
Aaron Bastani
ABD hükümeti ve Taliban temsilcileri 2020 Mart ayında Katar’ın Doha kentinde bir barış anlaşması imzaladı. Belgede, ABD 2020 yazına kadar tüm askeri personeli Afganistan’dan çıkarma sözü verirken, karşılığında Taliban Afgan topraklarının “ABD ve müttefiklerinin güvenliğine karşı kullanılmayacağı” güvencesi verdi.
Amerika’nın Afganistan’daki savaşı, 11 Eylül’den bir aydan kısa bir süre sonra ve Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’nin Irak’ı işgal etmesinden bir yıldan fazla bir süre sonra başladı. Neredeyse yirmi yıl önce İkiz Kuleler ve Pentagon’a saldırmak için kullanılan dört uçağı kaçıran 19 adam arasında tek bir Afgan veya Irak vatandaşı yoktu.
Çoğu insan tarafından Teröre Karşı Savaş adıyla bilinecek bu ölümcül saldırılara Amerika’nın verdiği yanıtın operasyonel adı, başlangıçta Sonsuz Adalet Operasyonu idi – Afganistan’ın işgali yalnızca açılış vuruşuydu.
Başkan Bush, Dünya Ticaret Merkezi’nin çöküşünden sadece haftalar sonra “bu haçlı seferi, terörizme karşı bu savaş biraz zaman alacak” derken bu tür çatışmaların belirsiz niteliği hakkında açık sözlüydü. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Körfez’deki ABD müttefikleri, yalnızca haçlı seferi terimi hakkında değil, aynı zamanda sonsuz olduğu iddia edilen herhangi bir adalet biçiminin teolojik imaları hakkında da şüphelere sahipti. Sonuç olarak, operasyonun adı hızla biraz daha az tuhaf olan Kalıcı Özgürlük Operasyonu olarak değiştirildi.
Sonraki yıllarda Kalıcı Özgürlük, Filipinler’den Afrika Boynuzu’na (Somali Yarımadası) kadar çeşitli sahnelerde ortaya çıkacaktı, ancak kökeni Afganistan’dı. Ne de olsa El Kaide lideri Usame Bin Ladin’in üssü ve örgütün 11 Eylül saldırılarından önceki aylarda teröristleri eğittiği kamplar buradaydı. Beş yıl önce Taliban ülkenin iç savaşından baskın fraksiyon olarak çıkmıştı ve ABD hava saldırılarının başlamasından birkaç gün sonra, suçlu olduğuna dair kanıt sunulması üzerine Taliban Bin Ladin’i teslim etmeyi teklif etti – bu teklif Başkan Bush tarafından reddedildi.
Taliban’ın daha önce ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan, özellikle komşu Pakistan aracılığıyla pasif bir destek aldığı düşünüldüğünde, bu biraz şaşırtıcı. Yazar Ahmet Raşit’e göre bu destek, 1994’ten sonra Taliban’ın ülkede rakipsiz bir hakimiyet elde etmesiyle yoğunlaştı. Bunun arkasındaki mantık basitti: Taliban, bölgeye devrim ihraç etmeye hevesli olan ve kendileri de – esas olarak etnik Türkmenler, Hazaralar, Tacikler ve Özbeklerden oluşan birleşik bir cephe olan – Kuzey İttifakını destekleyen İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı bir denge unsuruydu.
ABD’nin Taliban aşırılıklarına göz yummasının bir örneği, 1995’te Herat şehrini ele geçirdikten sonra binlerce kızı okuldan atmaya başladıkları zamandı; bu, Dışişleri Bakanlığı’nın hiçbir yorum yapmadığı bir suçtu. Ülkedeki diğerlerini çok geride bırakan bu tür gerici güçlerin insan hakları ihlalleri bölgede bir “güç dengesi” sağladıkları için görmezden gelindi. Bugün hala Yemen gibi yerlerde uygulanan böylesi bir mantık, yalnızca yıkıcı sonuçlar doğurmakla kalmamıştır, aynı zamanda ABD’nin dış politika konularında insan haklarına verdiği destek yanılsamalarını da ortadan kaldırmalıdır.
