
Ben Almanya’da doğdum ve ilk ikibuçuk-üç yılımı Almanya’da geçirdim –o yıllarımı hatırlamıyorum tabii. Ara sıra yaz tatillerinde babamı ziyaret etmek için Almanya’ya giderdim. Almanca kurslarına devam eder, yaz okullarına katılır, babamla ya da kurstaki arkadaşlarla yaptığımız gezilerde, Almanya’nın kültürel ve tarihi özelliklerini ögrenirdim. Böylece, üniversiteden sonra yüksek lisans yapmak için, Almanya’ya gitmeye karar verdim. Yüksek lisans yapmakla yetinip, Türkiye’ye geri dönmeyi düşünürken, yaklaşık 20 yılımı Almanya’da geçirdim.
Bir yetişkin genç olarak birçok deneyimlerimi ilk Almanya’da yaşadım, orada olgun yaşlarıma eriştim. İş hayatım orada başladı. Ergenliğin beyin gelişimi açısından 25 yaşa kadar sürdüğü söylendiğine göre, ergenlik dönemim de orada yaşandı ve bitti. Almanya’daki yaşam, düşüncelerimi, his dünyamı, olaylara bakış açımı şekillendirdi. Yine de sosyalizasyonum Türkiye’de gerçekleştiğinden, konulara bir Alman gibi yaklaşmak özelliğine sahip değildim. Ancak yıllar geçtikçe, Türkiye’ye gelişlerimde hissettiğim de Türkiye’deki insanların yaklaşımlarından da uzak kaldığımdı.
Son yıllarda, Almanya’da alttan alta artan ırkçılık beni çok rahatsız etmeye başlamıştı. Aynı zamanda güneşli günlerin sayısının az olması, genel olarak Almanya’da neşenin ve renkli bir ruh halinin eksik olması, 20 yıl sonra Türkiye’ye duyduğum özlemle birleşince, ev sahibimin bana yolladığı “evden çıkmalısın” türünden “ilahî sinyali” neticesinde, fazla düşünmeden Türkiye’ye geldim.
Bir devlet üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladım. Havası çok güzel bir şehirdeyim, kampüsümüz çok yeşil, nezih bir mahallede, birbirlerini selamlayan kibar insanların olduğu muhitte, toplu taşımaya çok kolay ulaşabildiğim, kapımın önünde park olan bir apartmanda çok rahatım. İş arkadaşlarım da çok güler yüzlü, bana değer verdiklerini hep hissettiriyorlar… Kendi küçük dünyamda, ben kendimi iyi hissediyorum aslında… Ancak, insanlar burada kendilerini iyi hissetmiyorlar. Geldiğimde yeni bir yerde yasamanın coşkusuyla, belki bazı şeyleri göz ardı ettim, ancak insanlar sürekli şikâyet ediyorlar, mutsuzlar, psikolojileri iyi halde değil gibi… Bunların sebeplerini çok iyi anlayabiliyorum.
Ekonomik daralma, siyasi mutsuzluk, düşüncelerini istedikleri gibi ifade edememeleri gibi birçok sebebi var. Kendi dünyalarında kendilerini mutlu edebilecek şeylerin sayısı sanki çok az gibi. Genellikle maddi şeylere bağlanmaları, kendi iç dünyalarını ihmal etmeleri de bence bu mutsuzluğun en büyük sebebi. Kendini tanımayan, ruhunu bilmeyen, kişisel gelişiminin üzerinde durmayan insanlar, mutluluk ve huzurun; lükste, estetikte ya da bu tip şeylerde olduğunu sanıp, daha derin bir umutsuzluğa düşüyor- tabii bu, sadece Türkiye’de yaşayan insanlara özgü bir şey değil… Birçok kişi mutluluğun Avrupa ya da Amerika’ya gitmekle elde edilebileceğini düşünüyor.
Para, lüks arabalar ve her hafta sonu bir Avrupa ülkesini gezebilme düşüncesi, onları çok mutlu edecekmiş gibi geliyor. Kafalarındaki pembe dünyaya ve her şeyin en güzelini kendilerinin hakkettiklerine olan inançları tam. Oysa, Avrupa’da kuralları çok daha sıkı iş yerlerinde, günün sonunda iş saatlerinizi doldurmadan ayrılamazsınız. Türkiye’de derse geç giren öğretmenler, muayenede çay kahve içen doktorlar, insanlara yüksekten bakan ve tersleyen banka memurları acaba ne düşünür o iş yerleri hakkında merak ediyorum.
