27 Kasım 2025, Perşembe
  • Giriş Yap
  • Kayıt Ol
Görüş
  • Dünya
    • Tümü
    • ABD
    • Afrika
    • Asya
    • Avrupa
    • Kuzey Amerika
    • Latin Amerika
    • Orta Doğu
    nadir toprak elementleri

    Çin’in Nadir Maden Hamlesi: ABD Hegemonyasına Meydan Okuma

    ekonomik kriz

    Küresel Krizin Anatomisi: ABD Dış Politikası, Avrupa’nın Ekonomik Çöküşü ve Neo-Con’ların Savaş Çıkmazı

    siyasal siddet

    Siyasal Şiddetin Yeni Yüzü

    Küresel Savaşın Eşiğinde: ABD’nin Çin’e Karşı Savaş Hazırlıkları

    Küresel Savaşın Eşiğinde: ABD’nin Çin’e Karşı Savaş Hazırlıkları

    Dogal Gaz boru hatti Sibirya

    Primakov Üçgeni ve Nükleer Enerjinin Dönüştürücü Gücü

    askeri Tören_CIN

    Barışta Sivil, Savaşta Asker: Çin’in Çınlayan Gülleri

  • Ekonomi
    Bir Gecede 1 Trilyon Dolar Buhar Oldu: Algoritmaların Gazabı

    Bir Gecede 1 Trilyon Dolar Buhar Oldu: Algoritmaların Gazabı

    istanbul üniversitesi

    Neoliberalizm Üniversiteleri Ele Geçirdi: Öğrenciler Müşteri, Akademisyenler Taşeron

    Kredi karti bocrlanmasi

    Türkiye’de Kredi Kartlarının Krize Dönüşen Yükselişi

    Paranın İktidarı: Wall Street’in Altında Ezilen Emek

    Paranın İktidarı: Wall Street’in Altında Ezilen Emek

  • Politika
    devlet ve millet / Hüseyin Demirtas

    Haneye Tecavüz Düzeni: Dokuz Yılda Kök Salan Devlet Pratiği

    temel demirer

    Şeriat’a ve “Devletçi Laikliğe” Karşı Özgürlükçü Toplumsal Laiklik

    sibel özbudun

    Nafile” Çabalar Ya Da İp(lerin)e Un Sermek(*)

    Sibel_özbudun

    Tarih Sıkıştırırken…[*]

  • Kültür & Sanat
    • Tümü
    • Edebiyat
    • Sinema
    Anthony Quinn - zorba

    Bir Aktör, Bir Heykeltraş ve Bir Ressam Olarak Anthony Quinn

    Cingeneler ve romanlar

    Görünmeyen Tarih: Çingenelerin Sürgün, Kölelik ve Kültürel Direniş Hikâyesi

    temel demirer

    Üsküdar’dan Öte”nin Şairleri(*)

    sibel özbudun

    Mahpustan Aşka Dair Dizeler[*]

  • Opinion Internatıonal
    • Tümü
    • Culture
    • Economy
    • Philosophy
    • Politics
    • World
    the cyrpto crash

    The 2025 Crypto Crash: US Tariffs Trigger a $1 Trillion Meltdown

    Burnout and gigeconomy

    Burnout and the Entrepreneurial Self: Unmasking the Lie of ‘Maximum Autonomy’

    The Shocking Truth: How a 77% Infrastructure Cut Plunged Argentina Back Into Crisis

    The Shocking Truth: How a 77% Infrastructure Cut Plunged Argentina Back Into Crisis

    finande, debt and war

    The Zero-Sum Logic of War: How National Debt Becomes a Casus Belli

  • Gorüş TV
    humboldt

    Liyakatsız Bir Devletin Eğitim Reformlarıyla Yeniden Yapılandırılması: Wilhelm von Humboldt (2. Bölüm)

    humboldt

    Humboldt Kardeşler, Akademik Özgürlük ve Eğitim İdeali (1. Bölüm)

    Hüseyin Demirtaş

    Bir Askerin Gözüyle Rusya – Ukrayna Savaşı (2. Bölüm)

    Hüseyin Demirtaş

    Bir Askerin Gözüyle Rusya – Ukrayna Savaşı (1. Bölüm)

  • Görüş Podcast
    Cingeneler ve romanlar

    Görünmeyen Tarih: Çingenelerin Sürgün, Kölelik ve Kültürel Direniş Hikâyesi

    Ortadoğu’da Yeni Dönem: İran – İsrail Savaşı

    Ortadoğu’da Yeni Dönem: İran – İsrail Savaşı

    AKIN öztürk

    Uluslararası Hukuk Ne Diyor, Türkiye Ne Yapıyor? Akın Öztürk Örneği

    Kura Çözüldü: Kenan Karabağ’ın Sözlü Tarihle Örülen Romanları

    Kura Çözüldü: Kenan Karabağ’ın Sözlü Tarihle Örülen Romanları

  • Diğer
    Çin’in Zafer Günü: Yeni Bir Güç Ekseninin İlanı

    Çin’in Zafer Günü: Yeni Bir Güç Ekseninin İlanı

    think tanks

    Düşünce Kuruluşları (Think Tanks): Tarihsel Gelişim, İşlevleri, Eleştiriler ve Gelecek Perspektifleri

    Nebiye - Hilal San

    Sahte Hayaller, Sahte Hayatlar

    aydinlanma

    Anti-Aydınlanma Çağı: Neoliberalizmin Gölgesinde Üniversite ve Toplum (1. Bölüm)

No Result
Tüm Sonuçları Görüntüle
Görüş
  • Dünya
    • Tümü
    • ABD
    • Afrika
    • Asya
    • Avrupa
    • Kuzey Amerika
    • Latin Amerika
    • Orta Doğu
    nadir toprak elementleri

