
Çingenelerin Kuzey Hindistan’dan başlayan bin yıllık sürgün yolculuğu; kölelik tarihleri, kültürel direnişleri ve Roman kimliğinin görünmeyen yönleri…
Bu söyleşimizde, Roman halkının tarih boyunca yaşadığı dışlanmayı, taşınabilir köleliği ve günümüzde süren kimlik mücadelesini, kendisi de bir Çingene ve Roman olan araştırmacı Cumhur Ülker ile konuştuk.
Bir Sessizliğin Tarihi
Tarihin büyük sayfaları çoğu zaman güçlülerin hikâyeleriyle doludur. Ama satır aralarında, ezilenlerin, sürgün edilenlerin, sesi bastırılmışların hikâyeleri gizlidir.
Bu hikâyelerden biri de Çingenelerin (Romanların) hikâyesidir.
Türkiye’de ve dünyada milyonlarca insanı kapsayan Roman toplulukları, bin yılı aşkın süredir görünmez bir halk gibi yaşamaya mahkûm edildi. Ne tarih kitaplarında onlara yer vardır, ne de siyasal gündemlerde. Oysa bu halkın tarihi, insanlığın en uzun süren sürgünlerinden birine dayanıyor.
Kökler: Kuzey Hindistan’dan Başlayan Yolculuk
Roman halkının kökeni, tarihçilerin ve dilbilimcilerin araştırmalarına göre Kuzey Hindistan’ın Pencap ve Rajasthan bölgelerine uzanıyor.
Burada doğan topluluklar, Gazneli Mahmut’un 11. yüzyıldaki istilalarıyla birlikte parçalandı. Binlerce zanaatkâr, müzisyen ve demirci, savaş esiri olarak İran’a, Osmanlı topraklarına ve Avrupa’ya köle olarak satıldı.
Bu göç bir “gezginlik” değildi; bir sürgündü. Köle pazarlarında satılan bedenler, bir halkın hafızasına kazınmış en derin travmayı başlattı. Bu yüzden Romanlar kendilerini şöyle tanımlar: “Her yerdeyiz ama hiçbir yerde değiliz.”
Listen to “Görüş Söyleşileri” on Spreaker.Taşınabilir Kölelik: 800 Yıllık Bir Zincir
Romanların yaşadığı kölelik, tarihte benzersiz bir biçim aldı. “Taşınabilir kölelik” olarak adlandırılan bu sistem, 11. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar sürdü.
Afrikalıların köleleştirilmesinden bile uzun bir dönem boyunca Romanlar, manastırların, prenslerin, kiliselerin malı sayıldı.
Romanya’daki Eflak ve Boğdan beylikleri, 1400’lerden 1856’ya kadar Romanları zincire vurup, “boyarların malı” olarak çalıştırdı.
Kadınlar zorla hizmetçi yapıldı, erkekler küreklere zincirlendi. İspanya’da ise 1740’taki La Gran Redada (Büyük Baskın) sırasında binlerce Roman erkek kürek cezasına, kadınlar ise zorunlu çalışmaya gönderildi. Resmî olarak kölelik kalktığında bile, toplumsal dışlanma bitmedi. Bugün hâlâ Romanya ve Balkanlarda Roman mahalleleri “getto” olarak anılıyor.
Hindistan’ın Kast Sisteminden Avrupa’nın Irkçılığına
Roman halkının tarihindeki ilk büyük kırılma, Hindistan’daki kast sistemiyle başladı.En alttaki “dokunulmazlar” (Dalitler) arasında yer alan Romanların ataları, doğuştan “kirli” sayıldılar. Bin yıl sonra, Avrupa’da da aynı zihniyet farklı bir yüzle geri döndü: Irkçılık. Balkanlardan İspanya’ya kadar Romanlar sistematik biçimde dışlandı, sürüldü, asimile edildi. Avrupa devletleri, Roman tarihini müfredatlardan bile sildi. İspanya’da 18. yüzyıldaki Roman soykırımı hâlâ okullarda öğretilmiyor; tıpkı Franco’nun faşist mirasının hâlâ konuşulmadığı gibi.
Bir Halkın Dili, Müzik ve Direniş Olarak Kültür
Roman halkının dili, Romanes, Hindistan kökenli bir dildir ama hiçbir zaman yazılı bir forma sahip olamadı. Çünkü sürgün hayatında olan bir halk için “konuşma” hayatta kalmanın tek yolu oldu. Romanes, Domari, Lomari ve Vlax lehçeleri; tıpkı halkın kendisi gibi dünyaya dağılmış ama aynı kökten gelir.
Cumhur Ülker’in de belirttiği gibi:
“Romanes’te ‘uçurtma’ kelimesi yoktur. Çünkü o kadar fakirdik ki, hiç uçurtmamız olmadı.”
Ama müzik vardı, ritim vardı, dans vardı. Ve belki de bu yüzden Roman kültürü, yaşadığı her baskıyı ezgilerle ve beden diliyle aşmayı başardı.
Flamenko, tango, oryantal danslar… hepsinin köklerinde Roman ezgilerinin yankısı vardır. Ama ne yazık ki bu da bir tür kültürel sömürüye dönüştü: Dansları, müzikleri, simgeleri alınırken, kendileri hâlâ dışlanmaya devam etti.
“Hiçbir Şey Hiçbir Şeye Ait Değildir”
Roman felsefesinde özel mülkiyet yoktur. Toprak, müzik, emek, doğa; hepsi paylaşılan şeylerdir. Bir Roman atasözü şöyle der:
“Hiçbir şey hiçbir şeye ait değildir.
Hiç kimse hiç kimseye ait değildir.”
Bu düşünce, sadece bir yaşam biçimi değil, bin yıllık direnişin özüdür. Mülkiyetin olmadığı bir dünyada sömürü de anlamını yitirir. Belki de bu yüzden Romanlar, kapitalist düzenin en “dışında” kalan halklardan biri oldular — ve bu onları sürekli ötekileştirmenin de bahanesi hâline geldi.
Bugün Avrupa’da 10 milyondan fazla Roman yaşıyor. Ancak hâlâ “kayıt dışı” sayılan yüz binlerce insan var. Cumhur Ülker’in ifadesiyle:
“Bizim yaşayan hayaletlerimiz var.”
Bu insanlar ne nüfusta, ne eğitim sisteminde, ne de sosyal politikada görünür. Irkçılıkla, yoksullukla, kimliksizleştirme politikalarıyla baş etmeye çalışıyorlar.
Tarih boyunca “hırsız”, “serseri” veya “gezgin” damgası vuran sistem, bu halkı hep sabit bir önyargının içinde tuttu.
Oysa gerçek şu: Romanlar hiçbir zaman sadece gezgin değil; direnen, çalışan, üreten bir halktı.
Unutulmuş Bir Halkın Hatırlanışı
Roman ve Cingene halkının hikâyesi, yalnızca bir etnik grubun değil, insanlığın vicdan sınavıdır. Kölelikten müziğe, sürgünden sanata uzanan bu tarih, bize şunu hatırlatır:
Kültür, ancak özgürlükle anlam kazanır.
Bugün Romanların yaşadığı dışlanma, tarihsel bir “tesadüf” değil; sistematik bir görmezden gelmenin sonucudur. Ama hâlâ umut vardır:
Her flamenko notasının, her keman ezgisinin içinde, bin yıllık bir halkın direnci yankılanmaya devam ediyor.