ekonomik etkinlik sınırları içinde yeniden tanımlanır; insan, düşünen ve eyleyen bir varlık olmaktan çıkıp, işlev gören bir kaynak konumuna indirgenir.
Depolitizasyon: Totaliter Etkinin Zemin Katı
Bir ideolojinin totaliter etkilerinin kök salabilmesi için kritik ön koşul, kolektif yaşamın depolitizasyonudur.
Toplumsal enerjinin tamamı bireyselleştirilmiş, ölçülebilir ve işlevsel performansa — özgeçmişinizi parlatmaya, KPI’ları tutturmaya, daha iyi bir derece ya da terfi uğruna rekabet etmeye — yönlendirildiğinde, ortak bir dünya kurma ve sürdürme fikri ortadan kaybolur.
Yerine, milyonlarca yalıtılmış, özel ve nihayetinde kaygı içinde var olan bireysel mikro-proje geçer.
Bu süreçte siyaset, ortak eylem ve dayanışma alanı olmaktan çıkıp, performans ekonomisinin içinde eriyen bir kişisel verimlilik oyununa dönüşür.
Not: Anahtar Performans Göstergesi (KPI) veya performans ölçütü, işletme yönetiminde bir organizasyonun önemli hedefleri ya da kritik başarı faktörleri açısından ilerleme düzeyini veya hedeflere ulaşma oranını ölçmek için kullanılan göstergelerdir.
Arendt’e göre yalnızlığın iki biçimi vardır:
- Yalıtım (Isolation): Bireyin kamusal alandan, yani siyasal eylemin mümkün olduğu sahneden dışlanmasıdır. Bu durumda kişi hâlâ düşünebilir, üretebilir ve çalışabilir; ancak artık eylemde —başkalarıyla ortak bir dünya kurma faaliyetinde— bulunamaz.
- Yalnızlık (Loneliness): Çok daha derin ve varoluşsal bir durumdur. Arendt, bunu “kendi benliğim tarafından terk edilmiş olma hâli” olarak tanımlar. Yalnızlıkta, eleştirel düşüncenin temeli olan iç diyalog çöker; kişi kendi aklıyla bile ilişki kuramaz hale gelir.
Bireyler, kamusal alanda “Eylem” riskini üstlenmek yerine, kendini optimize etmenin güvenli ama öngörülebilir rutinlerine sığındığında; ifşa olma, görünür olma ve özgünlük riskinden kaçarak, işlevsel “Emek”in konforuna yönelirler.
Arendt’in en önemli uyarılarından biri, bu sistematik yalıtımın insanları “gereksizlik” (superfluousness) durumuna sürüklemesidir. İnsanları yalnızca işe yararlıklarıyla ölçen, onları belirli işlevlere indirgenmiş, kolayca değiştirilebilir parçalar haline getiren bir sistem, aynı zamanda onları eşit derecede gereksiz hale getirir.
Katkınız yalnızca ölçülebilir çıktılar üzerinden değerlendiriliyorsa, benzersizliğiniz önemsizleşir. Böyle bir düzende, varoluşunuzun değeri artık insan olmanın özünden değil, sistemin işlevsel mantığına uyumunuzdan türetilir —ve bu, bir anda yerinize başka birinin geçirilebilmesi riskini de beraberinde getirir.
Sonuç: Eylemi Geri Kazanmak ve Varoluşu Yeniden Siyasallaştırmak
Neoliberalizmin “özgürlük” söylemi, bireyleri kendi hayatlarını birer işletme gibi yönetmeye zorlayan modern bir ideolojik hiledir. Bu sistem, görünüşte maksimum özerklik sunarken, gerçekte maksimum baskı ve denetimi dayatır. “Özgürlük” burada, seçim yapma illüzyonuna indirgenmiş bir zorunluluk biçimidir: verimli olmak, rekabet etmek, optimize etmek ve sürekli olarak “kendine yatırım yapmak”.
Hannah Arendt’in düşüncesi, bu özgürlük yanılsamasına karşı güçlü bir panzehir sunar. Ona göre özgürlük, ekonomik başarı ya da bireysel performansla ölçülebilecek bir şey değildir. Gerçek özgürlük, ancak çoğulluk, birlikte eylem ve kamusal alanda konuşmanın spontane yaratıcılığı içinde var olabilir. Bu bağlamda özgürlük, bir durumdan çok, bir eylem pratiğidir —öngörülemez, ilişkiseldir ve birlikte var olmayı gerektirir.
Bugünün “girişimci öznesi”nin karşı karşıya olduğu temel sorun, daha çok çalışmak ya da daha iyi yönetmek değildir; sorun, siyasal eylem yetisini yeniden kazanmak ve onu rehabilite etmektir. Bu da neoliberal zorunlulukların ötesine geçmeyi, bizi yalıtıma, güvencesizliğe ve sürekli performans baskısına iten güçlere karşı aktif bir direnç geliştirmeyi gerektirir.
Gerçek panzehir, topluluklarımızda, işyerlerimizde ve dijital alanlarda diyalog, kolektif düşünme ve spontane aktiviteler için sahici alanlar yaratmaktan geçer. Kendi yaşamımızın “CEO’su” olma baskısından kurtulmanın yolu, riski kabul etmek, gerçek Eylem’in getirecegi özgürlüğü kucaklamak ve dayatılmış kalıplara karşı küçük de olsa ortak direniş alanları kurmaktır.
Sonuç olarak, varoluşumuzu yeniden siyasallaştırmak —yani birlikte düşünmek, birlikte konuşmak ve birlikte eylemek— neoliberalizmin sahte özgürlük vaadine verilebilecek tek gerçek yanıttır. Ortak bir dünyayı ve o dünya içindeki yerimizi geri almak, yalnızca siyasal değil, aynı zamanda varoluşsal bir eylemdir.
Kanyaklar:
Escaping the Fantasy Land of Freedom in Organizations: The Contribution of Hannah Arendt: https://audencia.hal.science/hal-03597131/file/JBE_Arendt_blinded%20manuscript_HAL.pdf
Robert Fine, The Equivocations of Politics: On Significance of Totalitarianism in Hannah Arendt’s Political Thoughts (PDF) https://journal-redescriptions.org/articles/39/files/submission/proof/39-1-74-1-10-20190828.pdf
The Origins of Totalitarianism: https://cheirif.wordpress.com/wp-content/uploads/2014/08/hannah-arendt-the-origins-of-totalitarianism-meridian-1962.pdf