
“Bir kitap, yürekten yazılmışsa ancak o zaman başka yüreklere ulaşabilir.”[1]
Bafra T-Tipi Kapalı Hapishanesi’ndeki Haydar Demir’in, ‘Kokulu Rüzgâr’[2] başlıklı kitabında ye alan öyküleri okuyunca Charles Bukowski’nin, “Derin hakikâtlerin, yazmanın… sırrı sadeliktir. Hayat sadeliğiyle derindir,” sözünü anımsamamak mümkün değil.
Kolay mı?
Ulucanlar Zindanı’ndaki 19 Aralık 2000 harekâtı ardından Ankara Numune Hastanesi’ne sevk edilen; Türkiye Komünist İşçi Partisi davasından tutuklulu ve 22 Nisan 2001’de ölüm orucunun 182. gününde kaybettiğimiz Hatice Yürekli’ye (32) ithaf ettiği; yapıtın arka sayfasındaki, “Yaşamının büyük kısmı ‘içeride’ geçse de ‘dışarıya’ ve orada yaşananlara hiç de kayıtsız değil Haydar Demir… Kendi ‘içerde’ olsa da dili özgür, kalemi kıvrak onun. Beyni ise firarda anlaşılan,” betimlemesindeki üzere hakiki, etkileyici bir üslûbu var yazarın…
Satırlarında Anton Çehov’un, Maksim Gorki’nin, Nikolay Gogol’un, Ursula Le Guin’in, Ernest Hemingway’in, Jack London’un, John Steinbeck’un, Jose Luis Borges’in, Samuel Beckett’in esintileri var sanki.
* * * * *
Ömer Seyfettin gibi “Olay”; Anton Çehov ya da Sait Faik Abasıyanık gibi “Durum” öykücülüğüyle gerçek veya gerçeğe oldukça yakın olaylar ve durumları anlatıyor.
İnsan(lık)ın ön planda olduğu olaylar ile durumları yorumlayan yazar, yalın bir dille insanî ilişkileri anlatıp sergilerken; gerçek ile hayal dünyası arasında durup hakikât ile yüzleşerek, hikâyelerin yaratıcı gücünü ortaya koyuyor.

