
“Her akıl, gücünün yetmediği ve idrak edemediği şeyleri inkâr eder.”[1]
Kafasını kuma gömmüş bir toplum ile karşı karşıyayız. “Burjuva Anayasası”nın en başında büyük ve kalın harflerle yazılan “temel kural”ların dahi “es” geçilip, her gün çiğnenip, yokluğa mahkûm edildiği bir “cumhuriyet”te yaşatılıyoruz!
Neden mi söz ediyorum?!
Coğrafyamızda yıpratılan, içi boşaltılan kavramlardan! Örneğin “değiştirilemez” denilen anayasal ilke “laiklik”in buharlaş(tırıl)ması gibi…
Çöküş, çürüme, yozlaşma ortamında özgürlükçü toplumsal laiklik, karanlıkların panzehri olmasının yanında, sınıfsal duruşun da vaz geçilemezidir.
Malum üzere: Sınıflı sömürücü rejimler çöker, yozlaşır ve çürürlerken; çıkışsızlık, soru(n)lar karşısında bireyden başlayarak toplumun alt tabakalarını derinden etkileyen çaresizlik, sınıf pusulasının gerçeklik ile buluşamaması, cehaletin dört yanı sarması hâli laikliği savunmanın önemini artırır ve yozlaşmanın önünü kesmenin aracı olur.
Kimilerinin inkâr ettiği, kimilerinin de ya görmezden gelip ya da “küçümsediği” laiklik, önemlidir.[2]
Çünkü siyasal İslâmcıların dini kullanmasının kronikleştiği coğrafyamızda kameralar önünde dua etmek, eline Kur’an’ı alıp kürsüye çıkmak, kamu binalarının açılışlarında elleri göğe uzatmak, besmelelerle kurdele kesmek “olağan” hâle geldi. Hatta adli yıl açılışını Diyanet İşleri Başkanı gözetiminde duayla yapmak bile sıradanlaştı. El giderek yükseltildi; din görevlilerinin ana okullarda boy göstermesi, çocukların devlet eliyle tarikatlara bırakılması, ÇEDES projesi ile okulların camileştirilmesi yolunda atılan adımlar gündemimize sokuldu. Özetle, ‘2023 Yılı Laiklik İhlâlleri Raporu’ndan[3] yüzlerce örnek vermek mümkün…
O hâlde, Émile-August Chartier’nin, “Düşünmek hayır demeyi bilmektir,” vurgusunun altını ısrarla çizerek, laikliğin ne olduğunu döne döne anlatmak ve onu toplumsallaştırmak gerekiyor.
Malum: “Laik” sözcüğü, Yunanca “laikos”tan gelmektedir, “halktan olan kimse” anlamında kullanılmaktaydı. Ortaçağ Avrupası’nda ruhban sınıfından olmayan, herhangi bir dinsel işlevi ve unvanı olmayan kişi anlamına geliyordu.
Halk anlamına gelen “laos”dan türetilmiş ve din adamı olmayanları belirtmek için kullanılmıştır. Aynı zamanda dini olmayan şey, fikir, kurum anlamını da taşıyordu. Hıristiyanlıkta da kilise adamlarına “clerici”, bunların dışında kalan halk yığınlarına “laiçi” denildiği üzere…
Kısaca laiklik kavramı en azından ortaya çıkışı itibariyle dinsel alan ve örgütlenmelerden bağımsız olma anlamı taşır.
* * * * *
Laiklik çok önemlidir, üzerine zar atılamaz, laiklik ilkesi tartışılır hâle getirilemez.
Hatırlayın: Ortaçağ döneminde Avrupa’da Vatikan, yani kilise laik sanata izin vermiyor, sanatçıların işine karışıyordu. Örneğin bir dönem ressamlar yalnızca İncil’deki konuları resmedebilirlerdi. Bunun yanı sıra Hz. İsa’nın, Meryem Ana’nın ve azizlerin resimlerini yapan ressamların, onların başlarının üzerine birer hâle yerleştirmeleri şarttı. Bu durumun fiziksel gerçeğe aykırı olması önemli değildi, Vatikan böyle istiyordu.
Sanatçılara karışan Vatikan, bilim insanlarına da müdahale ederdi. Dört İncil’den birisinde Dünya’nın bir tepsi gibi sabit durduğu, Güneş’in ise onun etrafında döndüğü yazılıydı. Bilim insanları sadece bunu ispatlamak için araştırma yapabilirdi. Tersini söylediğinizde Vatikan size karışırdı. Nitekim Dünya’nın Güneş’in etrafında döndüğünü söyleyen Galileo Galilei’ye ölüm cezası verildi. Neyse ki Dünya’nın dönmediği konusunda bir belge imzaladı da ölümlerden döndü, ev hapsi cezasına çarptırıldı. Ondan önce Bruno, kiliseye ait yeryüzü ile gökyüzünün farklı şeyler olduğu görüşünü reddettiği ve Evren’in sonsuzluğunu savunduğu için diri diri yakılmıştı. Bütün bunlar dini görüşün bilim üzerindeki baskıcı tavrına ilişkin tarihteki acı örneklerdir.
