
“Masumiyetin İnfazı” başlıklı bu yazı dizimin ilk iki bölümünde, Erdoğan rejiminin ve bileşenlerinin 20 Temmuz 2016’da ilan ettiği OHAL’in ve eşzamanlı derogasyonun, bir güvenlik tedbiri olmayıp; bilinçli bir rejim değişikliği adımı olduğunu anlatmıştım.
Rejim, o gün hem iç hukuku (OHAL) hem de uluslararası hukuku (derogasyon) askıya alarak, planladığı geniş çaplı saldırıların hukuki denetimden kaçırılmasını hedefledi. Bu süreç, terörle mücadele adı altında yürütülen bir güvenlik operasyonu değil; Anadolu’da tek tip insan üretme stratejisi doğrultusunda planlanmış, sistematik bir “kök kazıma” harekâtıdır. “Kök kazıma” söz kalıbı iki müttefike aittir: Erdoğan ve bu söz kalıbı soykırım söz kalıbıdır.
Yazı dizimin geçen haftaki ikinci bölümünde, bu rejimin yalnızca mağdur yurttaşları değil; failleri (kamu bürokrasisini) de organize biçimde yönettiğini, dolayısıyla KHK metinlerine yerleştirdiği “hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluk doğmaz” zehiri başta olmak üzere Türk devlet düzeninin mevzuatının tamamını yerle bir eden ibarelerle,
- Milli egemenliğin tecellisinin temsil makamı olan yasama organını devreden çıkaran,
- Türk anayasasının 6, 10, 68’inci maddelerinde farklı farklı formlarda ifade edilen mutlak imtiyaz yasağına rağmen kamu görevlilerine suç işleme imtiyazı sağlayan,
- resmi görevlilerle yetinmeyip işbirlikçi sivillere de kafa kesme gibi cinayetler için “kovuşturma yasağı” getirerek suç işleme imtiyazı getiren bir hukuk tanımazlık rejimi kurduğunu anlattım.
Suç işleme imtiyazının yalnızca kamu görevlilerine değil, resmi sıfat taşımayan sivillere de genişletilmesi bir kolektif suç failliği düzeni oluşturdu. Bu düzende savcılıklardan Sulh Ceza Hakimliklerine, oradan mahkemelere, HSK’dan kolluğa, medyadan bürokrasiye kadar uzanan çok geniş bir yapı, yurttaşa karşı yaygın ve sistematik biçimde işlenen suçları koruyan hatta korumakla yetinmeyip, teşvik bile eden bir kurumsal suç makinesine dönüştürüldüğüne ilişkin güncel vakalardan örnekler sundum.
Sunduğum örnekler yalnızca 2016’dan 2018 ortasına, yani OHAL’in sona erdiği döneme kadarki uygulamalarla sınırlı değildi. 2025’e gelindiğinde toplumun farklı segmentlerine kadar sirayet etmiş, yaygın ve kalıcı bir zulüm düzeninin parçalarıydı. Bu zulüm, artık rejim bürokrasisinde ve toplumsal yapıda yerleşmiş, kurumsallaşmış, kökleşmiş ve nihayetinde yozlaşmış bir doktrin hâline gelmiştir.
Bu yozlaşmış kökleşmeyi saygıdeğer hukuk insanı Figen Çalıkuşu benden daha veciz ve diplomatik bir lisanla ifade etti: “Bugün yaşadığımız yargı pratikleri, 15 Temmuz sonrasında şekillenen hukuk düzeninin birer yansımasıdır.”
İşte bu yozlaşmış yargı pratiklerinin bürokratik ve toplumsal belleğe yerleşmesi ise 9 yıldır süregelen ve asgari 2,5 milyon kişilik amorf bir insan grubuna, tüm dünyanın gözleri önünde “terör örgütü” yaftasıyla yöneltilen yaygın ve sistematik zulüm saldırılarına, toplumun sessiz veya sesli muvafakatiyle mümkün oldu.
Bu insan avının “terörle mücadele” gibi pazarlanması, hukuksuzluk pratikleri karşısında hukuku savunan her sesin “FETÖ’cü terörist, hain” stigması vurulup, sosyal linç girişimleriyle susturulması, bu yozlaşmayı o pratiklerin yanında, fiilen, fişlemeyle, infazla, itibar suikastıyla hem bürokraside kurumsallaştırdı hem de toplum yapısının genlerine yerleşti.
Nitekim yozlaşmanın kurumsallaşmasını sadece yapılagelen zulümler değil, rejimin kriminalizasyon puanı da kanıtlıyor.