    Çin’in Nadir Maden Hamlesi: ABD Hegemonyasına Meydan Okuma

    ekonomik kriz

    Küresel Krizin Anatomisi: ABD Dış Politikası, Avrupa’nın Ekonomik Çöküşü ve Neo-Con’ların Savaş Çıkmazı

    siyasal siddet

    Siyasal Şiddetin Yeni Yüzü

    Küresel Savaşın Eşiğinde: ABD’nin Çin’e Karşı Savaş Hazırlıkları

    Küresel Savaşın Eşiğinde: ABD’nin Çin’e Karşı Savaş Hazırlıkları

    Dogal Gaz boru hatti Sibirya

    Primakov Üçgeni ve Nükleer Enerjinin Dönüştürücü Gücü

    askeri Tören_CIN

    Barışta Sivil, Savaşta Asker: Çin’in Çınlayan Gülleri

  • Ekonomi
    Bir Gecede 1 Trilyon Dolar Buhar Oldu: Algoritmaların Gazabı

    Bir Gecede 1 Trilyon Dolar Buhar Oldu: Algoritmaların Gazabı

    istanbul üniversitesi

    Neoliberalizm Üniversiteleri Ele Geçirdi: Öğrenciler Müşteri, Akademisyenler Taşeron

    Kredi karti bocrlanmasi

    Türkiye’de Kredi Kartlarının Krize Dönüşen Yükselişi

    Paranın İktidarı: Wall Street’in Altında Ezilen Emek

    Paranın İktidarı: Wall Street’in Altında Ezilen Emek

  • Politika
    devlet ve millet / Hüseyin Demirtas

    Haneye Tecavüz Düzeni: Dokuz Yılda Kök Salan Devlet Pratiği

    temel demirer

    Şeriat’a ve “Devletçi Laikliğe” Karşı Özgürlükçü Toplumsal Laiklik

    sibel özbudun

    Nafile” Çabalar Ya Da İp(lerin)e Un Sermek(*)

    Sibel_özbudun

    Tarih Sıkıştırırken…[*]

  • Kültür & Sanat
    • Tümü
    • Edebiyat
    • Sinema
    Anthony Quinn - zorba

    Bir Aktör, Bir Heykeltraş ve Bir Ressam Olarak Anthony Quinn

    Cingeneler ve romanlar

    Görünmeyen Tarih: Çingenelerin Sürgün, Kölelik ve Kültürel Direniş Hikâyesi

    temel demirer

    Üsküdar’dan Öte”nin Şairleri(*)

    sibel özbudun

    Mahpustan Aşka Dair Dizeler[*]

  • Opinion Internatıonal
    • Tümü
    • Culture
    • Economy
    • Philosophy
    • Politics
    • World
    the cyrpto crash

    The 2025 Crypto Crash: US Tariffs Trigger a $1 Trillion Meltdown

    Burnout and gigeconomy

    Burnout and the Entrepreneurial Self: Unmasking the Lie of ‘Maximum Autonomy’

    The Shocking Truth: How a 77% Infrastructure Cut Plunged Argentina Back Into Crisis

    The Shocking Truth: How a 77% Infrastructure Cut Plunged Argentina Back Into Crisis

    finande, debt and war

    The Zero-Sum Logic of War: How National Debt Becomes a Casus Belli

  • Gorüş TV
    humboldt

    Liyakatsız Bir Devletin Eğitim Reformlarıyla Yeniden Yapılandırılması: Wilhelm von Humboldt (2. Bölüm)

    humboldt

    Humboldt Kardeşler, Akademik Özgürlük ve Eğitim İdeali (1. Bölüm)

    Hüseyin Demirtaş

    Bir Askerin Gözüyle Rusya – Ukrayna Savaşı (2. Bölüm)

    Hüseyin Demirtaş

    Bir Askerin Gözüyle Rusya – Ukrayna Savaşı (1. Bölüm)

  • Görüş Podcast
    Cingeneler ve romanlar

    Görünmeyen Tarih: Çingenelerin Sürgün, Kölelik ve Kültürel Direniş Hikâyesi

    Ortadoğu’da Yeni Dönem: İran – İsrail Savaşı

    Ortadoğu’da Yeni Dönem: İran – İsrail Savaşı

    AKIN öztürk

    Uluslararası Hukuk Ne Diyor, Türkiye Ne Yapıyor? Akın Öztürk Örneği

    Kura Çözüldü: Kenan Karabağ’ın Sözlü Tarihle Örülen Romanları

    Kura Çözüldü: Kenan Karabağ’ın Sözlü Tarihle Örülen Romanları

  • Diğer
    Çin’in Zafer Günü: Yeni Bir Güç Ekseninin İlanı

    Çin’in Zafer Günü: Yeni Bir Güç Ekseninin İlanı

    think tanks

    Düşünce Kuruluşları (Think Tanks): Tarihsel Gelişim, İşlevleri, Eleştiriler ve Gelecek Perspektifleri

    Nebiye - Hilal San

    Sahte Hayaller, Sahte Hayatlar

    aydinlanma

    Anti-Aydınlanma Çağı: Neoliberalizmin Gölgesinde Üniversite ve Toplum (1. Bölüm)

No Result
Tüm Sonuçları Görüntüle
Görüş

Haneye Tecavüz Düzeni: Dokuz Yılda Kök Salan Devlet Pratiği

Hüseyin Demirtaş
27 Kasım 2025
Okuma süresi: 21 dakika
A A
Facebook'ta PaylaşX'te PaylaşPinterest'te PaylaşLinkedin'de PaylaşWhatsApp'ta PaylaşTelegram'da PaylaşE-Mail ile Paylaş
devlet ve millet / Hüseyin Demirtas

Yeniden Merhaba Sevgili Dostlar,

Birkaç yıldır sürdürdüğümüz “beyin yorma” başlıklı podcast yayınlarımızı biliyorsunuz. Hem sözlü hem de yazılı serilerimde Anadolu’da birkaç yüzyıldır biriken sorunların artık yerini bir medeniyet inşasına bırakması gerektiğini konuşuyoruz. Bu beyin yorma çabamızda temel denklemi devlet ve vatandaş üzerinden kuruyorum. Bu denklemde devlet vatandaşa hizmet etmekle mükellef kamu teşkilatıdır.

İlgili İçerikler

Şeriat’a ve “Devletçi Laikliğe” Karşı Özgürlükçü Toplumsal Laiklik

Nafile” Çabalar Ya Da İp(lerin)e Un Sermek(*)

Maalesef son 200 yıllık modern dönemde Devlet–Vatandaş Denklemi bozuktur ve vatandaşına hizmet etmekle mükellef kamu otoritesi aslında bir saldırı düzenine evrilmiştir.