Tüm bunlar ve bizdeki Sivas vb’i örnekler, laikliğin neden aklın özgürleşmesi olduğunu anlatır hepimize.
* * * * *
Yukarıda da ifade ettiğim gibi laiklik aklın özgürleşmesiyken; onun için “nass” yoktur. Her hipotez, her teori ve “iddia” tartışılır ve sorgulanabilir.
Laiklik, teorik olarak devletin ve hukukun dinsel kural ve değerlerden bağımsızlaşmasıdır. Dinin, devlete karışmamasıdır.
Özgürlükçü toplumsal laiklik, dini pratikleri denetler ve sekülerleşme eğilimini güçlendirirken; bunu bireysel seçimle ilgili bir alan olarak tanımlar.
Sekülerizm, “doğaüstüne dair öğretilerin (ve bu arada dinin) bireysel ve toplumsal düzeydeki prestijlerinin ve gündelik yaşamı şekillendirme güçlerinin azalması”[4] (ve giderek yok olması)demektir.
Bireyler istedikleri dini ya da inancı seçmekte ve ibadetlerini yerine getirmekte özgürdürler; ama dinlere ve/ veya Tanrı’nın varlığına inanmama serbestisi de özgürlükçü toplumsal laikliğin net tavrıdır. Ve de bu tavır “Birey laik olmaz, devlet laik olur,” ifadesini reddeder!
Kaldı ki özgürlükçü toplumsal laiklik, bazılarının savunduğu gibi sadece din ve devlet işlerinin birbirlerinden ayrılması demek de değildir. O aynı zamanda, çoğunlukta olan inanç sahiplerinin, aynı inancı paylaşmayan ya da inançsız vatandaşlara baskı yapmasını engellemekle, bütün inanç sahiplerini ve elbette inançsızları da çoğunluk baskısına karşı korumakla yükümlüdür.
Kolay mı?
Laik Cumhuriyet fikri ve ideali, kendiliğinden ortaya çıkmamış, insanlık tarihinin belli bir aşamasında, çok kan, ter ve gözyaşı dökülerek yaratılmış bir fikir ve idealdir.
Arkasında, Tarım Döneminin toprak ağalarına, (asilzadelerine, beylerine, ayan ve eşrafına) ve din adamlarına (kiliseye, tarikatlara) dayalı olan, imparatorlukları, krallıkları, şahlıkları, padişahlıkları çökerten, değişme ve gelişmeler yatmaktadır.
Sanayi Devrimi, tarıma dayalı egemenliğin ekonomik, toplumsal ve siyasal yapısını çökertirken ve çökerttikten sonra, Laiklik, Cumhuriyet ve Demokrasi fikirleri birlikte gelişmeye başlamıştır.
İlk savaşım, yeni oluşan sermaye sınıfının toprak ağalarının ve din adamlarının egemenliğine karşı giriştikleri mücadeledir.
Amerikan ve Fransız Devrimleri, sermaye sınıfının güçlenmesiyle oluşan milliyetçilik ve laiklik eğilimlerinin dışavurumlarıdır.
Sermaye sınıfı kuvvetlendikçe, yani toprak ağalarının ve din adamlarının egemenliğine son verip kendi üretim biçimlerini egemen kıldıkça, o dönemdeki teknoloji dolayısıyla, işçi sınıfı da gelişmeye ve güçlenmeye başlamıştır.
Laiklik, Cumhuriyet ve Demokrasi fikirleri, ancak işçi sınıfının güçlenmesi sonunda siyaset sahnesine yansıyacaktır:
İşçi sınıfının gelişmesi ve güçlenmesi sonunda Fransa’da, 1830 ve 1848 ihtilalleri, Paris Komünü, İngiltere’de Peterloo Katliamı gibi hareketler ortaya çıkmış, Avrupa’da Demokrasi, Rusya’da Bolşevizm siyaset sahnesinde egemen olmaya başlamıştır.
Dünyanın hiçbir yerinde, (bugün dahil) hiçbir zaman sermaye sınıfı demokratik bir rejim kurmamış, kuramamıştır.[5]
* * * * *
Laiklik çetrefilli bir soru(n) olması yanında, hakkında bir alay zırvanın da zikredildiği meseledir.