Yazı dizimin bu haftaki üçüncü ve son bölümde rejimin Türkiye Cumhuriyeti kurumlarına ve vatandaşlarına karşı kurduğu, kökleştirdiği bu saldırı düzeninde ilk hileyi nasıl yaptığını ve hukuk düzenine nasıl saldırıp, masumiyeti nasıl infaz ettiğini anlatacağım.
İlk Hile: Hukuksuzluk Nasıl Bir İllüzyonla Kodlandı?
Öncelikle her zamanki gibi normatif ilkeleri esas alarak giriş yapıyorum: Türk hukuk düzeninde hiçbir insan grubuna herhangi bir kişi ya da kurumca kolektif suçlama mahiyetinde bir niteleme yapılamaz. Bunun normatif kanıtına dair üç temel olguyu buraya koyuyorum:
- Türk Anayasa’sının 6’ncı maddesi “hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz” diyor.
- Yargıtay “Terörle Mücadele Kanunu ve Türk Ceza Kanunu kapsamında, bir oluşumun, örgüt niteliğinde bulunup bulunmadığı ve niteliğinin belirlenmesi hususunda özel bir düzenlemeye yer verilmemiştir” diyor. (Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 18/7/2017 tarihli ve E.2016/7162, K.2017/4786 sayılı kararı)
- Anayasa Mahkemesi “Türk hukukunda bir yapının terör örgütü niteliğinde olup olmadığının tespitine ilişkin özel bir düzenlemeye yer verilmemiştir” diyor. ()
Anayasal düzende Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay’ın “özel bir düzenlemeye yer verilmemiştir” demesi bir insan grubuna terör örgütü nitelemesi veyahut tespitine dair kanuni yetki yoktur demektir. Kanuni yetki yoksa böyle bir devlet yetkisi olmadığı için kullanılamaz da… Kimse de Yargıtay’ın, AYM’nin “yok” dediği düzenlemeye açıkça yetki veren kanunu göstermeden “var” diyemez.
Buna rağmen Türk ve dünya kamuoyuna 2017 yılında, totaliter başkanlık sistemine geçişle eş zamanlı olarak, yetkisiz Yargıtay’ca üretilen bir FETÖ stigması “Yargıtay, 2017 yılında FETÖ/PDY diye bir örgüt olduğunu ve bu örgütün bir silahlı terör örgütü olduğunu tespit etti” illüzyonu eşliğinde pazarlanıyor. Bu pazarlamada FETÖ kodu tam bir orta çağ cadı stigmasının 21’inci yüzyıl versiyonu oldu.
Geçen 9 yıldaki tüm adli ve idari işlemler işte bu FETÖ koduyla ve bahsettiğim illüzyon üzerinden yürütüldü, 2,5 milyon masum insana zulmedildi, zulmediliyor.
Yalnız illüzyon sadece Yargıtay’ın metniyle sınırlı değildi. Yargıtay’ın metni serinin başından beri anlatmaya çalıştığım failin (rejimin ve bileşenlerinin) toplumu sindirerek kendi suçlarını örtmek için ürettiği kurgu materyallere dayanıyordu. Rejimin kendi bileşenleri kendi metinlerini kendi yargısal işlemlerine delil gibi koyarak bir illüzyonu başka bir illüzyonla besledi.
Bu manipülatif düzen geçen dokuz yıl boyunca uyguladıkları pratiklerle Türk hukuk düzeninin, hakikat duygusunun, insan onurunun, kısaca masumiyetin topyekûn ve örgütlü biçimde infaz edildiği bir düzene evrildi.
Acı olan ise bu rejimin sadece kendi bileşen ve taraftarlarının değil, muhalefetin de hatta zulme uğrayan hem Erdoğan’ın hem Perinçek’in müşterek ifadeleriyle “kökü kazınacak olan” insanların bile bu düzeni meşru bir devlet düzeni gibi görüp kanıksamasıdır.
Buraya kadar anlattığım hukuk tanımaz kurumların ürettiği belgelerle işlem yapan bir yasamadan, yürütmeden, yargıdan asla adalet, hakikat, hukuka uygun hareket beklenemez.
Nitekim yapılan zulümlere baktığımızda
- Failin hazırladığı evrakla,
- Failin yönettiği yargının,
- Failin kurduğu illüzyonu tescillediğini görüyoruz.
Bu mizansende Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un “bugüne kadarki en bağımsız ve tarafsız” diye tanımladığı yargı rejimin politik hedeflerini yargı diline çeviren bir tasdik memurluğu işlevine dönüşmüştür.