Bugünkü yazımda özellikle 20 Temmuz 2016’da anayasal düzen yerine getirilen kalıcılaştırılmış KHK düzeninin nasıl bir “haneye tecavüz düzeni” olduğunu ve geçen dokuz yılda bu saldırı rutininin toplumda nasıl kök saldığını artık saldırının bir “devlet pratiği” olmasını birkaç örnek üzerinden anlatmaya çalışacağım.

Bugün sizlerle paylaşacağım konu, yalnızca hukuki bir bozulma ya da tekil vakaların genelleme içeren dramatik anlatımı değil. Aksine, devlette geçirdiğim 30 yıl boyunca gözlemlediğim, son yıllarda ise artık bütün toplumu kuşattığını hep birlikte gördüğümüz bir dönüşümün somut tablosudur. Devlet–vatandaş ilişkisinin nasıl ters yüz edildiğini, kamu gücünün nasıl bir saldırı aracına dönüştüğünü, insan hayatının nasıl bir istatistik satırına indirgendiğini bizzat içerden görmüş biri olarak bu saldırı düzenini anlatmak zorundayım.

Son yıllarda yaşanan birçok olay, artık tesadüflerle açıklanamayacak kadar birbirine benziyor. Bir vakayı okuduğumuzda, diğerinde aynı yöntemi görüyoruz. Bir şehirde kamu görevlilerinin vatandaşa karşı sergilediği saldırgan tavır haberi, başka bir şehirdeki başka bir saldırının neredeyse fotokopisi gibi karşımıza çıkıyor. Hatta saldırıya maruz kalan vatandaş hukukunu korusun diye savcılığa gittiğinde, valiliğe gittiğinde, o makamların mağdur yurttaşın hukukunu savunmak yerine suçlu kamu görevlilerini himaye ettiğini gördük. Van’da helikopterden atılarak linç edilen iki yurttaşımız hep gözümün önündedir.[1]

Vatandaşa saldırıda, saldırıyı örtbasta, suçu ve suçluyu himayedeki bu benzerlik, sistematik bir yapıya işaret ediyor. İşte bu yazıyı, o saldırgan yapının fotoğrafını çekmek için kaleme aldım.

Bu fotoğraf beş parçadan oluşuyor:

  1. Erdoğan rejiminin kendi şehit ailesine yaptığı muamele
  2. Anayasa Mahkemesi üyesinin hukuk arayan yurttaşı siyasi parti kapısına yönlendirmesi
  3. Rejimin üç milyondan fazla insana “terörist” iftirasıyla yürüttüğü saldırısı
  4. Silivri’den yükselen adalet yarası
  5. Dörtyol’da bir babanın çocuklarının önünde vurularak öldürülmesi.

Şimdi bu parçaları tek tek ele alacağım ama öncesinde iki şeyi vurgulamak isterim: Birincisi bu yazılarımdaki maksadım “devlet” adının sütresine sinerek kamu gücünü ele geçirenlerin yürüttüğü saldırılara karşı, devletin yeniden insanlıkla barıştırılması için bir değerler örgüsüne davettir. İkincisi de devlet kavramının toplumsal sözleşmeye göre yüklendiği sorumluluğa dikkat çekmektir.

Bu kapsamda toplumsal sözleşmede devlete verilen görevleri hatırlayalım. Bu görevler Türkiye Cumhuriyeti anayasasının 5’inci maddesinde sıralanmıştır.

Burada biraz daha somut olması için Anayasanın 5’inci maddesinde kamu görevlilerinin her adımda ne yapmakla yükümlü olduğunu hatırlayalım:

Madde 5 – Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.

Anayasanın bu maddesiyle devlete yani kamu görevlisine verilen görevler şunlardır:

Bir kamu görevlisi,

  • Türk milletinin bir suç iradesinin tahakkümüne girmesini önleyerek anayasal düzene bağlı bağımsızlığını korumak,
  • milletin ideolojik veya çıkar temelli ayrışmalarla birbirine karşı kışkırtılmasını engelleyip kucaklaşmasını sağlayacak işlemlerle bütünlüğünü muhafaza etmek,
  • kimseyi “ocu” ya da “bucu” diye ayrıştırmadan ülkenin bütünlüğünü gözetmek,
  • totaliter rejim yerine milli egemenliğe dayalı Cumhuriyet rejimini ve diktatörlük yerine demokrasiyi korumak,
  • kişilerin ve toplumun; zarar görmesini değil refahını, korku ve dehşetle sindirilmesini değil hukuken güvende hissetmesini ve endişe yerine mutluluğunu gözetmek,
  • insanların temel hak ve hürriyetlerine tecavüz etmek yerine onları korumayı ve onları zedeleyecek her türlü işlemden kaçınmayı,
  • sosyal hukuk devleti ile adalet ilkelerine aykırı davranışlardan uzak durmayı esas almalı,
  • hatta kanunsuz işlemlerle bu haklara engel getiriliyorsa kendi statüsüne uygun şekilde bu engelleri kaldırmak için çaba göstermeli,
  • insanın maddi ve manevi varlığını yok etmeye değil geliştirmeye imkân sunan bir ortam hazırlamaya gayret etmelidir.

Hal böyleyken aşağıdaki en taze örneklerden halihazırdaki rejimin bir resmini çekeceğim.

Rukiye Dağ: Şehitlik Statüsünün Bile Koruyamadığı Çöküş(2)

15 Temmuz gecesi, Cumhurbaşkanlığı Sarayı önünde başı koparak öldürülen Cuma Dağ’ın eşi Rukiye Dağ, aynı gece gazi olmuş bir isim. O gece devlet erkânı tarafından ziyaret edilen, taziye evinden eksik edilmeyen, konferans konferans dolaştırılıp yıllarca “FETÖ’yü (!) anlatsın” diye kullanılan makbul bir figürdü.