Örneğin “Rasyonellik, laikliktir” vurgusuyla ekliyor Ege Cansen: “Laiklik, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.”[6]
Tam da burada şunları der Kadir Cangızbay hoca(mız):
“Laiklik, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıymış. Önce şunu söyleyelim ki, bu yanlış bir tanım; üstelik de çok günahkâr, despotların suç ortağı. Ancak laikliğin doğru bir tanımına varmadan, buradaki tanıma göre laikliği savunanlara sormak lazım: Diyanet İşleri teşkilâtının bir devlet kurumu olarak var olduğu bir ülkede laiklikten söz edilebilir mi; vaizlerin, imamların cuma hutbesinde hangi konuları ne yönde işleyeceklerinin devlet tarafından tespit edilmesi laiklikle ne kadar uzlaşır/ bağdaşır; ibadet dilinin ne olacağına devletin karar vermesi midir laiklik? Bir zamanlar Türkçe ezan zorunluluğu, daha yakınlarda da Kürtçe Kuran’a yasak: Yaşasın laiklik!..
Okullarda mecburî din dersi, daha doğrusu din uygulaması, duasıyla, namazıyla; dolayısıyla din uygulaması da değil, belirli bir dinin belirli bir mezhebinin devlet tarafından rötuşlanmış versiyonunun, diyanet Sünnîliğinin din diye dayatılması; bu da laik-demokratik cumhuriyetin icaplarından. Ve de binlerce imam-hatip lisesi; talebesinin yarısı kız, yani geleceğin imam hanımları. İşine gelince kendi kirli savaşını cihat diye sunup, ölülere bile sünnet kontrolü yapmaktan hayâ etmezken, mücahitler alkışlandı diye Sincan sokaklarından tank geçiren de yine bu laik-demokratik cumhuriyet.
Tabiî aslında önemli olan tankı geçirebilmek, gerekirse mukaddes cihat adına, gerekirse de laikliği savunmak. Hele milletin bin yıllık cuma’sına şeriatçılık deyip, Batı’nın Hıristiyanlığı tartışılmaz pazarında laikliğin ruhunu keşfetmek, imparatorun atından birinci konsül çıkartmaktan daha az keyfice olmayan bir maskaralık; ama bu, hasbî, yani çıkar-gütmez bir maskaralık değil: Laiklik, tabiî buradaki hâliyle, “komünist olunacaksa onu da biz oluruz, Newroz kutlanacaksa onu da biz kutlarız,” diyenlerin, kompradorluğu da gayrimüslimlerin tekelinden çıkartıp kendi uhdelerine almak üzere devletleştirirken, despotluklarını gizleyebilmek üzere arkasına saklandıkları paravanaların en başta geleni.
Laiklik ilkesi, devlet ile din işlerinin birbirlerinden ayrılmasıymış gibi tanımlanmakla, aslında halkı zapturapt altına alıp, ülkeyi kışla, insanları da sirk maymununa çevirmenin meşrûluk temeli olarak kullanılmak istenmiştir. Şöyle ki -laikliğin buradaki anlaşılma biçimi doğrultusunda- din ile devlet birbirleri dışında yer alacaksa, devletin yasaları ile dinsel olan da örtüşmemek zorundadır…
Ancak burada atlanmaması gereken bir husus vardır ki, o da hiçbir şeyin kendi içinde, kendiliğinden (yani kendisine dinsel bir anlam ve değer atfediliyor olmasından bağımsız olarak) dinsel bir nitelik taşıyor olamayacağıdır: örneğin hangi boyutta ve hangi maddeden yapılmış veya neyin üzerine çizilmiş olursa olsun çarmıh ya da doğanay şeklindeki hiçbir nesne, kendisini hac ya da hilal olarak, yani Hıristiyanlığın ya da Müslümanlığın sembolü olarak görenlerden ve/ veya öyle görüldüğünü bilenlerden bağımsız olarak kendiliklerinden dinsel bir anlam ve değer taşımaz; aynı şekilde namaz kılanları görüp de, sırf ilginç ya da eğlenceli bulduğu için onların hareketlerini tekrarlayan, hatta onlarla aynı sesleri çıkartan bir amazon yerlisinin yaptığı şey, kesinlikle dinsel bir anlam ve değere sahip olmayacaktır.