‘Kalıcı Özgürlük’ en azından kısmen yerinde oldu: ABD ordusu Afganistan’da neredeyse 19 yıl aktif mücadele gördü ve orada konuşlandırılması artık ülkenin en uzun süreli çatışması olarak Vietnam’ı geride bırakıyor. 2020 Martında yaşananlara bunun ışığında bakılmalıdır, ki bunun anlamı da, siyaset veya medya kuruluşunda çok az kişinin söylemeye cesaret edebildiği tek bir kelimeyle özetlenebilir: yenilgi. Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere, kendilerinden önceki Sovyetler Birliği gibi Afganistan’da kaybetti.
Çatışmanın sonuçları genellikle hafife alınıyor veya tamamen unutuluyor. Modern çağın en büyük askeri felaketi olan Irak’taki savaşla eş zamanlı olduğu düşünülürse, bu biraz anlaşılabilir bir durumdur. Yine de maliyeti şaşırtıcı: şu ana kadar çatışmalarda 2.400 Amerikan askeri ölürken, 20.000’i de yaralandı. 456 İngiliz askeri öldü, binlercesi de kollarını, bacaklarını kaybetti ve sonsuza dek etkisini hissedecekleri psikolojik travma yaşadı. 58.000’den fazla Afgan askeri personelinin yanı sıra yaklaşık 100.000 Afgan sivili öldürüldü. Ülke, dünyanın en fakir ülkelerinden biri olmaya devam ediyor ve Taliban’ın 21. yüzyılın başlarında neredeyse ortadan kaldırmayı başardığı bir şey olan afyon üretimi tarihi zirvelerde. Sonuç olarak, komşu İran, nüfusuna oranla dünyada en fazla uyuşturucu bağımlısına sahip ülkedir. Bir tahmine göre dünyadaki eroinin %90’ı Afgan haşhaşlarından yapılıyor, bu rakam Avrupa için %95’e çıkıyor.
Hepsinden daha dikkat çekici olan, böylesi ahlaksızca bir yıkımın ve yaklaşık yirmi yıl sonra statükoyu korumanın ABD’ye 2 trilyon dolara mal olmasıdır. Peki, İngiltere? Bir tahmine göre, 2002 ve 2013 yılları arasında Afganistan’da savaşmak için 37 milyar sterlin harcadı. Bu, ülkedeki her bir hane için 2.000 sterlin anlamına geliyor.
İnsan devasa bir kamu harcamasıyla finanse edilen böylesine utanç verici bir başarısızlığın başlıca mimarlarının siyaset ve medya kuruluşları tarafından dışlanacağı ya da utançtan güncel olaylar hakkında kamuya açık bildiriler yayınlamaktan kaçınacaklarını düşünür. Yine de Donald Trump döneminde, George W Bush asla olmadığı şefkatli Cumhuriyetçi olarak yeniden parlatıldı, Tony Blair – ve David Blunkett’ten Peter Mandelson’a kadar çeşitli Yeni İşçi hortlakları – genellikle Brexit ya da Jeremy Corbyn’e muhalefet aracılığıyla eski itibarlarına kavuşmaya çalıştı. Bunlardan birisi, Lisa Nandy’nin liderlik kampanyasına önemli bir bağışta bulunan İşçi Partisi’nin eski Savunma Bakanı John Reid. 2006’da Helmand’a 3.300 askerin konuşlandırılmasını denetledi ve iyimser bir tahminle “üç yıl içinde ve tek kurşun atmadan ayrılmaktan son derece mutlu oluruz” dedi. Yine de on iki ay içinde İngiliz askerleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana herhangi bir birlik tarafından görülen en yoğun çatışmalardan bazılarında dört milyon mermi ateşledi. Peki Reid’e ne oldu? Irak ve Afganistan’da G4S danışmanı oldu ve cömertçe ödüllendirildi.