Ancak 2018’de AKP’den milletvekili aday adayı olduğunda yaşadığı mülakat bir kırılma noktası oldu. Mülakat komisyonu kendisine, “dulmuşsunuz, eşinizden boşanmışsınız” deyince Rukiye Dağ bunu bir hakaret ve saygısızlık olarak algıladı ve olayı kamuoyuna açıklayınca, hem partili çevrelerden hem sosyal medyadan yoğun saldırıya uğradı. Bakanlar da, 15 Temmuz Derneği de kendisine sırtını döndü. Bunun üzerine “Biz o gece sokağa çıkan enayileriz” diyerek maruz kaldığı istismarı dile getirdi.

Bu süreçten sonra Dağ, özellikle çalıştığı TPAO’nun eski Genel Müdürü B.Ş.’yi yıllarca “FETÖ bağlantılı” olmakla suçladı. Devlet mekanizmasından hiçbir karşılık alamayınca Ö.K. adlı etkin pişman itirafçının beyanlarını buldu. O ifadede B.Ş.’nin ismi geçiyordu. Bu belgeyi belediyeye gönderince B.Ş.’nin atanması durduruldu. Ancak bu defa Ö.K. Rukiye Dağ’dan “gizli bilgileri yaymak” iddiasıyla şikâyetçi oldu.

Savcılık, Rukiye Dağ hakkında “hakaret” suçlamasıyla iddianame düzenledi. Üstelik dava, hukuken açılmaması gereken bir yerde açılmıştı. Dosya Ankara’ya gitmesi gerekirken yerel bir savcılıkça işleme alındı ve mahkeme ilk duruşma için 22 Nisan tarihini verdi.

İşler bundan sonra tamamen tuhaflaştı.

Rukiye Dağ, AKP Genel Merkezi’ne ve bakanlıklara gidip, “FETÖ’cüye FETÖ’cü demek ne zamandan beri suç?” diye sordu. Saray’dan bazı isimlerle görüştü. Ardından Saray’dan bir üst düzey isim kendisini arayıp, “Beraat ettiniz” mesajı gönderdi. Dağ şaşkındı, daha duruşma bile yapılmamıştı ki beraat olsun. Tam o sıralarda mahkeme personelinden telefon geldi: “Hakim durumunuza uygun bir gün vermek istiyor, basit yargılama olacak, karara çıkacak.” Rukiye Dağ bir kere daha şaşırdı: “Bana beraat ettiğim söylendi.”

Saray’daki yetkili bu kez “Yanlış anlaşılmış; beraat verecek demek istemiştir. Panik yapmayın.” dedi.

Ne var ki mahkeme, duruşma gününü öne almak için Dağ’dan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına dilekçe vermesini istedi. “Beyanın olmadan karar veremeyiz.”

Sonuç: Duruşması 5 ay sonrayken, bir yandan “beraat ettiniz” mesajları gönderilen, öte yandan mahkemenin hâlen duruşma planlaması yaptığı tuhaf bir tiyatro sahneleniyordu.

Özetle Rukiye Dağ’ın yaşadıkları, şunların göstergesidir:

– Hak arama yolları keyfîlik içindedir; mahkeme süreci savruktur, ciddiyet yoktur.
– İfadelerle, raporlarla, iddianamelerle oynanabilir; dava açılır, sonra “açılmaması gerekirdi” denir.
– Hukuk süreci bir prosedür değil, bir gözdağı aracına dönüşmüştür.

Rejim açısından bir şehit eşi ve gazi olmasına rağmen Rukiye Dağ’a, devlet mekanizmasının bütün katmanları aynı mesajı veriyordu: Bizim için hukuki değer yoktur; sadakat şeridi vardır. O şeritten saptığın an, rejimimiz için şehit de gazi de olsan bizim umurumuzda olmazsın. Rejimimiz senin hukukunu korumak için değil, seni hizaya getirmek için vardır.

Rukiye Dağ’ın hikâyesi, bugün Türkiye’de sıradan bir vatandaşın değil, rejime ağır bir bedel ödemiş bir ailenin bile sistem tarafından nasıl kolayca harcanabilir hale getirildiğinin ibret verici bir örneğidir.

AYM Üyesi: “Bize Gelmeyin, AKP–MHP’ye Gidin”(3)

Avukat Hatice Yıldız KHK TV’ye verdiği bir röportajda kamuoyuyla bir anekdotunu paylaştı.[4]

Türk hukuk düzeninin sigortası durumunda bulunan Anayasa Mahkemesi’ni bir üyesine AİHM’nin Yüksel Yalçınkaya kararının uygulanmaması nedeniyle doğan sorunları ilettiklerinde yüksek mahkemenin üyesi, “Bize gelmeyin, AKP’ye MHP’ye gidin”diyor.

Bu anekdotta anlatılan vaka devletin en yüksek yargısal makamlarında bile hukuk düzeninin çöktüğünü gösteriyor. Yüksek mahkeme üyesinin ağzından çıkan bu söz, aslında şunu söylüyor: Artık Türkiye’de bir Hukuk düzeni yoktur; karar merci artık hukuk değil, siyasettir.

Bir ülkede en üst mahkeme bile vatandaşı siyasi parti kapısına yönlendiriyorsa, orada artık devlet kalmamıştır, anayasal düzen bitmiştir, toplumsal sözleşme iğfal edilmiş demektir. Kamu görevlileri devleti tanımaz hale gelmiştir.

Halbuki bu kamu görevlilerinin tamamı istisnasız anayasaya (toplumsal sözleşmeye) sadakat üzerine namus ve şeref yemini etmiş kişilerdir.

Üç Milyonu Aşan Türk Vatandaşına “Terörist” Saldırısı(5)

Yıllardır çalışmalarımda “20 Temmuz 2016’da Türkiye’de anayasal düzen kalıcı biçimde ortadan kaldırıldı ve yerine gayri meşru bir KHK rejimi getirildi, bu rejimde hiçbir insan için hukuk güvenliği kalmadı” diyorum.

Av. Levent Mazılıgüney’in yaptığı bir çalışma bunu çok somut bir şekilde yeniden ortaya koydu. Mazılıgüney’in sunduğu tüm veriler Adalet Bakanlığı’nın resmi istatistiklerine dayanıyor ve tablo gerçekten çarpıcı.

