
Chloe Koffman
Bob Hawke, Avustralya’nın neoliberal dönemini tahkim eden başbakan olmadan önce, bir sendikal hareket yetkilisi ve Amerikan yetkilileri için çalışan bir muhbirdi.
Bob Hawke, Avustralya siyasi tarihinin bir devidir. Ülkenin en popüler liderlerinden biri olan Hawke, dalgacı kişiliği, arkadaşları ve muhalifleri arasındaki şamatacılığıyla birleştiğinde, siyasi yelpazenin her kanadındaki insandan hayranlık ve saygı görüyordu. 1970’lerde, endüstriyel anlaşmazlıkları başlatmak yerine bitirmeye odaklanan, bira içen, dürüst konuşan bir sendika lideri olarak önemli bir siyasi popülariteye sahipti. Yaklaşımı sol sendikaları kızdırsa da, işverenlerin ve Avustralya İşçi Partisi’nin (ALP) sağındakilerin kendisine saygı duymasını sağladı, bu da parlamento başarısına ve nihayetinde 1983’te Başbakan olarak seçilmesine yol açtı.
Hawke yönetimi, seçilmesinin ardından Margaret Thatcher ve Ronald Reagan’ın politikalarını izleyerek Avustralya ekonomisine bir “ekonomik rasyonalizm” programı getirdi. Sağcı mevkidaşlarının aksine, Hawke, sendika bürokrasisinin de uzlaşmasıyla birlikte, piyasa önderliğindeki bir dizi reformu yürürlüğe koyarak, Avustralya dolarını dalgalandırarak ve sendika gücünü dizginleyerek neoliberalizmi Avustralya kıyılarına getirenin İşçi Partisi olmasını sağladı. Bu program, ulusal düzeyde işçilerin konumunu zayıflattı, bir sonraki İşçi Partisi hükümeti döneminde kapsamlı bir özelleştirmeye yol açtı ve şüphesiz bugün Avustralya’daki işçilerin karşı karşıya olduğu berbat konumun zeminini hazırladı.
Bununla birlikte, Hawke’ın iktidara yükselişi hakkında daha az bilinen şey, onun ABD ile yakın ilişkisi ve bir sendika figürü olduğu süre boyunca muhbir olma durumudur. Yeni bir akademik makale, Hawke’nin 1973 ve 1979 yılları arasında ABD’li bir muhbir olarak rolünü özetliyor. Kendisi ve ABD devlet yetkilileri arasındaki diplomatik yazışmaların ayrıntıları, Hawke’nin sendikaları pasifize etme, işçi hareketini ‘ekonomik rasyonalizme’ yönlendirme ve 1970’ler boyunca, özellikle Frank Sinatra’nın 1974’te şehre gelmesiyle ortaya çıkan ünlü rehine olayında, Amerikan karşıtı duyguları bile sakinleştirmedeki becerisini ortaya çıkarttı.
Hawke ve ABD
ABD’li yetkililer, Hawke’ı denizaşırı ülkelerdeki ekonomik ve siyasi çıkarlarını korumanın önemli bir parçası olarak belirlemekte haklıydı. Yükselmeden önce, 1969-1980 yılları arasında Avustralya Sendikalar Konseyi’nin (ACTU) Başkanıydı ve on yıldan uzun bir süre önce sendikanın ilk maaşlı araştırmacısı olarak çalışmaya başlamıştı. “Modernleştirici” bir figür olarak Hawke, komünizm karşıtlığı ve endüstriyel çatışmalara karşı isteksizliği nedeniyle sendika solcularının şiddetli muhalefetiyle karşılaştı.
Hawke’nin yaklaşımı tartışmalıydı. O zamanlar Avustralya, gelişmiş dünyada en yüksek endüstriyel eylem oranlarından birine sahipti ve 1974 yılında 6.300.000’den fazla iş günü grev nedeniyle kaybedilmişti. İnşaat İşçileri Federasyonu (BLF) gibi sendikalar, işçi sınıfı mahallelerini savunmak için milyarlarca dolarlık kentsel dönüşüm projelerini geciktirirken, diğer sendikalar yıllık ücret artışları kazanıyor ve işyerlerinde önemli güce sahip oluyorlardı.
Ancak, sendika bürokrasisinin sağ kanadı ve Avustralya İşçi Partisi (ALP) bu dizginsiz kolektif güce direnmek istedi. “Stagflasyon krizi” ve artan ekonomik istikrarsızlık zemininde, Hawke, 1973’te Federal Avustralya İşçi Partisi’nin Başkanı seçildiğinde radikal sendika faaliyetleri üzerinde ılımlı bir etki olarak kabul edildi ve iki taraf arasındaki uçurumu kapattı.
