
Bir savaşın geleceği ve tüm bir kıtanın kaderi, savaş meydanında değil de dünyanın en tepesinde, kapalı kapılar ardında yapılan sessiz bir toplantıda belirlenseydi ne olurdu?
15 Ağustos 2025’te, Anchorage, Alaska’nın yalın güzelliği içinde, ABD Başkanı Donald Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında yüksek riskli bir zirve gerçekleşti. Manşetler, acil bir ateşkesin olmadığını belirtirken, asıl hikaye, yani Kiev’den Brüksel’e kadar iktidar koridorlarında şok dalgaları yaratan olay, çok daha karmaşıktı. Bu, yeni bir barışa doğru atılan cesur bir adım mıydı, yoksa Ukrayna ve Avrupa’yı dışarıda bırakan yıkıcı bir diplomatik manevra mı?
Emekli BM diplomatı Michael von der Schulenburg’un Alaska zirvesini neden bir “oyun değiştirici / Game Changer” olarak nitelendirdiğini incelemeye calisacağız. Bu görüsmenin küresel gücü nasıl temelden yeniden şekillendirebileceğine dair tartışmalı analizini, ve en önemlisi, bunun Ukrayna’daki savaşın geleceği ve Avrupa’nın kimliği ve gelecegi için ne anlama geldiğini mercek altina alacagiz.
Savaş, Diplomasi ve Güven
Alaska’da olanların önemini gerçekten kavrayabilmek için, öncelikle bugün bölümümüzün bel kemiğini oluşturan analizi yapan kişinin dünya görüşünü anlamamız gerekiyor. Michael von der Schulenburg bir yorumcu değil; uzun derin tecrübelere sahip bir diplomat ve bir diplomasi uygulayıcısıdır. Birleşmiş Milletler için otuz yılı aşkın bir süre boyunca dünyanın en zorlu çatışma bölgelerinde çalışmıştır. Ve ona göre, çağımızın en kritik sorunu silahlar, sınırlar veya ideolojilerle ilgili değil. Bu, güvenle ilgili. Ya da daha doğrusu, güvenin yıkıcı yokluğuyla.
Schulenburg, savaşın insan etkileşiminin mutlak en düşük noktası olduğunu siklikla dile getirir. Kendi sözleriyle, savaş, insanların “kelimenin tam anlamıyla birbirlerini öldürdüğü bir noktadır, çünkü karşı tarafın zarar vermeyeceğine güvenemezler.” Bunu açıklamak için, 1980’lerdeki vahşi İran-Irak savaşına işaret ediyor. Bu çatışma, her iki taraf için de askeri olarak sürdürülemez hale geldikten sonra bile üç korkunç yıl boyunca devam etti. Neden mi? Sadece, hiçbir tarafın müzakere edilen şartların gerçekten yerine getirileceğine güvenememesi nedeniyle. İşte güvensizliğin ölümcül gücü budur.
Bu güven krizinin, Rusya ile daha önceki barış girişimlerini mahveden şeyin ta kendisi olduğunu iddia ediyor Schulenberg. Kaynaklar, Donald Trump’ın başkanlığı sırasında Moskova ile anlasmak için ilk adımları attığını belirtiyor. Bildirildiğine göre, önemli tavizler önermiş: Kırım’ı tanımak, NATO’nun daha fazla genişlemesine karşı çıkmak gibi. Ancak bu yaklaşımlar hiçbir yere varmadı. Schulenburg’un analizi, sebebin basit olduğunu öne sürüyor: Vladimir Putin, Trump’ın veya daha da önemlisi, Amerikan siyasi sisteminin bu vaatleri gerçekten yerine getirebileceğine güvenemedi. Bu güvenilirliğin en önemli nedeni, Avrupa’nın duruşuydu. Birçok Avrupa başkentindeki hakim strateji, Trump’ın başkanlığını görmezden gelmek veya “beklemek”ti, bu da Moskova’ya yapılan herhangi bir anlaşmanın tersine çevrilebileceği ve muhtemelen de tersine çevrileceği sinyalini veriyordu. Bu, jeopolitikte güvenin sadece kişisel niyetle ilgili olmadığını; siyasi rüzgarlar değişse bile takip edilecek güvenilir, kurumsal bir taahhütle ilgili olduğunu kesin bir şekilde hatırlatıyor.