Böylece ülke genelinde yürütülen yüz binlerce hürriyetinden yoksun bırakmada, yargılamada hiçbir suç fiili, sebep sonuç ilişkisi sunulmadan, yalnızca Profesör Stefan Talmon’un AİHM duruşma salonunda dünyanın huzurunda itiraf ettiği üzere “profil uyuşması” üzerinden karar verilmektedir.
İşte asgari 9 yıldır rejim bu illüzyon taktiğini, toplumun her segmentinden milyonlarca masum insana, ailesine, itibarına, rızkına, haysiyetine, hayatına, hürriyetine karşı yürüttüğü yaygın ve sistematik saldırılarını örtmek için kullanıyor.
Derogasyonla Başlayan Cezasızlık Rejimin Kalıcılaştırılması = Homojenizasyon Sistematiği
Bir rejimin hangi niyetle hareket ettiğini anlamak için onun normlarını değil, istisnalarını takip etmek gerekir. Çünkü istisna, hukukun dışına çıkılan andır. 20 Temmuz 2016 sonrası ülke içinde ilan edilen OHAL, uluslararası düzlemde de ilan edilen derogasyon ve hemen ardından çıkarılan KHK’larla getirilen kovuşturma yasağı ve cezasızlık hep anayasal düzenin dışına geçişin kalıcılaştırıldığı yapısal yıkım adımlarıdır.
Bu yapısal yıkım mekanizmasının parçalarını bir araya koyduğumuzda ortaya çıkan tablo şudur:
- OHAL ve Derogasyon hem içerde hem dışarıda vatandaş için hukuki koruma zeminini ortadan kaldırdı.
- KHK’lar, anayasal düzeni yıkıp, bir yandan suç işleyeceklere koruma kalkanı getirirken diğer yandan da tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını kurgulayacağı, uyduracağı stigmalarla infaz edebilecek bir rejim üretti.
- Adli-idari-mali sorumsuzluk hükümleri, başta bu suçları işleyecekleri sonsuz suç işleme imtiyazıyla donatırken geçen dokuz yılda da artık bu imtiyaz bir yozlaşmış kültüre dönüştü ve kalıcılaştı.
Bu adımlar Türk devlet düzeni içerisinde basit birer “hak ihlali” ile geçiştirilemeyecek kadar vahimdir ve aslında Türk devlet düzeninin kendisine, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tümüne saldırıdır. Bunun neden böyle olduğunu şöyle bir örnekle izah edeyim: Diyelim ki FETÖ stigmasıyla 2,5 milyon Türk vatandaşını toplayıp bir modern krematoryumda yaktı ve yok ettiniz. Bu yok etmenin ardından Türk mevzuatına ve bürokrasisine enjekte edilmiş zehirler de imha edilen 2,5 milyon insanla birlikte yok olmayacak ve yaşamaya devam edecektir. O yüzden çalışmalarımda “tek tipleştirme, homojenizasyon saldırısı” dediğim bu saldırı sadece belli kişi ya da gruplara değil topyekûn devlete ve vatandaşadır.
Bu saldırı refleksle yapılan anlık bir saldırı da değildir, bilinçli, örgütlü ve sistematiktir. Çünkü o metinler alelade ve doğaçlama kurgulanmış metinler değildir.
- Önceden planlandığı anlaşılmaktadır,
- Adli ve idari bürokrasi yanında tetikçi medya uzantıları da bu saldırı için örgütlenmiştir,
- Ulusal ve uluslararası mevzuata göre yapılacak hileler bilinçli bir şekilde tasarlanmıştır,
- İtiraz ettiğinizde Erdoğan, Perinçek ve Bahçeli ittifakı koskoca bir devletin tüm gücünü ve medya aygıtını anında itiraz edene saldırmak için kullanmaktadır.
Dokuz yıl sonra gelinen durum ortadadır ve bu atmosferde hiçbir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için hukuk güvenliği kalmamıştır. Bu rejimde fiilin kanuna uygunluğu, meşru oluşu, kamu yararına oluşu önemsizdir. Esas olan rejimin size dayattığı profil ve kimliktir. Yargılama yok tasfiye vardır. Bireyler dar çerçevede benzer profil sergileyen grupları geniş çerçevede tüm toplumu susturmak, baskılamak, sindirmek, toplumun iradesini ifsat etmek için hedef yapılır.

Bu sistematikte tekil şiddet değil bir şiddet spektrumu vardır ve en düşük seviyede mobbingden en yüksek seviyede “kök kazıma” söz kalıbıyla soykırım imhasına kadar değişen bir şiddet spektrumu bulunmaktadır. Rejimin hedef yaptığı kişi ve sosyal grupla profil uyuşması olan her birey; duruma göre aç bırakılarak, tutuklanarak, işinden, sosyal çevresinden ve en sonunda hayattan koparılarak sivil hatta bedeni ölüm sürecine sokulur.