Hawke, kesinlikle işçi hareketinin sağ kanadında olmasına rağmen, Güney Afrika’da ayrımcılığa karşı çıkmak ve eşit ücret kampanyalarını desteklemek de dahil olmak üzere bazı radikal duruşlar sergiledi. Ancak perde arkasında, Hawke siyasi güç toplamaya başladıkça, sendikaları Avustralya’nın ekonomik gerilemesi konusunda günah keçisi haline getirdi ve Avustralya işçi sınıfı hareketi hakkında Amerika’ya bilgi verdi.
Muhbir Başbakan
1973 ve 1979 yılları arasında Hawke, endüstriyel ilişkiler, işçi hareketi, Whitlam ve Fraser hükümetleri ve sendikal faaliyetler hakkında diplomatik yazışmalar aracılığıyla Amerikalı yetkililere hayati bilgiler sağladı. Avustralyalı siyasi figürlerin ABD’li diplomatlarla iletişim kurması alışılmadık bir durum olmasa da, Hawke, Avustralya işçi hareketiyle yakın ilişkisi nedeniyle eşsiz bir bilgi kaynağıydı.
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Ulusal Arşivler ve Kayıtlar İdaresi’nde (NARA) yayınlanan bir dizi diplomatik yazışma, Hawke’ın yetkilileri, Avustralyalı sendikacıların tehdidi altındaki Amerikalı üreticiler ve işletmeler hakkında bilgilendirdiğini gösteriyor. 1973’te Amerikan kaynaklarına Batı Avustralya’daki bir deniz iletişim üssünde olası bir anlaşmazlık hakkında bilgi verdi. Şakacı bir şekilde “benim belagatım” olarak adlandırdığı şeyde Hawke, bir anlaşmazlığı önlemek üzere gayri resmi olarak müdahale etmek için müzakere becerilerini ve nüfuzunu kullanmayı teklif etti ve üsteki işçilerin militanlığı hakkında endişelerini dile getirdi.
Başka bir örnekte Hawke, Büyükelçi Marshall Green’i Ford Motor Company’deki olası endüstriyel eylem konusunda uyardı. Hawke, ABD’nin Endonezya Büyükelçisi olarak 1965’te Komünist ya da aynı yolun yolcusu olduğu iddia edilen 1.000.000 Endonezyalı’nın katledildiği soykırımda rol oynayan Green ile samimi ve düzenli temas halindeydi.
Sendika faaliyetlerini baltalamak ve ABD çıkarlarını korumak, Hawke’nin Amerikalılarla olan yakın ilişkisinin sağladığı tek fayda değildi. Yetkililer, Avustralya hükümetinin Keynesyen ekonomiyi terk etmesi yönündeki arzularını iletmişlerdi – Hawke 1983’te yüksek göreve geldiğinde bu süreç çoktan başlamıştı. Yetkililerin Hawke’nin tam anlamıyla bir neoliberale dönüşmesi üzerindeki etkileri, belgelerle kanıtlanıyor.
1970’lerin başında, Hawke, tam istihdamı işçi hareketinin temel talebi olarak göstererek, işsizliğin yükselen enflasyona karşı savaşmak için kullanılması önerisine karşı çıkmıştı. Bununla birlikte, on yılın sonunda ve ABD’li yetkililerle yıllarca süren gizli görüşmelerden sonra, Hawke enflasyonu kontrol etmenin bir yolu olarak ücret kısıtlamasını destekledi ve sendikaların ücret taleplerini kısıtlamaya çalıştı. 1974 kadar erken tarihlerde Amerikalılarla iletişiminde Hawke, sendikaların artan enflasyondan sorumlu olduğuna inandığını ve ACTU’nun (Avustralya İşçi Sendikaları Konseyi) ücret kısıtlaması konusundaki tutumunu yumuşatmaya çalıştığını açıkladı.
Hawke İşçi Partisi’nin saflarında yükselirken Amerikan etkisi gücünü sürdürdü ve 1983’te Fiyatlar ve Gelirler Anlaşması’nın uygulanmasıyla tam olarak meyvesini verdi. Bu, sendika liderlerinin de kabul ettikleri, enflasyonu düşürmek karşılığında ücret taleplerine kısıtlamalar getiren, sendikalar, ACTU ve Hawke yönetimi arasında yapılan bir anlaşmaydı. Başlangıçta, Anlaşma, emeklilik maaşının kaldırılması ve Medicare’in (Sağlık Sigortası) yeniden başlatılması gibi sosyal güvenlik mekanizmalarında değişiklikler vaat ediyordu, ancak kısa süre sonra neredeyse tamamen ücretlerin baskılanmasına dönüştü.