Ama bu, aynı zamanda demektir ki, kendisine dinsel bir anlam ve/veya değer atfedildiğinde her şey de pekâlâ dinsel bir nitelik taşıyor hâle gelebilecektir; tabiî kendisinde dinsel bir anlam ve/ veya değer bulunduğunu iddia edenin gücüyle orantılı olarak. İşte bu husus dikkate alındığında, devlet ile dinin birbirinden ayrılması şeklinde tanımlanmış, dolayısıyla yasal ile dinsel’in örtüşmezliğini öngören bir laiklik, toplumun hem bir katmanını hem de her türden kurum ve faaliyetini kontrol altına almak, gerektiğinde yasaklayıp, gerektiğinde de yasaklanıp yasaklanmamasını ya da herhangi bir müdahaleye maruz bırakılıp bırakılmamasını bir pazarlık, şantaj ve istismar konusu hâline getirmek konusunda bulunmaz bir atlama tahtasından başka bir şey olmamıştır.
Ne ki, egemenlerin işine gelmemiş ya da kendi despotluklarına hâlel getirebilir diye görülmüştür, laiklik adına yasaklanmış ya da üzerine gidilebilecektir: Türkeş’in cenazesindeki tekbirler bir vatan ve demokrasi kahramanına yapılan son görev, David Levi’nin şahsında emperyalizmi protesto eden gençlerinki ise şeriat’ın ayak sesleri!
Laiklik, din ile devletin ayrılması, dinsel ile yasalın zorunlu örtüşmezliği değil; dinselliğin yasal açıdan, bir meşrûlük temeli, ama dolayısıyla da bir gayrimeşrûlük ölçütü olarak alınmaması demektir: Dinsel olanla da örtüşüyor olmanın bir anti-laiklik göstergesi olduğu şeklindeki Kemalist doğma, eğer derin bir cehaletin ürünü değilse, en zaliminden bir despotizmin besmelesidir ve de eğer laiklik, insanı vatandaş statüsü çerçevesinde haysiyeti garanti altına alınmış gerçek bir hukuk öznesi hâline getirmenin elifbaşı olacaksa, kendisine karşı mücadele edilmesi gereken ruhban sınıfının kimlerden oluştuğu bellidir: Türkiye’deki her türlü özgürlük ihtiyaç, atılım ve mücadelesini laik/ anti-laik ekseni üzerine kaydırıp kendi egemenlik paylarını arttırmak isteyen resmi ideoloji (devlet dini) papazları.”[7]
Evet laiklik dinsel anlayışın sağlam bir eleştiri ile karşılaşması, hurafeyle hesaplaşması ve nihayet toplamsal hayatı belirleyen temel öğe olmaktan çıkması gerekir. Varlığını insan ile inancı arasındaki ilişkiyle koruyan bu din eleştirisi, dinin kamusal ve siyasal alanı belirlemekten uzaklaşması, özel alana dönmesidir.
“Kanunları dine dayalı olan devletler, kısa bir zaman sonra ülkenin ve ulusun ihtiyaç ve isteklerini karşılayamazlar,”[8] saptamasının da ötesinde laiklik, ne din ne din karşıtlığı ne de dinsizliktir. Tüm dinleri, mezhepleri, inançları ve inançsızları da koruyandır.
* * * * *
Ve Coğrafyamızda din işlerinin devlet kontrolünde olduğu “laiklik”!
Greg Sheridan’ın ifadesiyle, “Türkiye’deki laiklik modelinin çağdaş dünyada bir benzeri daha yoktur. Dini, devletin kontrolünden çıkarmayı değil, devleti dinin kontrolünden çıkarmayı amaçlar./ Turkey’s secularism iş almost unique in the modern world. It is not designed to free religion from the interference of the state, but to free the state from the interference of religion.”[9]
Bu bağlamda laikliği “Özgürlükçü toplumsal laiklik” ya da “otoriter laiklik” biçiminde tasnif etmek zorunludur. Tamam laiklik özgürlüktür; ancak otoriter ol(a)mayacağı gibi, bunun da “gerekçesi” de olamaz…
Biliyorum kimileri özgürlükçü toplumsal laikliği “safsata, zırva, liberal” tanımlarıyla mahkûm etmeye kalkışıyorlar.
En net biçimde izahıyla özgürlükçü toplumsal laiklik T. “C”nin dünden bugüne uygulanmakta olan devletçi laikliğin tam tersidir.
T. “C”nin “Türk Laikliği” dediği, yanlı kesimlerin de “Laiklik” olarak tanımladığı coğrafyamızda uygulama devletin dini kurumu (DİB) ve bu dini kurumun otoriterliğidir.
Yani mevcut laiklikte devletin bir dini ve inancı bulunmaktadır. Bu laiklikte devletin bu dinin inanç önderlerini, öğreticilerini yetiştirdiği “imam hatip ve ilahiyat okulları” bulunmaktadır. Okullarda devletin dinini, inancını öğretmek için “zorunlu din dersleri” bulunmaktadır. Dini konulardaki anlaşamazlıklarda mahkemelerde devletin bu dini kurumu bilirkişi olarak görüş bildirmekte ve mahkeme sonuçlarının oluşmasını sağlamaktadır. Bunun gibi yaşamın birçok alanında ve kamu alanında din işlerini yürüten devletin bir dini kurumu var. Yıllarca “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganıyla karakterize olup, savunulan laiklik budur!
