– TA: Bize biraz da 2000’li yılları anlatın. Küresel çapta solun ideolojik bir krizi olduğunu düşünüyor musunuz? Burada Antonio Gramsci’nin ünlü sözüyle ifade etmek gerekirse “Kriz eskinin ölmesi ve yeninin doğamaması olgusundan ortaya çıkar. Bu geçiş döneminde (interregnum-fetret devri) birçok hastalıklı olgu ortaya çıkar.”
Kanımca çift boyutlu çok derin bir krizle karşı karşıyız. Tarihte böyle çift boyutlu başka bir kriz var mı? Bilmiyorum! Kapitalizmin büyük bir krizde olduğu aşikâr ama kapitalizme alternatif üretecek sol da krizde. Peki nereye varacak bu gidişatın sonu?
“Küresel çapta solun ideolojik krizi” nedir, nasıldır bil(e)mem. Ancak “sol”, sol gibi olabilseydi böyle ol(a)mazdı. O hâlde “sol” olmayan yeni sağcılığa niye kafa yoruyorsunuz ki?
Gelelim “sosyalizmin krizi iddiası”na(?!)
Orta yerde “sosyalistlerin krizi”, “komünistlerin öndersizlik problemi” olduğunu inkâr edemem; ama bu hâl niye sosyalizme ciro ediliyor ki?
İşçi sınıfı hakikâtine aldırmayanların “post” veya “radikal demokrasi” zırvalarının “günah çıkarma seansları”nın devrimcilikle hiçbir alâkâsı yoktur, olmamıştır da!
Burada bir parantez açıp ekleyeyim: Neo-liberal “iddialar”daki üzere “bir anomali” görenleri tarihin tekzip ettiği üzere tüm devrimler özü itibariyle Ekim Devrimi’nin doğrulanmasıdır.
Karl Marx, Frierich Engels, V. İ. Lenin bir bütündür.
Bunları atlamadan; olup bit(mey)en açısından yaşanan deneyim açısından soru(n) olması gereken biçimde ideolojinin siyaseti biçimlendirmesi yerine; pragmatik biçimde siyasetin ideolojik hattı gütmesi oldu. (“Barış içinde bir arada yaşama”, “Konverjans teorisi”, “Halkın Devleti” vs… Bu hâle ilişkin çok eskilerde İttihat ve Terakki şefi Enver Paşa da, “Mefkûreler gerçekleşmeyince, gerçekleri mefkûreleştirmek gerekir,” dermiş; biz buna reel-politikerliğin pragmatizmi derdik!)
Bu kapsamda bir “Meydan Okuma” olarak Ekim Devrimi’nin “siyasal planda yenilmiş olduğu varsayımı”na, kesinlikle katılmıyorum!
Sektörel Reel Sosyalist Ülkeler Topluluğu’nun likidasyonu ile yenilen Ekim Devrimi’nin ülküleri ve pratiği değildi; başka bir şey, yani başkalaşan bürokratik deformasyonun kaçınamadığı sonuçlarıydı.
Bu çerçevede, eğer orta yerde “dokunulmaz doğrular” veya “tekrarlar” varsa; M-L’den söz edilemeyeceği gibi, bunun sorumlusu da M-L olamaz!
Ve nihayet: Yeni bir toplumun kurulması için V. İ. Lenin’in, “İnsanlık henüz gelişmedi ve biz henüz işçilerin, tarım emekçilerinin, köylülerin, asker temsilcilerinin sovyetlerinden daha üstün ve daha iyi bir hükümet şekli bilmiyoruz.”
“O hâlde” mi?