Büyük bir zaferle Başbakan seçildiğinde, Hawke birçok sendika liderini, sendikalarının yüksek ücret talep etme imkanlarını kısıtlamaya ikna etmeyi başarmıştı. İktidara geldiğinde, Anlaşmanın yanı sıra Avustralya dolarını dalgalandırmak ve devlet hizmetlerini özelleştirmek gibi bir dizi neoliberal reform başlattı. Bu reformların yanı sıra, Hawke’nin radikal BLF’nin (İnşaat İşçileri Federasyonu) kapatılmasına verdiği destek ve sendika militanlığına yönelik genel bir baskı, kısıtlayıcı sendika karşıtı mevzuatın getirilmesinin yolunu açtı.
Hawke, Başbakan olarak görev süresinin sonunda, kuşkusuz ABD yetkilileriyle olan deneyiminden etkilenerek, Avustralya ekonomisinin ve işçi hareketinin dönüşümünü sağlamıştı. Gizliliği kaldırılmış CIA raporları, başarısının Amerikalı yetkililerce olumlu karşılandığını gösteriyor; 1984 tarihli bir raporda, Hawke’nin lider olarak ilk yılında “ılımlılık ve pragmatizm” gösterdiği belirtiliyor ve “yerli ve uluslararası ticaret topluluklarını memnun etmeyi amaçlayan” ekonomik politikaları övülüyordu.
Ekonomik reformlarına ek olarak, Hawke, 1970’lerin ortalarında yükselen Amerikan karşıtı duyguların yatıştırılmasında da kilit rol oynadı. ABD’ye yönelik olumsuz tutumları bastırma çabaları, hem ABD’li yetkililerle ilişkisini, hem de mavi yakalı Avustralyalıların şamatacı savunucusu olarak kamusal rolünü ve asabi bir Amerikalı şarlatanı iç içe geçiren bir olayda doruğa ulaşacaktı.
Frank Sinatra’nın Başı Dertte
Frank Sinatra Temmuz 1974’te ‘Ol’ Blue Eyes Is Back’ sahnelere dönüş turnesinin Avustralya ayağına ulaştığında, kariyerinin zirvesini çoktan geride bırakmış ve kısa ömürlü bir emekliliğin tadını çıkarmıştı.
Buna rağmen, önceki konserleri Avustralya’daki popülaritesini kanıtlamıştı ve Melbourne’de iki, Sidney’de üç gösteri olmak üzere beş günlük bir turneye çıkmaya hazırlanıyordu.
Avustralya basını tura çılgınca bir ilgi gösterse de, Sinatra geldikten sonra herhangi bir röportaj vermeyi veya basın toplantısı düzenlemeyi reddetti. Şarkıcı zaten eskiden beri basına karşı nefret duyuyor, sık sık özel hayatının ihlal edildiğini iddia ediyor ve bazen gazetecilerle şiddetli kavgalara giriyordu. Öfkesi, özellikle mafyayla olan köklü bağlarını yüzüne vuranlara yönelikti; özellikle kadın gazeteciler, şarkıcının kadın düşmanı karalamaları ve patlamalarının hedefi haline gelmişti.
Yılın en büyük müzik etkinliklerinden biri hakkında yorum yapma konusundaki isteksizliği, mafya bağları ve çeşitli aşk kaçamaklarının belgelenmesiyle ilgili birkaç hikayenin ‘Sinatra’nın Metresleri’ başlığıyla yayınlanmasına yol açtı. Sinirlenen Sinatra, ilk Melbourne gösterisini Avustralya basınına yönelik sert açıklamalarla açtı:
“Sürekli bizi izliyorlar. Bütün gün kaçmak zorundayız. Her şeyi alıp karşılığında hiçbir şey vermeyen asalaklar… Basında çalışan kadınlarsa, basının fahişeleri. Onlara bir buçuk dolar teklif edebilirim. Emin değilim.”
Sinatra’nın yorumları anında basında yer buldu ve haklı olarak sendika hareketinin dikkatini çekti. Kadın hakları hareketi, eşit ücret mücadelesinde birçok sendikanın ve Hawke’in kendisinin de desteğiyle Avustralya’da yükselişe geçmişti. Avustralya Gazeteciler Sendikası’nın (AJU), Sinatra’dan sözleri için özür dilemesini istemesi şaşırtıcı olmadı.
Bu anlaşmazlığı duyan Avustralya Tiyatro ve Eğlence Çalışanları Derneği’nden tiyatro çalışanları ikinci Melbourne gösterisini hemen iptal etti. Sinatra’nın kaldığı oteldeki sendikalı işçiler, AJU’daki yoldaşlarıyla dayanışma içinde bagajlarına el sürmeyi veya Sinatra’nın grubundaki herhangi birine hizmet etmeyi reddetti.