Özellikle 2016–2024 arasında rejim 3 milyondan fazla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına “terörist” suçlaması yapmış. Yani ülkede 3 milyondan fazla insan “terörist” kategorisine sokulmuş. Bir insan açılan soruşturmayla “terörist” kategorisine sokulduğu anda otomatikman onun vatandaşlık kategorisinin düşürüldüğünü ve kişinin bir ölüm koridoruna atıldığını biliyoruz. Dolayısıyla kişi çaresiz, savunmasız bir şekilde apaçık bir saldırıya hedef yapılıyor.

Dikkat çeken diğer bir nokta da bu dosyaların büyük çoğunluğunun yıllarca canlı tutulup sonra da takipsizlikle sonuçlanmış olması. Mahkemeye gidenlerde 5’te 1 oranında beraat var. Ama “terörist” suçlaması şeklindeki saldırı bir kez kişiye yöneltildiğinde, o stigma artık o insanların hayatından çıkmıyor. Tıpkı orta çağda “cadı” denilerek insanların derilerine kızgın demirle vurulan stigma gibi…

Olaya hukuk değil de mantık açısından bakınca da vahim bir mantıksızlık ortaya çıkıyor. Dünya genelinde yaklaşık 300 bin terör şüphelisinden söz edilirken, tek bir ülkede 3 milyon kişiye “terörist” işlemi yapılması akıl ve mantıkla da izah edilemiyor.

Bu tablo bize şunu söylüyor: Türkiye’de mevcut rejim, milyonlarca masum insana “terörist” saldırısı yönelten bir saldırı mekanizmasıdır. Bu mekanizma 20 Türkiye Cumhuriyeti vatandaşından birine “terörist” saldırısı gerçekleştirmektedir.

Bu sayı, fiile dayalı bir soruşturmanın ürünü değildir; tamamen kategoriye dayalı bir tasniftir. Kimin ne yaptığı değil, rejimin kimi “hangi çekmeceye” koyduğu önemlidir. Bu kategorik saldırı, artık bir yargılama değil; toplumsal bir homojenizasyon ve imha algoritmasıdır.

Silivri’den, Bir “Ölüm Koridoru”ndan Gelen Feryat: Aslı Aydemir(6)

Sıradaki örnek Silivri’den gelen bir mektup… Bu mektup bugünkü düzenin içerden çekilmiş en net röntgeni. Zira devletin mutlak gücü cezaevlerinde kendini gösterir. Orada muhalefet yoktur, özgür irade yoktur, herhangi bir tehdit yoktur. Her şey mutlak devlet kontrolü altındadır. Masum insanlar orada rehin ve tutsaktır.

Silivri’den gelen bu mektubu okuduğumda, aslında Türkiye’de cezaevlerinin nasıl bir rejim laboratuvarına dönüştüğünü çok net gördüm. Aslı Aydemir’in anlattıkları, tekil bir şikâyet değil; içeride kurulan düzenin bütün çıplak fotoğrafı.

En başta şu var: Cezaevinde rejimin sınırları içinde yayın yapıyor dahi olsa muhalif gazetelere erişim fiilen yasaktır. Örneğin Evrensel ve BirGün için dilekçe veriliyor, hiçbir cevap yok. Televizyon var ama kanallar rejim tarafından önceden süzülmüş; Halk TV, Sözcü TV yok. Sonra da idare bir liste gönderip “kanalları siz seçtiniz” tiyatrosu oynatıyor. Yani içeride bile insanlar “mış gibi hukuk”la yönetiliyor. Devleti temsil eden kamu görevlileri hile yapıyor.

Haber saatlerinde ise bambaşka bir tablo var: Aslı Aydemir’in ifadesiyle “pornografik düzeyde şiddet” görüntüleri, sürekli tekrar eden kadın, çocuk, hayvana şiddet haberleri… Bir yandan da politik dosyalarda kimliğini gizleyerek yapılan yayınlarla insanların masumiyet karinesi ekran başında yok ediliyor. Bu haberleri izleyen kadınlar ertesi gün koğuşlara getiriliyor ve içeride de medya hükmüyle karşılanıyorlar.

En çarpıcı kısımlardan biri, adalet mekanizmasının dışarıda da içeride de tamamen çifte standartla çalışması. Tutsaklar her gün şu haberlere tanık oluyor: Polise saldıran, adam öldüren, arabayı polislerin üzerine süren kişiler adli kontrolle serbest; buna karşılık basit suçlamalarla tutuklanan kadınlar aylarca içeride tutuluyor. Bu çelişki, koğuşlarda derin bir öfkeye dönüşmüş.

Koğuşlar zaten insanlığın sınav vereceği kadar kalabalık. 500 kişilik yere 1500 kişi tıkılmış. Yatak yetmediği için insanlar yerde yatıyor. Savcı gelip bu tabloyu görüyor ama “yapacak bir şey yok” deyip çıkıyor. Yani devlet, kendi eliyle ürettiği bu çöküntüyü “kader planı” gibi gösteriyor ve sorumluluğunu meçhule yıkıyor.

Bir başka boyut ise gündüz kuşağı programları… Dışarıdaki televizyon stüdyoları tamamen “açık mahkeme”ye dönüşmüş. Sunucu hem savcı hem avukat hem hâkim gibi davranıyor; seyirci de jürilik yapıyor. Programda hedef gösterilen kişi ertesi gün gerçekten tutuklanıyor. İçeriyi dolduran kalabalığın önemli bir kısmı bu stüdyo linçlerinden gelen insanlar.

Aynı durum sosyal medyada #Tutuklansın çağrılarıyla da işliyor. Dışarıda bir hashtag, içeride bir tutukluluk demek. İçerideki kadınlar, dışarıdaki bu “tutuklayın” kolaycılığına hayret ediyor. Çünkü gerçek bedeli kendileri ödüyor: aylarca iddianamesiz tutukluluk, her ay SEGBİS’te otomatik “tutukluluğun devamı” kararları, siyah ekran kapanırken Sezen Aksu’nun “Ben sende tutuklu kaldım” şarkısına karışan bir öfke…

Tutukluların en büyük gündemi tahliye. Herkesin kulağı savcıda, hâkimde, iddianamede. Adli tatil, Meclis açılışı, infaz düzenlemesi… İçerideki insanların hayatı, dışarıdaki siyasi takvime bağlanmış durumda.