Zırh içindeki eskinin öldüğü; ancak yeninin gelmediği geçiş sürecinde coğrafyamızın ve yerkürenin gerçek bir işçi sınıf hareketine ihtiyacı var. Sağa mahkûmiyete itiraz ederek, düzen içi sınırlara teslim olmayıp; Ulrike Meinhof’un, “Sınıf mücadelesi temelli parlamento dışı muhalefettir.” “Eylem yeteneğimiz dışında hiç bir şeyimiz yok,”uyarısına sırt dönmeyerek; defanstan ofansa geçen tarz-ı siyaset ile…
Bu noktada “Düşmanla kurduğun her temas, eğer onu teslim almak için değilse, teslim olmak içindir,” vurgusuyla yeni bir politik ilişki öneriyoruz, ters yüz edilmiş bir politik ilişki. Hükümet görevlilerinin kumanda değil, itaat ettiği, insanların itaat etmedikleri ama yönettikleri bir biçim,” diye haykıran Komutan Yardımcısı Marcos’un…
“İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez,” saptamasıyla Antoine de Saint-Exupéry’nin…
“Ne kadar yol kat edilebileceğini, sadece çok ileri gitme riskini alanlar öğrenebilirler,” uyarısıyla Thomas Stearns Eliot’un…
“Düşünce çimen gibidir. Işığı arar, kalabalığı sever, melezlenmek için can atar, üzerine basıldıkça daha iyi büyür,” diyen Ursula Kroeber Le Guin’in yolumuzu aydınlattığı unutmadan…
“İyi de sürdürülemez kapitalizmin III. Büyük Bunalımı’nda nasıl” mı?
Yanıtı(mı): “Savaşın sonucu savaşılmadan öğrenilemez.” “Yaşa ve öğren!”[77] diyen Napoléon Bonaparte’a bırakıyorum.
“Nereye gittiğini bilmeyen, uzağa gidemez.”[78]
“Hiçbir şeye cesaret edemeyenin hiçbir şeyi olamaz.”[79]
“Dünyayı yöneten hayal gücüdür, ama hayal gücünün hedeflerini elde etmek için kullandığı araç da toplardır.”[80]
Bu yolda insan(lık)ı kurtarmak tek hedef Karl Marx’ın, “Kapitalizm sadece işçileri sömürmekle kalmaz, aynı zamanda doğayı da bir fare gibi kemirir.”
“Kapitalizm; doğanın en büyük düşmanıdır. Kapitalizmde insan sevgisi yoktur. İnsanı mekanik bir böcek gibi görür. Kapitalizm vatan sevgisi, barış istemez. Yozlaşmış, çıkarcı, cahil, beynine tecavüz edilmiş uysal köleler ister,” diye tarif ettiği ücretli köleliği nihayet erdirmektir”!
Bertell Olman’ın, “Rosa Luxembourg en güzel yanıtı vermiş; ‘Ya Sosyalizm ya Barbarlık’. Barbarlığı ilk başta faşizm olarak algıladım, ancak faşizmde bile trenler vaktinde çalışır. Barbarlık modern uygarlığın bitişi, günlük hayatımızdaki her şeyin yok olması demek. En iyi örneği çevrede yaratılan tahribatta görülüyor; kirlilik, çeşitliliğin yok olması… Sistem, kâr için hayatlarımızı yok etme hakkını kendinde görüyor”! uyarısı eşliğinde ve “Bütün imparatorluklar ya da dünya üzerindeki bütün baskı araçları kendi yıkılışlarının kaçınılmaz arifesine kadar yenilmez görünürler,” vurgusuyla Komutan Yardımcısı Marcos’un…
Ve bir şey daha: Her kriz bir imkândır (ve elbette tehdit)!
Yani karşımızda III. Büyük Bunalım ile yükselen faşizm tehdidinin, emperyalist güçler arası rekabetin körüklediği, her an genelleşme potansiyeli taşıyan vekalet savaşları varken; bunlara ek, hızlanarak derinleşen bir “iklim krizi” ve bir Covid-19 şoku… Büyük bir alt üst oluş eşiğindeyiz…
– TA: Gezi hareketi ile ‘68’liler arasında bir paralellik görüyor musunuz? İkisi de tabandan gelen harekâtlardı ve sonrasında hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Var olan siyasal partiler bu harekâtlara göre yeniden konumlandı, söylemlerini değiştirmek zorunda kaldılar gözlemlediğim kadarıyla. Sizde bazı paralellikler, benzerlikler görüyor musunuz?
‘68 Paris ayaklanmasından 45 yıl sonra Taksim Meydanı’ndan başlayarak tüm coğrafyamıza yayılan Gezi/ Haziran başkaldırısı, “Başka türlüsü mümkün” diyen halk hareketiydi.
‘68 ile ortak yönleri “yeni”yi arayan itiraz hareketleri olmasıydı.
Her ikisi de (farklı çaplarda olsalar da!) toplumsal halk hareketliliğiyle karakterize oluyordu; kendiliğindendi ve bir birikimin sonucuydu.
İktidar(lar)ın tahammül sınırlarını zorlamasıyla patladı söz konusu birikim(ler), başkaldırı tarihine önemli örnekler oluşturdular.