“Haydar Demir; 1967 Ankara doğumludur. Hacettepe Üniversitesi Türkoloji Bölümü’nü bitirmeden ayrılıp metal sektöründe çeşitli fabrikalarda işçi olarak çalıştı. 1999 yılında İskenderun’da tutuklandı ve müebbet “ceza” aldı. 25 yıldır…
Öykü ve şiirleri başta Evrensel, İnsancıl ve Berfin Bahar olmak üzere değişik dergilerde yayımlandı. Şiirleri iki ayrı hapishane antolojisinde yer aldı. İlk öykü kitabı “Makine” Evrensel Yayınları’ndan çıktı. Bu kitap, Abdullah Baştürk anısına düzenlenen İşçi Edebiyatı Yarışması’nda, öykü dalında ödüle layık görüldü. Demir, öykü ve şiir çalışmalarına devam etmektedir.”
İnsan(lık)a umut verip motivasyon sağlayan hikâyenin ilkin destanlarla ortaya çıkmış olması elbette şaşırtıcı değil. XIX. yüzyıl yazarlarından Guy de Maupassant ile Anton Çehov’un hikâye tarzını ortaya çıkar(t)mış olması da öyle…
Öykü ya da hikâye dediğin, yüreği atan, sözleriyle katman katman açılan kısa edebiyat türü olarak bir süreci işler; ve denilebilir ki edebiyatın serseri çocuğudur. Ruhu ve doğası gereği muhaliftir. İnsanın önce kendi ezberini bozduğu bir başkaldırı; emeğin bir türüdür. Yani kadının, çocuğun, işçinin, doğanın…
* * * * *
Denilebilir ki yaşama dokunan yazar emekçileri, ezilenleri muhtelif yanlarıyla irdelerken; “Hayat hakkında yazabilmek için önce onu yaşaman gerek,” diyen Ernest Hemingway’i doğruluyor…
Yazar kahramanlardan, yoksullardan ve korkaklardan, vazgeçip ihanet edenlerden; direnenler yanında teslim olanlardan; yani Nâzım Hikmet’in, “Onlar ki toprakta karınca,/ suda balık,/ havada kuş kadar/ çokturlar;/ korkak,/ cesur,/ cahil,/ hâkim/ ve çocukturlar/ ve kahreden/ yaratan ki onlardır,” dizelerindeki gerçek insanlardan kareler sunuyor bizlere…
Örneğin “Kokulu Rüzgâr”da (s.7) mevsimlik tarım proleterlerini, yoksul köylüleri, oğlu gözaltındaki Kadir’in acılı babasıyla, “Artık siyasi davalara bakmayan” avukat Celal’i…
“Kamyonda” (s.17) “askere gidecek” Erkan’ın, Kerim abisinin kadını metalaştıran “olağanlığı”yla yiten masumiyetini…
“Pazaryeri”nde (s.31) gündelik insan(lık)ın “Ben okumayı sevmem ya hayrım dokunsun size… Sizin dergilerde yazı çok, resim az,” diyen hâlleriyle siyasetin sorunsalını…
“Önyargı”da (s.77) “Duvar yazılamanın heyecanı”nı…
“Kuma”da (s.95) kadın(lık) meselesini…
Daha neler neler…
* * * * *
Toparlarsak: Öykü anlatılamayanı anlatmak, sözcüklere daha önce verilmemiş anlamları yükleyerek düşündürmektir.
O, kuşun kanatları gibidir. Bize yaşamadığımız, yaşayamadığımız ya da yaşayıp da farkına varmadığımız hayatları sunar.
Bu hâliyle de yüzümüzde tutulmuş bir aynadır; yaşamı mümkün olduğu kadar gerçek kılma çabasıdır.
Toplumdaki bozulmalara, yabancılaşmalara karşı mücadeledir. Yaşamın sınırlarını zorlayıp, yeni bir yaşam beklentisi yaratandır.
Görünmeyeni gösteren mikroskoptur; hakikâtlerin hayalle süslenmesidir.
Yazar bunları düşündürdü bize…
Özetin özeti: “Sezar’ın hakkı Sezar’a” derler ya… Satırlarıyla öykücülüğün hakkını vermiş Haydar Demir…
Çünkü onun anlattığı, dillendirdiklerinin ötesinde, çok daha fazlasını içeriyor; Paul Auster’in, “Öyküler ancak onları anlatabilecek olanların başından geçer demişti biri bir gün”;[3] Julio Cortázar’ın, “Roman puan toplayarak kazanır; öyküyse nakavtla kazanmak zorundadır,” ifadelerini doğrularcasına!

Akademisyen, antropolog, yazar, çevirmen, aktivist. 1956 yılında İstanbul’da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’nden mezun olduktan sonra Fransa’ya giderek, üç yıl süresince Fransa’da dil ve Paris VII ve Paris Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü’ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun; 1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasını da aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun’un çok sayıda çeviri ve telif eseri bulunmaktadır. Telif eserlerinin çoğu Temel demirer ve diğer yazarlarla birlikte kaleme aldığı kolektif çalışmalardır.

Yazar, aktivist. 1954, Kale Mahallesi / Çorum doğumlu. Baba adı Kemal, anne adı Necla’dır. Eserlerinin çoğu Sibel Özbudun ve diğer yazarlarla birlikte kaleme aldığı kolektif çalışmalardır. Kitapları dışında kendisi hakkında yeterli bilgi bulunamayan Temel Demirer, kendisini şöyle anlatır:
“Kendimden söz etmenin pek anlamlı ve “şık” olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm… Ne yazacağımı kestiremedim. Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım… “İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil” diyen(lerden); dünyaya aşağıdan bakan(lardan); kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan); yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan) ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden); sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden); bir afet-i devrana aşık olan(lardan); hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan) ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim… Ve nihayet halen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım.”
N O T L A R
[*] Kaldıraç Dergisi, No:284, Mart 2025…
[1] Thomas Carlyle.
[2] Haydar Demir, Kokulu Rüzgâr, Favori Yay., 2024, 191 sahife.
[3] Paul Auster, Kilitli Oda, çev: Yusuf Eradam, Metis Yay., 1991.