Ve en rahatsız edici şey: tahliyelerin seçmeci olması. Rejim bazılarını 2,5 ayda çıkarıyor, bazılarını 20 günde çıkarıyor, bazılarını ise hiç çıkarmıyor. Tanıdık avukat, geri çekilen şikâyet, kişisel ilişki… Sistem tamamen keyfî çalışıyor. Bu keyfîlik, içerideki kadınların yüreğinde büyük bir adalet yarası bırakıyor.

Mektubun tamamı, bana şunu gösteriyor:

Cezaevi yalnızca bir infaz kurumu değil; rejimin kendi adalet modelini dışarıdan daha çıplak şekilde uyguladığı bir mikro kozmos. İçeride yaşanan her şey, dışarıdaki çürümenin büyütülmüş hali. Burada hukuk yok; burada “mış gibi” bir düzen, seçmeci adalet, linç mekanizması ve insanı insanlığından soyan bir belirsizlik var.

Ve Enes Gıyas Leyla’nın Rejim Memurlarınca Çocuklarının Önünde Öldürülmesi(7)

Bu tablonun son halkası olarak paylaşacağım vaka Dörtyol’da yaşanan acı bir olay.

Bu vaka bir baba olarak beni de en çok sarsan vakalardan biri oldu. Sabaha karşı 04.00’te evine girilen bir insan, sadece eşinin başını örtmesi için birkaç saniye istiyor; ne direnç var ne çatışma. Buna rağmen çocuklarının gözleri önünde vurularak öldürülüyor. Üstelik yanlış adrese baskın yapıldığı, ancak öldürdükten sonra anlaşılıyor.

Bu düzen, sıradan bir “yanlışlık” değil; öldürme, sahte tutanak ve örtbas zinciriyle işleyen sistematik bir saldırı pratiği. Kamu görevlileri yaralıyı hastaneye taşımak yerine, asıl girmek istedikleri yan daireye yöneliyor. Bir devlet masum bir insanın evine bu kadar kolay giriyor, yanlış adreste masum bir babayı bu kadar kolay öldürüyor ve ardından da cinayeti raporlarla makyajlayabiliyorsa, orada hiçbir insan evladı için hukuk güvenliğinin varlığından söz edilemez.

Ailenin anlatımı da bunu doğruluyor: Kamu görevlileri, vurdukları Enes Gıyas Leyla’yı kanlar içinde bırakıp diğer adrese geçiyor, ambulans bile çağırmıyorlar. Ölen bir insanın hayatı, yanlış bir operasyonun akışını bile durdurmuyor.

Daha vahimi, raporlardaki çelişki. Türkiye’de düzenlenen raporda ölüm nedeni “şarapnel” diye yazılırken, Suriye’deki rapor açıkça “ateşli silah ve kan kaybı” diyor. Aile, bu farkın olayın örtbas edilmek istendiğini gösterdiğini söylüyor.

Olay Meclis’e taşındı. Mustafa Yeneroğlu, yaşam hakkı ve konut dokunulmazlığının ağır ihlal edildiğini belirterek İçişleri Bakanlığı’na şu soruları yöneltti: “Adres karışıklığı var mıydı? Yaka kamerası görüntüleri nerede? Yaralı neden o halde ölüme terk edildi?”

HÜDA PAR, “Bu basit bir operasyon hatası değil; yaralıyı bırakıp başka adrese geçmek vahimdir” diyerek olayın takipçisi olacağını açıkladı.

Sonuç ortada:
Bir baba, sabaha karşı evinde, çocuklarının önünde vuruluyor. Kamu görevlileri, yanlış adrese girdiğini ancak öldürme gerçekleştikten sonra fark ediyor. Devletin raporları gerçeği örtbas ediyor ve her şeye açıklama yapan İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’dan tek bir twitle dahi bir açıklama yok. Soruşturma yok. Hesap veren yok.

Bu olay, Türkiye’de sıradan bir insanın konut dokunulmazlığının ve yaşam hakkının artık hiçbir güvencesinin kalmadığını gösteren çok ağır bir fotoğraf.

Bu Vakalar Bize Ne Anlatıyor?

Bu beş parça bir araya geldiğinde tek tek “ihlal”lerden değil, bütünlüklü bir rejim tercihinden, rejimin Türkiye Cumhuriyeti kurum ve değerlerine, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına ve misafirlerine, onların hukukuna saldırısından söz ettiğim ortaya çıkıyor.

Bu ülkede artık vatandaşın fiili değil, rejimin onu yerleştirdiği kategori belirleyici hale geldi. Devlet bireye değil, “hedef gruplara” davranıyor. Kimin başına ne geleceği, hukukun nesnel ölçütlerine göre değil, rejimin o kişiyi hangi çekmeceye koyduğuna göre belirleniyor.

Rukiye Dağ örneği bize şunu gösteriyor: Rejim için şehitlik, gazilik, ödenmiş bedel bile güvence değil. Sadakat şeridinden çıktığın anda, en ağır bedeli ödemiş olsan da gözünü kırpmadan seni harcayabiliyor. Bu, vatandaşın devlet karşısındaki statüsünün “değerli insan”dan “harcanabilir dosya”ya düşürüldüğü (degredasyon) anlamına geliyor.

AYM üyesinin “Bize değil, AKP–MHP’ye gidin” sözü, yüksek yargı dahil bütün mekanizmanın hukuk yerine siyasete bağlandığını gösteriyor. Devletin sigorta kurumu olması gereken Anayasa Mahkemesi bile vatandaşı siyasi parti kapısına yönlendiriyorsa, orada anayasal düzen fiilen yıkılmış demektir.

Üç milyonu aşan insana yönelen “terörist” saldırısı, bu düzenin kimin üzerinden işlediğini ortaya koyuyor. Bu sayı, bireysel fiillere dayalı adli bir bilanço değildir; bir imha algoritmasının çıktısıdır. Devlet, belli bir grubu topluca “terörist” çekmecesine koymakta, sonra da yine kendisinin bu çekmecenin (ya da çuvalın) içine koyduğu insanlara hukuk dışı her tür muameleyi meşru saymaktadır.