Var oluşlarıyla Yaşar Kemal’in, “İnce Memed ağayı öldürmeye gittiğinde, ‘Beni öldürmen neye yarar, bir ağa gider, yerine başka biri gelir,’ demişti ağa. ‘Olsun,’ diye karşılık vermişti İnce Memed, ‘Benim yerime de başka bir İnce Memed gelir’…” satırlarında ifade ettiklerine denk düşen ‘68 ile Gezi/ Haziran’ın aslî özelliği ezilenlerin kolektif itirazı olmasıydı.
Hem de Karl Marx’ın, “İnsanlar, tarihlerini kendileri yaparlar ama bunu, kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan verili olan ve geçmişten miras kalan koşullar içinde yaparlar,” deyişindeki üzere…
Evet O(nlar); farklı parçaların bir bütün, farklı güçlerin bir bileşke kuvvet oluşturması hâlidir; halkların kolektif sesi, kolektif iradesi ve alternatif yaşam örneğidir; tarihsel bir derstir.
Eyleme geçmiş hâldeki kitlelerin tarihi inşası ve yaşayan bir olgudur; hâkim anlayış dayanışmadır.
Gezi/ Haziran’da 8 ölü, 8500 yaralı vardı. 14 kişinin gözü çıktı. Yüzlerce kedi köpek telef oldu. Kuşlar öldü. Evde oturduğu hâlde gaz yediği için astım krizi geçiren kayda girmeyen insanlar vardı. Vb’leri…
Ancak her türlü baskıya karşın Gezi/ Haziran isyanı ile başlayan süreç asla kapanmadı. O, çok farklı bayrakları, sadakatleri, emekçi sınıfların farklı kesimlerini kendiliğinden bir araya getirdi; bunun ne kadar muhteşem bir güç olabileceğini gösterdi. Egemenler de ondan çok korktular.
2013 Haziran’ında yaşanan Gezi/ Haziran’ın bir “orta sınıf hareketi” olduğu çarpıtmasına sarılındı. Dolayısıyla sınıfsal/ proleter bir karakteri olmadığı ileri sürüldü.
Söz konusu “iddialar”a Marksist-Leninist perspektifle bakarsak, orta sınıflar terimini ciddiye almak mümkün değildir. Dikkat edin: “Terimine”, diyorum; “Kavramına” değil! Zira, Amerikan siyaset bilimi gevşekliğinde kullanırsak, “orta sınıflar”ın tanımlanması o kadar güçtür ki, bu ifadenin “kavram” mertebesine layık olmayan iki sözcükten ibaret olduğunu görebiliriz.
Hızla ilerlersek: ‘Gezi Hukuki İzleme Grubu’nun hazırladığı ‘Gezi Raporu’nda, “Türkiye’nin giderek otoriter, hatta totaliter rejime doğru hızla yol aldığı” belirtilirken;[81] “Muhalefetin siyasi iktidar tarafından şiddetle bastırılmaya çalışılması, temel hak ve özgürlüklerin sürekli bir şekilde ihlâl edildiği, hukuk devleti ve demokrasiyle bağların koparıldığı bir siyasi ortam yaratılmıştır… Toplumsal muhalefetin tekrar canlanmasını önlemek amacıyla ifade ve örgütlenme özgürlüklerini kısıtlayıcı yeni düzenlemeler ivme kazanmıştır. Özgürlükler alanı daralırken, yasalaşma aşamasında olan iç güvenlik paketiyle kolluğun yetkileri genişletilmek istenmektedir,”[82] denilmesi boşuna değildir!
Çünkü o günlerden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Gezi/ Haziran benzersiz bir tecrübe olarak muhalefetin kendisine yeni bir dil, yeni bir üslup geliştirmesinin yolunu açıp, unutulmaz bir kilometre taşı oldu.
Özetin özeti: Hepimize Bhagavad Gita’nın, “Bilinç bütün varlıkların acısını kalplerimizde hissedebilmemizdir,” sözünü anımsatan Gezi/ Haziran (‘68 gibi) ezilenlerin başkaldırısı için muazzam derslerle dolu bir deneyimdi. Bu “deneyim”i, mevcut hâli dönüştürecek aygıtları oluşturma yolunda kullanabilmek ise, hâlâ hepimiz bekleyen bir görevdir.