Oysa laiklik, toplumcu ve özgürlükçü olmakla mükelleftir. Tıpkı Kant’ın, “Özgürlük ahlâkın koşuludur, özgürlük olmazsa ahlâk da olmaz,”[10] ifadesindeki üzere. Çünkü özgürlük esastır.
Özgürlük(ler) açısından herkes için yaşam güvencesi olarak laikliğin içeriğinin boşaltılmaması gerek: “Devlet hiçbir dinî işlev görmeyecek, din de siyaset alanının dışında kalacak, politika alanına burnunu sokmayacak”…
Ancak “Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devasa bir kurum devletin göbeğinde yerini almışken, hâlâ laiklikten söz edilebilir mi? Aslında söz konusu olan da başkanlık’ değil, ‘bakanlık’… Din Bakanlığı… Örgüt yapısı bakanlıklarınkinden farklı değil… 1924 Anayasasından ‘devletin dini İslâm’dır’ maddesinin çıkarılmasının reel bir karşılığı yoktu… Benim ilk nüfus cüzdanımda “Dini İslâm, mezhebi Hanefî” yazılıydı… Laik bir rejimin yurttaşın diniyle-imanıyla, inancıyla ne ilgisi olabilir? Türkiye’de geçerli olan “Türk-İslâm Sentezi” denilendir… Din her zaman politikaya karışmaya devam etti… Tabii politika da dine…
Laiklik sadece devletin, siyasi otoritenin tüm dinler ve inançlar karşısında ‘eşit mesafede durması’ değil, ne surette olursa olsun dine bulaşmamak, ‘karışmamak’, müdahale etmemektir…
O hâlde sadede gelebiliriz… Türkiye’de laikliğin neden hiçbir zaman gerçek bir varlığı olmadı? Türkiye’nin egemenleri, mülk sahibi sınıflar sadece uyduruk resmî ideolojiye dayanarak yönetemeyeceklerini biliyorlardı… Dini yardıma çağırmak zorundaydılar ve çağırdılar… Dinin devlet aygıtına daha çok nüfuz etmesinin bir nedeni de ABD faktörüydü… ABD- NATO cephesinin dini, toplumsal uyanışın, demokrasinin ve sosyalizmin önünü kesmenin aracına dönüştürmek gibi bir planı vardı… Türkiye’nin 1945 sonrasında ama asıl 1952’de emperyalist bir askeri saldırı paktı olan NATO’ya üye olmasıyla din devlet aygıtına daha çok sokuldu… Süreç 1980 NATO’cu darbe sonrasında daha da hızlandı… 2002’de Politik İslâmcı AKP’nin iktidara taşınmasıyla da zirve yaptı…”[11]
Hatırlıyor musunuz? Erdoğan, “Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik istiyorum” demişti. Öncesinden bugünlerdeki sonrasına malum![12]
* * * * *
Görülmesi, kavranılması gerek: Mevcut laiklik, Türkiye devletinin ilanından bugüne devlet elitlerinin sınırlarını çizdiği, Müslüman ve Sünnîliğin “ehlileştirilerek” resmi inanç hâline getirildiği, diğer inançların ya da fikirlerin yok hükmünde görüldüğü “elitist laiklik” biçiminde uygulandı. Zorunlu din dersleri, imam hatip okulları, Diyanetin memuru imamlar ordusu, dini cemaatler “laikliği rehber edinmiş” devletlûlar tarafından itinayla tahkim edildi. 12 Eylül faşist darbecileri “maneviyatı güçlü toplum yaratmak” söylemiyle siyasal İslâmcılığı yeniden kurguladılar, 12 Eylül darbesine bizzat iştirak eden paşaların yıllar sonra 28 Şubat post-modern darbesi, siyasal İslâmcılara yeni mevziler kazandırmak dışında bir işe yaramadı. Kürtlere, Alevîlere, azınlıklara eşit yurttaşlık, emekçilere örgütlenme özgürlüğü fikrine düşman olmak AKP’de vücut bulan “yeşil sermaye” garabetini ortaya çıkardı. Devlet olanaklarıyla semiren, OYAK ile sermayedar olan, her emekli paşanın bir holdingde köşe kaptığı koşullarda “Beyaz Türk” laikler – “yoksul dindarlar” karşıtlığı körüklendi. İşte tam da bu koşullarda “sadece bir yüzüğe sahip” olan RTE, yoksul dindarların duygularıyla oynamayı başararak Saray sahibi olabildi. Bugünler de ise, “Şeriat lazımsa onu da biz getiririz” diyen devletin eski seküler sahipleri ile “çocuk da olsa, kadın da olsa gereği yapılır” diyen siyasal İslâmcılar “Saraylara laik” milliyetçi-mukaddesatçı bir koalisyon kurdular.[13]