Silivri’den gelen mektup, bu saldırı algoritmasının cezaevindeki hâlini gösteriyor. Orada cezaevi, sıradan bir infaz kurumu değil, rejimin “seçmeci adalet” modelini test ettiği bir laboratuvar olarak çalışıyor. Kimlerin ne kadar tutsak edileceği, rehin tutulacağı, kimin ne zaman tahliye edileceği, hukuki kıstaslarla değil, rejime yakınlık ve “işe yararlık” ölçüsüyle belirleniyor.

Dörtyol’da Enes Gıyas Leyla’nın çocuklarının gözü önünde, yanlış adrese yapılan baskında öldürülmesi, sonrasında hileli raporlar düzülmesi ise bu düzenin hane düzeyine kadar indiğini gösteriyor. Artık devlet, vatandaşın ev kapısını “tecavüz edilebilir”, vatandaşın canını da “itlaf edilebilir” bir unsur gibi görüyor. Dehümanizasyon rutin hale geliyor. Cinayet karşısında bile asıl korunan şey insan hayatı değil, saldırı operasyonunun prestiji oluyor.

Bu tablo bir araya geldiğinde karşımıza çıkan gerçek şudur: Rejimin vatandaş üzerinde kurduğu tahakküm artık klasik bir otoriterlik değil, bilinçli olarak sürdürülen bir yargısal zorbalık ve kategoriye dayalı imha düzenidir. Haneye tecavüz, yanlış adres, sahte tutanak, örtbas, müfteri terörist kategorisi, linç ekranları ve cezaevi laboratuvarları aynı zincirin halkalarıdır. Bu zincir son dokuz yılda tesadüfen oluşmamış, sistematik biçimde örülmüştür.

Ne Yapmalı?

Bu tablo karşısında “yapılacak bir şey yok” demek, tam da rejimin görmek istediği tepkidir. Çünkü bu düzen, vatandaşın çaresizlik duygusuyla kabullenmesini hedefleyen bir psikolojik kuşatma rejimidir. O yüzden ilk kırmamız gereken şey, bu çaresizlik hissidir.

Bu düzeni değiştirecek tek güç vardır: vatandaşın ortak ve kararlı bilinci. Buradaki ‘ortak’ kelimesini özellikle kullanıyorum; çünkü tek tek öfkenin ve tek tek isyanın, kurumsallaşmış bir saldırı düzeni karşısında etkisi sınırlıdır.

Bence en az beş düzeyde yapılması gerekenler var:

  1. Hakikati kayda geçirmek. Bu yazı da dâhil, anlattığımız her vaka bir hafıza kaydıdır. Her haneye tecavüzü, her yanlış adres baskınını, her sahte tutanağı, her seçmeci tahliyeyi, her “terörist” saldırısını somut tarihler, isimler ve belgelerle kayda geçirmek zorundayız. Unutulmayan zulüm, ileride hesabı sorulabilecek zulümdür. Bu nedenle, mağdur olsun olmasın, herkesin görevi tanık olduğu haksızlıkları kayıt altına almak, arşivlemek ve birbirine eklemektir.
  2. Dili düzeltmek ve meşruiyet tuzağını reddetmek
    Bu rejim kendini “hata yapan devlet”, “eksik işleyen hukuk” gibi yumuşatılmış ifadelerle görünmez kılmaya çalışıyor. Oysa ortada hata değil, tercihe dayalı bir saldırı düzeni var. Bu yüzden kullandığımız dilde failin üzerini örten her kelimeyi reddetmemiz gerekiyor. “İhlal”, “aksaklık”, “yanlış uygulama” değil; haneye tecavüz, kategorik saldırı, seçmeci imha. Hukukun meşru kavramlarını soykırım rejiminin diliyle kirletmemek, mücadelede atılacak ilk adımlardan biridir.
  3. Hukuku ulusal ve uluslararası zeminde yeniden harekete geçirmek
    İç hukuk büyük ölçüde felç edilmiş olabilir; ama bu, hukuku bütünüyle terk etmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Tam tersine, iç hukukta tutulan her kayıt, Anayasa Mahkemesi önünde yapılan her başvuru, AİHM ve BM mekanizmalarına yapılan her dosya, yarın kurulacak adil düzenin delil havuzunu oluşturacaktır. Bu rejim, kendisini hukukun dışına kaçırmaya çalışsa da biz hukuku bir “cezalandırma aracı” değil, gerçeği tespit ve failleri kayıt altına alma zemini olarak kullanmak zorundayız.
  4. Faili görünür kılmak, devleti yeniden tanımlamak
    Anlattığım her olayda “devlet yaptı” demiyorum; çünkü o haneye bizzat giren, o sahte tutanağa imza atan, o iddianameyi yazan, o tahliyeyi engelleyen gerçek kişiler var. Soykırımın zamanaşımı yok; ama bunun bir anlamı olması için faillerin tek tek kaydedilmesi ve bu kaydın toplumsal bir bilince dönüşmesi gerekir. Devleti yeniden, “üstümüzde kutsal bir güç” değil, “sözleşmeyle yetki verdiğimiz, gerektiğinde geri alabileceğimiz bir hizmet aygıtı” olarak tanımlamazsak, bu memur düzeni kendini sonsuza kadar devlet diye dayatmaya devam edecektir.
  5. Dayanışma ve korku duvarını kırma
    Bu düzen, korkuyla ve yalnızlaştırmayla ayakta duruyor. Hanesi basılan susarsa, komşusu “bana dokunmasın” diye susarsa, bir sonraki baskının kimin kapıya geleceği bellidir: Herkesin. O yüzden küçük, yerel, insan ölçüsünde dayanışma ağları kurmak; mağduriyetleri paylaşmak; hukukçuları, akademisyenleri, gazetecileri, sıradan yurttaşları ortak bir zemin etrafında buluşturmak hayati. Bu, klasik anlamda bir siyasi örgütlenme değil; insan onurunu merkeze alan bir hak mücadelesi ağıdır.

Bugün yaşadığımız düzen, devletin hizmetkâr olmaktan çıkıp, vatandaşın üstünde baskı üreten bir yapıya dönüşmesinin en uç noktasıdır. Bu dönüşüm kendiliğinden olmadı; KHK rejimiyle, düşman hukuku anlayışıyla, kategorik fişleme ve haneye tecavüzlerle adım adım inşa edildi.