Mekansız kalan ve otel çalışanlarının düşmanlığını kazanan Sinatra ve ekibi Sidney’e gitmeye çalıştı, ancak Ulaştırma İşçileri Sendikası’nın (TWU) özür dileyene kadar özel jetine yakıt ikmali yapmayı reddettiğini gördü. Sonunda, takma isimler altında gizlice Sidney’e uçmayı başardılar, ancak vardıklarında Sidney gösterilerinin de sendikalı tiyatro çalışanları tarafından iptal edildiğini gördüler. Sinatra’nın seyahatini duyan TWU, daha sonra Sinatra’yı taşıyor olabilecek herhangi bir ticari uçak veya pilota yakıt vermeyi reddetti ve onu fiilen mahsur bıraktı.
Görünüşe göre basında sağlam bir duruş sergileyen Hawke, Sinatra’nın rehineliğe benzer durumunun ciddiyetini pekiştirdi ve Sinatra’yı “özür dilemezseniz, ülkede kalışınız süresiz olabilir” diye uyararak, “Su üzerinde yürüyemediğiniz sürece Avustralya’dan ayrılmanıza izin verilmeyecek,” dedi.
Nispeten küçük bir mesleki anlaşmazlık olarak başlayan şey, tam bir diplomatik krize dönüştü. Belki de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, anlaşmazlığı çözebilecek tek kişinin Hawke olduğu varsayıldı ve Sinatra’nın avukatı ve ABD Başkonsolosu Norman Hannah ile müzakereye gönderildi. Sinatra’nın sığındığı otelde bir araya gelen taraflar görüşmelere başladı.
Hawke’ın çekiciliği ve ikna kabiliyetiyle ilgili hikayenin, medyaya yansıyan müzakere haberlerinde epeyce yer aldığı görülüyordu. Görüşmeler dört saatten fazla sürdü ve on beşe kadar sendika temsilcisi katıldı. Sadece bir kutu puro ve bir şişe Courvoisier ile desteklenen müzakereler, Sinatra’nın “Avustralya medyasının çalışan üyelerinin ahlaki karakteri hakkında genel bir düşünce belirtmediği” cümlesiyle sona eren bir bildiri imzalamayı kabul etmesiyle sona erdi. Açık bir özür olmasa da bir sonuca varıldı ve sendikalar eylemlerini sonlandırdı.
İkili ilişkilere hiçbir zarar gelmemesini sağlamanın yanı sıra hakarete uğrayan işçilere kısmen de olsa haklarını veren açıklama, popüler Hawke için başarılı bir senaryo gibi görünüyordu. Ancak diplomatik yazışmalar gerçeğe ışık tutuyor. ABD’li yetkililer, müzakerelerden saatler önce grevi sona erdirmek için onunla zaten anlaştıkları için, Hawke hiçbir zaman özür dilenmesi için uğraşmadı.
‘Müzakereler’ ve Hawke’ın Sinatra’nın otelinin basamaklarında okuduğu pişmanlık ifadesi, açıklamaya dramatik bir etki eklemek için eklenmiş gibi görünüyor. Müzakerelerin gerçekten gerçekleşip gerçekleşmediği veya Hawke’ın Amerikalı diplomatlarla olan rahat ilişkisinin bir sonucu olarak önceden bir anlaşmanın sağlanıp sağlanmadığı belirsizdir, ki bu muhtemel senaryo gibi gözüküyor.
Avustralya’nın işçileri geçiciliğe ve güvencesizliğe karşı korumaya yönelik modern mücadelesi, sendikal gücün yokluğu tarafından baltalandı. Hawke’ın hem bir sendika figürü olarak hem de daha sonra Başbakan olarak müdahalelerinin Avustralya’da neoliberalizmi sağlamlaştırmaya yardımcı olduğu yaygın olarak anlaşılsa da, bu yazışmalar Hawke’nin ABD liderliğindeki daha geniş bir küresel girişimin ulusal işçi sınıflarının özgüvenini yok etme amacının bir parçası olduğunu ortaya koydu..
Amerikalı yetkililer, Avustralya’yı günümüzde yaygın olan parçalanmış ve güvensiz işyerlerine giden yola sokmakta önemli bir rol oynamış olabilir. Bob Hawke, işçilerin sözde savunucusu rolünü üstlendikten sadece yıllar sonra, yeni bir neoliberal çağı başlatmak için kendi sosyal demokrat politikalarından vazgeçmişti. İşçileri korumakla görevlendirilenler bunun yerine muhbirlere dönüştürüldüğünden, halkın işçi hareketine olan güveninin izleyen on yıllar boyunca paramparça olması şaşırtıcı değil.

Chloe Koffman, Momentum için çalışıyor ve bir Genç İşçi aktivisti.
Bu makale Tribune’da yayınlanan İngilizce orijinalinden Türkçeye çevrilmiştir.
Çeviren: Irmak Gümüşbaş