Rejimin 20 Temmuz 2016’dan itibaren adım adım oluşturduğu bu yıkım yapısı sistematik ve yapısal bir suç organizasyonudur. Bu organizasyon, yalnızca hedef yaptığı insanların haklarını değil tüm toplumun hakikat duygusunu da imha etmiştir. Bu sistematikte idare ve yargı suça entegre edilmiştir. Bu entegre idare ve yargı unsurlarıyla (en başta Sulh Ceza Hakimleri eliyle) insanların haklarına, hürriyetlerine yıllardır yapılan bunca saldırı ülkede Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, uluslararası düzlemde ise insanlığın ortak vicdanına karşı saldırıdır.
Bu saldırıyla baş edebilmek için hem ulusal hem uluslararası hukuk mekanizmalarının canlandırılması gerekmektedir.
Bu çaba gösterilmezse: Gerçekleri ortaya çıkarmak mümkün olmayacak, gerçek gömülecektir. Suçlular ve suçlar himaye görmeye devam edecek, hep mağdur yargılanacak, rejim bileşenleriyse hep temize çıkarılacaktır. Gerçek bükücü savcıların “kovuşturma yasağı” perdesi arkasında suçlar belgelenemeyecek, görünmez kılınacaktır.
Satırlarımı Ekrem İmamoğlu’na yakın “Cumhurbaşkanlığı Aday Ofisi” isimli hesaptan yapılan şu çağrı ile bitireyim:
“AZİZ MİLLETİM
Vicdan can çekişiyor!
Ahlak can çekişiyor!
Adalet can çekişiyor!
Buradan haykırıyorum,
Biz yargılanmıyoruz, direkt cezalandırılıyoruz!
Kadınlar, hastalar işkenceye maruz kalıyor!
Evlatlar, eşler, aileler rehin tutuluyor!
Avukatlar tutuklanıyor, tehdit ediliyor, savunma hakkımız çalınıyor!
Canımız tehdit altındadır!
Yüksek yargı mensuplarına,
Yüce Türk Yargısı’nın binlerce hakimine, savcısına;
Israrla sesleniyorum,
Bu, bir avuç insanı kollayan düzenin parçası olmayın,
Yazık oluyor adaletimize, hukukun üstünlüğüne, geleceğimize, inancımıza, maneviyatımıza, doğmamış çocukların istikbaline!
TARİHE NOT DÜŞÜYORUM
Bugün bu adaletsizliğe, hukuksuzluğa imza atanlar yakın zamanda adil yargı önünde hesap verecekler.
“Kişi kendinden bilir işi” misali evde, tarlada, orada, burada bir şeyler arayanların da buldukları tek şey kendi rezillikleri olacak.”
İşte 9 yılda milyonlarca masum insana zulmedile zulmedile gelinen durum budur.
Artık karar verebilirsiniz.
Ya rejimin illüzyonlarına boyun eğecek, zulmün genişleyerek devam etmesine katkı sağlayacak ya da bu kirli atmosferde hukuku ikame için temiz kalarak çaba göstereceğiz.
Bu metin, ikinci yolun çağrısıdır.

1970 yılında Sivas’ta doğdu. İlk ve orta öğreniminin ardından Deniz Lisesi ve Deniz Harp Okulu eğitimini tamamlayarak 1994 yılında Deniz Subayı olarak Teğmen rütbesiyle Türk Silahlı Kuvvetleri’ne hizmet etmeye başladı. 22 yıllık deniz subaylığı süresince Deniz Kuvvetlerinin çeşitli yüzer ve kıyı birliklerinde ve çeşitli uluslararası pozisyonlarda görev yaptı. 2016 yılında Bükreş Deniz Ataşesi görevinin tamamlanmasının ardından Türkiye’ye döndüğünde, Romanya’da iken Türkiye’de adam öldürmüş ve yaralamış gibi gösterilerek gözaltına alındı. Ardından hak mücadelesine başlayınca memuriyetten çıkarıldı. Kendisini bir insan hakları aktivisti olarak tanımlayan Hüseyin Demirtaş halen Türkiye’deki rejim değişikliği ve milyonlarca vatandaşa karşı uygulandığını düşündüğü insanlığa karşı suçlarla mücadele yürütmektedir. Evlidir, 3 çocuk sahibidir, İngilizce bilmektedir.