Bu yazıyı yalnızca bir eleştiri metni olarak değil, bir hafıza kaydı ve bir sorumluluk çağrısı olarak kaleme alıyorum. Çünkü unutmamak, bir toplumun kendini yeniden inşa edebilmesinin ilk şartıdır; sorumluluk almak ise o yeniden inşanın başlaması için zorunlu olan ikinci şarttır.

Unutmayalım: Devlet bizim üzerimizde bir kader değildir. Bizim vergimizle, bizim hayatımızla ayakta duran, bu yüzden de bize hesap vermek zorunda olan geçici bir organizasyondur. Bu organizasyon, haneye tecavüz düzenine dönüştüğünde yapılacak şey, onu kutsamak değil, onu yeniden insanlığın hizmetine çekmektir.

Sağlıkla kalın, sağlıcakla kalın, özgür kalın…

Bir sonraki beyin yorma yazımızda buluşmak dileğiyle…

Hüseyin Demirtaş

27 Kasım 2025


[1] https://bianet.org/haber/ailesi-konustu-neden-helikopterden-atiyorsun-sucluysa-yargila-231426

[2] Aşağıdaki ifadeler benim yorumumdur, daha detaylı bilgi edinmek için linkteki haberi okuyabilirsiniz: https://muyesseryildiz.com/2025/11/23/5-ay-sonra-gorulecek-davada-nasil-beraat-karari-verilir/

[3] https://www.facebook.com/sessizhayatlarr/videos/avukat-hatice-y%C4%B1ld%C4%B1z-anlat%C4%B1yor-aym-%C3%BCyesi-yal%C3%A7%C4%B1nkaya-karar%C4%B1-i%C3%A7in-adres-verdi-bize/830099533077782/

[4] https://www.youtube.com/watch?v=a5jQtLUngSI

[5] https://www.hukukihaber.net/turkiyede-kac-terorist-var-tck-314-istatistikleri-uzerinden-degerlendirme

[6][6] https://www.birgun.net/haber/iceriden-disariya-mektuplar-adalet-yarasi-671124

[7] https://www.rudaw.net/turkish/middleeast/turkey/261120251

İlgili İçerikler

Sibel_özbudun
Politika

Tarih Sıkıştırırken…[*]

Doç. Dr. Sibel Özbudun

“Hep taze tuttum sevincimi avluda diz boyu kar elimde kır çiçekleri” Sorularınız gerçekten özenle seçilmiş, son onyılların barış süreçlerinden damıtılan...

tükenmislik
Diğer

Kendinin CEO’su Olma Hilesi: Neoliberal Özgürlük Vaadi Neden Tükenmişlikle Sonuçlanıyor?

Görüş Redaksiyon

Neoliberalizm, özgürlük kavramını nasıl gasp etti? Nihai kontrol vaadini, modern çalışan için ezici bir tükenmişlik ve anksiyete kaynağına nasıl dönüştürdü?Bu...

sibel özbudun

TARİH, TEORİ, BUGÜN

Sibel_özbudun

Grev, İşçi Sınıfının “Savaş Okulu”dur…(*)

istanbul üniversitesi

Neoliberalizm Üniversiteleri Ele Geçirdi: Öğrenciler Müşteri, Akademisyenler Taşeron

think tanks

Düşünce Kuruluşları (Think Tanks): Tarihsel Gelişim, İşlevleri, Eleştiriler ve Gelecek Perspektifleri

Sibel_özbudun

Hapishaneler”i Biliyoruz! peki ya “Tımarhaneler”i?(*)

temel demirer

Empyerlist Zorbalığın Trump’lı Aşaması

Son Makaleler

devlet ve millet / Hüseyin Demirtas
Politika

Haneye Tecavüz Düzeni: Dokuz Yılda Kök Salan Devlet Pratiği

Hüseyin Demirtaş

Yeniden Merhaba Sevgili Dostlar, Birkaç yıldır sürdürdüğümüz "beyin yorma" başlıklı podcast yayınlarımızı biliyorsunuz. Hem sözlü hem de yazılı serilerimde Anadolu’da...

japonya, Japonya Başbakanı Sanae Takaichi

Borç, Demografi ve Tayvan Provokasyonu: Japonya’nın Stratejik Kumarı

Sibel_özbudun

Venezuela’ya Barış, Wall Street’e Savaş!(1)

islam

İslami Rasyonalizm, İbn Haldun ve Toplumsal Çöküş: Akıl ve Vahiy Arasındaki Yedi Asırlık Gerilim

KATEGORİLER

  • Dünya
  • Ekonomi
  • Politika
  • Kültür & Sanat
  • Opinion Internatıonal
  • Podcast
  • Gorüş TV
  • Diğer

SAYFALAR

  • Ansayfa
  • Gizlilik Politikası
  • Görüş Hakkında
  • Görüş’te Yazmak | Become an Opinionmaker
  • Künye
  • Yayın ilkelerimiz
  • İletişim | info@gorus21.com

BİZİ TAKİP EDİN

gorus-stickyl-ogo-dark

HAKKIMIZDA

21. yüzyılın disiplinlerarası, uluslararası, farklı görüşlerin yer aldığı yayın organı

© 2025 Görüş Tüm Hakları Saklıdır.

Hoş Geldiniz!

Hesabınıza aşağıdan giriş yapın

Şifrenizi mi unuttunuz? Kayıt Ol

Yeni Hesap Oluşturun!

Kayıt olmak için aşağıdaki formları doldurun

Tüm alanlar zorunludur. Giriş Yap

Retrieve your password

Şifrenizi sıfırlamak için lütfen kullanıcı adınızı veya e-posta adresinizi girin.

Giriş Yap
No Result
Tüm Sonuçları Görüntüle
  • Dünya
  • Ekonomi
  • Politika
  • Kültür & Sanat
  • Opinion Internatıonal
  • Gorüş TV
  • Görüş Podcast
  • Diğer
  • Giriş Yap
  • Kayıt Ol

© 2024 Görüş Tüm Hakları Saklıdır.

Bu web sitesinde çerezler kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek çerezlerin kullanılmasına izin vermiş olursunuz.