GQ için Alastair Campbell ile 2017’de yaptığı bir röportajda Tony Blair, İngiltere’nin Afganistan ve Irak’taki rolünü savundu ve koalisyonun “bu İslamcı sorunun derinliğini anlamadığı” için her iki müdahalenin de başarısız olduğunu söyledi. Yirmi yıl sonra bile, Münih Anlaşması’ndan bu yana İngiltere’nin en feci dış politika kararlarının sorumlusu olarak, Blair hala kültürel farklılıklara veya mezhepsel, dilsel veya bölgesel nüanslara kayıtsız kalıyor. “Bir diktatörü devirirseniz ve insanlara hükümetlerini seçme şansı verirseniz, bunu yapacaklarını ve gerisinin ülkeyi yeniden inşa etme meselesi olduğunu düşündük” diye ekledi. Bu tür yorumlar, 2006’da Irak ve Afganistan’a müdahalenin “sadece rejimleri değiştirmekle değil, aynı zamanda ilgili ulusları yöneten değer sistemlerini değiştirmekle ilgili” olduğu konusunda söylediklerini pekiştiriyor. Pankart rejim değişikliği değil, ‘değer değişikliği’ idi. Bu, en açık haliyle oryantalizmdir: Iraklı ve Afgan, yalnızca Batı’nın zihnindeki haliyle hiçbir şekilde fail olmaksızın ve Britanya ile Tunus gibi birbirinden uzak ülkeler için çok az farkla vardır. Diktatörü ortadan kaldırın, tıpkı bizim gibi, daha doğrusu bizim istediğimiz gibi olacaklardır. Ne de olsa dünya tarihi, Avrupa tarihi için sadece bir hüsnü tabirdir – ve büyük güçlerin coğrafi sınırlarını keyfi olarak belirlediklerini de kafanıza takmayın.
En ironik olanı, Amerikalıların şu anda takip ettikleri yaklaşımın 2002’de İranlılar tarafından tercih edilmesiydi. O dönem Tahran, topraklarındaki şüpheli El Kaide figürlerini tutukladı ve Washington’a Afganistan’daki Taliban pozisyonlarını açıklayan ayrıntılı istihbarat verdi. Gerçekten de Bush yönetiminin 2001 sonlarında Afganistan’daki baş müzakerecisi olan James Dobbins, 11 Eylül’den sonra İran’ı “son derece yardımcı” olarak nitelendirdi. Peki İran’ın ödülü ne oldu? Ertesi yıl bir ‘şer ekseni’nin parçası olarak etiketlenmek ve yıkıcı yaptırımlara maruz kalmak. Şeytani çizgi ekseninin mucidi olduğu iddia edilen David Frum, şimdi genellikle boş bir ‘Asla Trump, Asla Bernie’ oyunuyla parlatılan bir medya favorisi. Bu arada, bu işbirliği girişimlerinin merkezinde yer alan başka bir kişi, 2020 başlarında Irak’ta ABD’nin insansız hava aracı saldırısında öldürülen kıdemli komutan Kasım Süleymani’ydi. Vücudu o kadar parçalanmıştı ki, iddiaya göre sadece parmağındaki bilindik bir yüzük sayesinde teşhis edildi.
İngiltere ve Amerika’nın Afganistan’daki savaşı, Irak’ta olduğu gibi yenilgiyle sonuçlandı. Medyamız ve birçok politikacı da bunu söylemeyecek çünkü birçoğu tamamen anlamsız bir çatışmaya tezahürat yaptılar. Bugün hala televizyon ekranlarımızda, gazetelerimizde yer alıyor ve ulusal gündemi belirlemeyi sürdürüyorlar. Durum böyle olduğu sürece, muhtemelen aynı hataları tekrar tekrar yapmaya mahkumuz.

Aaron Bastani, Novara Media’ya katkıda bulunan bir editör ve kurucu ortaktır.
Bu makale Novara Media’da yayınlanan İngilizce orijinalinden Türkçeye çevrilmiştir.
Çeviren: Irmak Gümüşbaş