Az çalışarak, kendini az geliştirerek, en güzel şeyleri en kısa zamanda elde etmek isteği, gözlemlediğim kadarıyla sadece çalışanların değil, üniversiteye devam eden öğrencilerin de en büyük arzusu. Gelecek hayalleri hakkında konuştuğumuzda, ilk söyledikleri, mezun olur olmaz çok para kazanmak istedikleri. Mezun olduktan sonra hemen yurtdışına çıkmak, orada yaşamak ve en güzel, en hızlı arabalara binmek istiyorlar. Bu öğrencilerin, bir meslekte ustalaşabilmek için en az 10 yıllık deneyiminin olması gerektiği gerçeğinden, yurtdışında uluslararası ortamlarda İngilizce ile diğer dilleri konuşmaları gerektiğinden, gitmek istedikleri ülkelerin kültüründen, tarihinden, yabancılara karşı bakış açılarından haberleri yok. Aileleri tarafından özel okullarda at gibi koşturulan çocukların, bir nebze olsun daha çok haberi var, çünkü ailelerinin durumu iyi ve bu sayede yazın da yurtdışı tatillerine gidebiliyorlar, değişik ülkeler görüyorlar. Ancak, gerçek nedenin bu olduğundan da pek emin değilim… Oralarda gördüklerini bir süre etrafa anlatmak, hava atmak ve statü göstergesi olarak bu gezileri kullanmak, bizim kültürümüzde az görülen şeylerden değil.
Peki bu günlerde karşı karşıya kaldığımız konu ne? Sahte diplomalar. Bence biz bunu zaten içten içe hepimiz biliyorduk. Devlet dairelerine gittiğinizde, sizin yaptırmayı istediğiniz işlemi anlamayıp, boş boş bakan bir görevliyle hangimiz karşılaşmadı acaba? Bir keresinde, karşımdaki görevliye, kalk ben yaparım işlemi bilgisayarda diyesim geldi de kendimi frenledim.
Her yerde her şeyi çok bilen, kendini her şeyin uzmanı sanan ya da bilirkişi edasıyla konuşan insanların olduğu yerde sahte diploma pek de sırıtmıyor aslında. Çünkü kendisini bilmeyen, tanımayan, kendi ruhuyla bağ kuramayan bireyler, kendini geliştiremez. Aynı zamanda böyle kişilerin etik ve ahlak duygularının gelişeceğini, bilmenin ve de öğrenmenin önemini anlayacaklarını düşünmüyorum. Okumuşların, diploma sahiplerinin iş yerlerinde marka T-shirt, ayakkabı, çanta, saatlerle birbirlerine hava atmaya çalıştığı ortamlarda, diğerlerinin sahte diplomayla aynı şeylere özenmesi çok da tuhaf değil bence.
Sahte diplomaya herkes kızıyor olabilir. Özellikle kendi emeğiyle, hiçbir sahtecilik olayına karışmayan, torpili olmadan ulaşabildiği yere yükselenler, budurumdan incinmiş olabilirler. Benim bu ülkede naçizane önerim şu olacak: Siz önce kendinizle, sonra ailenizle, sonra sosyal çevrenizle ve bu ülkeyle ne derece gerçeksiniz? Bu ülkede ne kadar gerçek fikirler ve duygularla yaşanırsa, etik ve ahlak değerler gözetilirse, her şeyin sahtesi o kadar azalır.
Bunu sağlamak, sadece bir grubun değil, büyük küçük herkesin görevi. Dürüstlük ve gerçekçilik olmadığı sürece, -her ne kadar oralarda da bu tip problemler son yıllarda artsa da- o çok özenilen ülkeler gibi olunamaz. Oysa, bu ülkede huzuru elde etmek için, herkesin elini taşın altına koyup, önce kendisinin sonra çevresinin sorumluluğunu alarak, şikâyet kültürünü kenara bırakarak, yapacaklarına konsantre olması, “büyük iyiliği ya da mucizeyi” dışarıdan beklemek yerine, kendisinin yapması, geçmişe odaklanmak yerine geleceğe konsantre olması gerekir. Son bir söz: Sahte hayaller, sahte hayatlar getirir; gerçek, her zaman en iyisidir.

Pagogische Hochschule Heidelberg, Johann Wolfgang Üniversitesi Frankfurt, Europa Universitesi Flensburg’ta çokdilli çocukların dil gelişimi ve dil bozuklukları hakkındaki projelerde araştırma görevlisi olarak bulunmuştur. Daha sonra Applied Sciences Frankfurt Üniversitesi’nde Almanya’daki üçüncü nesil Türkçe konuşan üniversite öğrencilerine anadillerindeki akademik becerilerini geliştirmeleri için Anadilciler İçin Türkçe dersini vermiştir. Aynı zamanda Johann Wolfgang Goethe Üniversitesi’nde Eğitim Fakültesi Özel Eğitim Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmıştır. Şu an Ege Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’nda öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır. Göç Türkçesinde Özgül Dil Bozukluğunu Ölçme adlı konuda doktorasına Pädagogische Hochschule Heidelberg’te devam etmektedir. Yurtdışı Türkler ve Akrabalar Topluluğu’nun Türkçe Ödülleri kapsamında jüri ödülü alan şiiri Kök Gök’ün de içinde bulunduğu Lal Rüyalar isimli kendisine ait şiirleri amatörce sunduğu bir şiir bloğu vardır.