Birkaç veriyi hızla sıralayalım:
i) Türkiye bir tarikat ve cemaatler cenneti (ya da cehennemi) hâlindedir. Türkiye’de ahlâki değerler de dahil her türlü toplumsal dirlik ve düzenin bekçisi olduğu belli olmuş olan laiklik bu yasama, yürütme ve yargıda istediği gibi at oynatan, tarikatların tehdidi altındadır.[14]
ii) Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Hiç alâkâm yok” dediği SADAT ile başdanışmanı ve atadığı kurul üyelerinin bağlantısı çıktı. SADAT’ın kurucusu Adnan Tanrıverdi’nin başkanı olduğu ASSAM’ın düzenlediği İslâm Birliği Kongrelerinin bilim kurullarında, Erdoğan’ın başdanışmanları ve Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu üyeleri yer aldı. Bu kongrelerde, başkenti İstanbul, resmi dili Arapça olan konfederasyon kurulması öngörülmüştü.[15]
ii) Asya-Afrika İslâm Devletler Birliği (ASRİKA) adında, başkenti İstanbul, resmi dili Arapça olan bir konfederasyon kurulması öngörülen İslâm Birliği Kongresi’nin 6.’sına yönelik önsöz yazan SADAT’ın kurucusu Adnan Tanrıverdi, “Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşu ile beraber gelişmiş devletler seviyesine ulaşmanın sosyokültürel devrimlerle toplumu değişime uğratmadan mümkün olmadığı kabulüyle; İslâm dinini, İslâmi değerleri ve temsil ettiği medeniyeti tehdit olarak gördüğünden, Batı medeniyetini ulaşılacak nihai hedef olarak göstererek yüzünü Batı’ya çevirmiş, İslâm devletlerine ve Müslüman milletlere sırtını dönmüş, İslâm dünyasına yabancılaşmıştır,” iddiasında bulundu.[16]
iii) Diyarbakır’da yedincisi gerçekleştirilen Alimler ve Medreseler Birliği toplantısında konuşan Dünya Alimler Birliği Erbil Temsilcisi Pencwini, “Haçlıların, Siyonizmin var ettiği en zararlı şeylerden bir tanesi de laikliktir,” dedi.[17]
iv) Diyanet’in “Feminizm ahlâksızlıktır,” diyerek fetvalar verdiği, siyasal İslâmcıların kadın düşmanı söylem ve politikalarının dozunu her gün yükseltmeye devam ettiği Türkiye![18]
v) Aleyna Tilki’nin Çorum Pırlanta Pirinç Festivali’ndeki konseri ise Diyanet-Sen Çorum Şubesi’nin Başkanı İsmail Şanal’ın “Şehrin geleneklerine, değerlerine, inancına katkı sağlamayan, dini ve milli değerlerimizi ayaklar altına alanları ilçemizde görmek istemiyoruz” şeklindeki paylaşımından sonra iptal edildi.[19]
vi) “İktidar eliyle tepeden dayatılan gericilik, eğitimden sağlığa, bürokrasiden toplumsal yaşama dek hayatın her alanını kuşattı,” vurgusuyla Av. Selin Nakipoğlu aktardı:
• AKP’li belediye kadın-erkek arasına 1 kilometre mesafe şartı getirdi. AKP’li Konya Büyükşehir Belediyesi, düzenleyeceği çalıştay için konuklarını kadın erkek olarak ayrı otellerde ağırlayacağı ve otellerin arasında da 1 kilometre mesafe olma şartı olacağı söylendi.
• Konya Meram Devlet Hastanesi’ndeki Göz Hastalıkları Uzmanı Dr. Hasan Hüseyin Uysal, göz muayenesi için gelen kadını kıyafeti nedeniyle muayene etmeyi reddetti. Doktor hastaya “Teşhircileri muayene etmiyorum” dedi. Kadın “Bana teşhirci diyemezsiniz” diyerek doktora tepki gösterdi. Uysal ise “Sizi muayene etmiyorum, çıkar mısınız lütfen” yanıtını verdi.
• Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 15 Ağustos 2025 tarihli Cuma hutbesinde “kul hakkı” kavramı işlenirken, miras paylaşımına ilişkin sözler kadın örgütlerinin tepkisine neden oldu. Hutbede, “Karşılıklı rıza olmadan Yüce Rabbimizin koyduğu miras ölçüsünü değiştirmek ilahî adalete aykırıdır. Dolayısıyla kişinin; kız çocuklarını mirastan mahrum bırakması, kız çocuklarının da Allah’ın takdir ettiği hakka razı olmaması kul hakkıdır” dedi. Kadın örgütleri hutbedeki “kız çocuklarının Allah’ın takdir ettiği hakka razı olmaması” ifadesini, “kadınların eşit yurttaşlık hakkına açık saldırı” olarak nitelendirdi.
• Diyanet, 2 Ağustos’taki cuma hutbesinde de kadınların bedenini ve yaşam tarzını hedef aldı; giyim özgürlüğünü “haram” ilan etti. Kısa giyinmenin “Allah’ın emrini ihlal ettiği” öne sürülen hutbede, “Ahlak ve edep ölçülerinin çiğnenmesine sessiz kalan herkes büyük bir vebal altındadır” dendi. 81 kentteki camilerde okutulmak üzere hazırlanan hutbede giyim sektörünün, modacıların ve bazı medya çevrelerinin çıplaklığı özendirdiği, örtünmeyi değersizleştirdiği öne sürülüp “Kısa giysiler ve şeffaf kıyafetler giyilmesi, nerede ve hangi amaçla olursa olsun Allah’ın örtünme emrini ihlaldir, haramdır” vurgusu yapıldı.
• Düzce’de bulunan Turgut Özal Anadolu Lisesi, okula kayıt yaptıracak olan öğrenciler için 18 maddelik kurallar listesi yayımladı. Kurallar arasında kız çocuğu öğrencilerine yönelik ayrımcılık dikkat çekti. Listeye göre kız çocuğu serviste şoförün yanına oturamayacak, arka koltukta yer olmadığı durumda ön koltuk boş olsa da gerekirse ayakta gidecek. Kantin sırasında kız çocukları, erkek çocuklarıyla aynı sırada yer almayacak.
• Ankara’nın Çankaya ilçesinde “kız ortaokulu” açılıyor. Duruma tepki gösteren CHP Milletvekili Murat Emir “Milli Eğitim Temel Kanunu’na göre karma eğitim esastır” ifadelerini kullandı.
• Türkiye’nin en büyük müzik etkinliklerinden biri olan Zeytinli Rock Festivali’ne yeniden yasak geldi. Bölge İdare Mahkemesi’nin festival hakkında verdiği yürütmeyi durdurma kararı iptal edildi. Festival Sarıyer Kaymakamlığı tarafından yasaklanmıştı.
• Saraçhane eylemlerinde kız yurduna ve daha sonra LeMan Dergisi’nin binasına saldıran cihatçı Büyük Doğu Akıncıları Cephesi (İBDA-C) mensupları, Konya’daki istismar olayından ‘faydalanarak’ şeriat çağrısında bulundu.[20]
* * * * *
Demem o ki özgürlükçü toplumsal laiklik söz konusu olduğunda, “gri alan” asla söz konusu değildir. Çünkü onun “ara yolu” ya da “gri alanı” yoktur ve olamaz da. Bu meseleyi böyle kavramayan konuya ilişkin doğru teşhisi koy(a)mıyor demektir.
Zaten bilindiği gibi laikliği savunma hattında direnenler sadece radikal sosyalistlerdir.
Çünkü onu benimsenmeden, sahiplenmeden sınıf mücadelesi verilemez!

Yazar, aktivist. 1954, Kale Mahallesi / Çorum doğumlu. Baba adı Kemal, anne adı Necla’dır. Eserlerinin çoğu Sibel Özbudun ve diğer yazarlarla birlikte kaleme aldığı kolektif çalışmalardır. Kitapları dışında kendisi hakkında yeterli bilgi bulunamayan Temel Demirer, kendisini şöyle anlatır:
“Kendimden söz etmenin pek anlamlı ve “şık” olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm… Ne yazacağımı kestiremedim. Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım… “İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil” diyen(lerden); dünyaya aşağıdan bakan(lardan); kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan); yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan) ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden); sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden); bir afet-i devrana aşık olan(lardan); hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan) ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim… Ve nihayet halen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım.”
N O T L A R
[1] İbn Haldun.
[2] Bkz: i) Temel Demirer, “Laiklik Zarurettir”, Kaldıraç Dergisi, No:229, Ağustos 2020; ii) Sibel Özbudun, “… AKP’nin ‘Laikliği’: Nerede Başlar, Nerede Biter?”, Birgün Gazetesi, 16 Ekim 2021; iii) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Laiklik Önemlidir”, Rojnameya Newroz, Eylül 2022… https://temeldemirer.blogspot.com/2022/09/laiklik-onemlidir.html ; iv) Sibel Özbudun, “Laiklik… Ama Nasıl?”, 11 Aralık 2023… https://sibelozbudun.blogspot.com/2024/01/laiklik-ama-nasil.html; v) Sibel Özbudun, “… “Laiklik’ mi? Hangisi?”, Rojnameya Newroz, Temmuz 2016… https://sibelozbudun.blogspot.com/2016/08/laiklik-mi-hangisi.html ; vi) Temel Demirer, “… ‘Düzen(sizlik)’, AKP ve Laiklik”, Görüş, Ekim 2022… https://temeldemirer.blogspot.com/2022/10/duzensizlik-akp-ve-laiklik.html
[3] https://laiklikmeclisi.org/detay/2023-yl-laiklik-hlalleri-raporu
[4] Volkan Ertit, Sekülerleşme Teorisi, Liberte Yay., 2019.
[5] Emre Kongar, “Demokratik ve Laik Cumhuriyet Sınıfsaldır”, Cumhuriyet, 26 Ekim 2023, s.7.
[6] Ege Cansen, “Rasyonellik, Laikliktir”, Sözcü, 11 Haziran 2023, s.7.
[7] Kadir Cangızbay, Hiçkimsenin Cumhuriyeti, Ütopya Yay., 2007, s.60-63.
[8] Mahmut Esat Bozkurt, 1926, Sinan Meydan, “Bir Laik Hukuk Manifestosu”, Cumhuriyet, 21 Şubat 2024, s.6.
[9] Greg Sheridan, The Australian, http://www.theaustralian.news.com.au/common/story_page/0,5744,12514065
[10] Immanuel Kant’ın Pratik Aklın Eleştirisi, çev: Ioanna Kuçuradi-Ülker Gökberk-Füsun Akat, Hacettepe Üniversitesi Yay., 1980.
[11] Fikret Başkaya, “Siz Dine Karışırsanız, Din de Size Karışır…”, Yeni Yaşam, 2 Ocak 2024, s.10.
[12] Osmanlı hanedanının monarşik iktidarı, 1517 yılında, Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethedip Memluk devletine son vermesiyle birlikte halifelik makamına sahip oldu. Ama bu el koyma halifelik geleneğine aykırı olmaktan başka Osmanlı Devleti’ne teokrasiyi de getirmişti. Geleneğe göre Hz. Muhammed’in ailesinden birinin halife olması zorunluydu. (Özdemir İnce, “3 Mart 1924”, Cumhuriyet, 3 Mart 2024, s.3.)
Osmanlılarda sekülerleşme, XVIII. ve XIX. yüzyılda ve XX. yüzyılın başlarında çok çeşitli boyutlarda gelişerek devam etmiştir. XIX. yüzyıl Osmanlı dünyasındaki sekülerleşmenin önemli bir dönüm noktası da, 1839’daki Tanzimat Fermanı’nın ilanıdır. Tanzimat Fermanı, ülkedeki Hıristiyan tebaa ile Müslüman halk arasındaki hak eşitliğini sağlamada önemli bir adım olarak değerlendirilebilir. Ancak aynı hak eşitliği, Osmanlı ülkesindeki Sünnî olmayan diğer mezheplere tanınmamıştır. (Osman Bahadır, “Osmanlılarda Sekülerleşmenin Başlaması”, Cumhuriyet, 30 Aralık 2012, s.9.)
[13] Veli Saçılık, “Saraylara Laik”, Yeni Yaşam, 3 Ekim 2022, s.7.
[14] Ali Sirmen, “Laik Düzen ve Ahlâk”, Cumhuriyet, 13 Aralık 2022, s.4.
[15] Sefa Uyar, “Saray’ın İslâm Devleti Üyeleri”, Cumhuriyet, 11 Kasım 2022, s.4.
[16] Sefa Uyar, “İslâmı Tehdit Gördüler”, Cumhuriyet, 12 Kasım 2022, s.6.
[17] “Alimler ve Medreseler Toplantısı: Laiklik En Zararlı Şeydir”, 16 Ekim 2022… https://haber.sol.org.tr/haber/alimler-ve-medreseler-toplantisi-laiklik-en-zararli-seydir-351885
[18] Feray Aytekin Aydoğan, “Laiklik Demeden Kadın Mücadelesi Mümkün mü?”, Birgün, 24 Kasım 2022, s.6.
[19] Zülâl Kalkandelen, “Laiklik Gömülürken Ülke Dibe Çöküyor”, Cumhuriyet, 4 Eylül 2022, s.5.
[20] “Gericiliğin Panzehri Laikliği Kazanmak”, Birgün, 28 Ağustos 2025, s.7.






