Güvenin ötesinde, Schulenburg modern devlet yönetiminde eksik olan başka bir unsuru daha tespit ediyor: rakibini anlamak için gösterilen samimi bir çaba. Mevcut durumu “diplomasinin yokluğu” olarak adlandırıyor; bu durumun, Soğuk Savaş’ın en karanlık günlerinden bile potansiyel olarak daha tehlikeli olduğuna inanıyor. Gerçek diplomasi için formülü, son derece basit ancak bir o kadar da derindir: Saygı gösterin. Dikkatle dinleyin. Ve karşı tarafın bakış açısını gerçekten anlamaya çalışın. Anlamanın, aynı fikirde olmakla aynı şey olmadığını hemen vurguluyor. Ancak, saldırganlığı yatıştırmak ve barışa giden yolları bulmak için vazgeçilmez bir araçtır.
Bunun yerine, tehlikeli bir alışkanlığa kapıldığımızı savunuyor. Düşmanımızın konumunu bile doğru bir şekilde ifade edemiyoruz. Onun sözleriyle, “sadece kendi içsel savaşçılıklarıyla hareket eden karikatür karakterler” yaratıyoruz; oysa onların, meşru ve hatta rekabetçi, güvenlik çıkarları olarak algıladıkları şeylere göre hareket etme olasılığını ele almıyoruz.
Bu başarısızlık, Schulenburg’un savaşın en güçlü tetikleyicisi olarak adlandırdığı kendini beğenmişliğe doğrudan yol açıyor. Bunu sadece ahlaki bir kusur olarak değil, aynı zamanda barışı aktif olarak engelleyen stratejik bir kör nokta olarak görüyor. Doğrudan Avrupa Birliği’nin ilan ettiği savaş hedeflerini işaret ediyor: Rusya’dan büyük tazminatlar talep etmek, Rusya’nın tüm ihtilaflı toprakları terk etmesinde ısrar etmek ve Ukrayna’nın NATO’ya tam üyeliği için durmadan baskı yapmak. Schulenburg için bunlar, kendini beğenmiş bir pozisyonun en iyi örnekleridir. Haklı olanın kim olduğu ve kimin yanlış olduğu konusundaki bu katı, tavizsiz duruşun, Avrupa’yı uygulanabilir çözümlere karşı tamamen körleştirdiğine inanıyor ve açıkçası, Rusya ile kalıcı bir barış müzakeresi yapamaz hale getirdiğini düşünüyor—özellikle de Rusya’nın askeri olarak savaşı kazandığı yönündeki değerlendirmesi göz önüne alındığında. Bu, temel bir soruyu ortaya atıyor: Diğer tarafın algıladığı gerçekliğini kabul etmeyi, bırakın anlamayı, reddederseniz nasıl müzakere edebilirsiniz?
Kibirli Olmanın Tehlikeleri
Zirvenin zamanlaması kesinlikle kritikti. Ukrayna’nın askeri olarak çöküşün eşiğinde olduğu, Rusya’nın şartlarında müzakere etmek veya tam bir siyasi ve askeri dağılma riskini göze almak gibi zorlu bir seçimle karşı karşıya olduğu bir zamanda gerçekleştiği biliniyor. İşte bu vahim bağlamda, Schulenburg tartışmalı bir şekilde “Avrupa maceracılığı” olarak adlandırdığı tehlikeden bahsetmeye başladı. O dönemde ortada dolaşan raporlar ve tartışmalar silsilesi şöyle: Ukrayna’ya Avrupa barış güçleri gönderme planları, Moskova’ya saldırmakla ilgili demeçler, 2029’a kadar Rusya ile potansiyel bir savaşa hazırlık için yapılan askeri tatbikatlar—tesadüfen, ikinci bir Trump döneminin sona ereceği yıl. Hatta bazı kaynaklara göre, Rusya’nın yaptırımlardan kaçınan “gölge filosuna” engel olmak veya Rusya’nın Kaliningrad enklavını fethetmekle ilgili tartışmalar bile vardı.
Schulenburg’un bu planlara ilişkin değerlendirmesi çok açık. Onları “savaş eylemleri” olarak adlandırıyor—ona göre, neredeyse kesin bir nükleer misilleme riski taşıyan eylemler.
Trump bir “Güvercin” mi?
Schulenburg, Alaska buluşmasını, Donald Trump’ın bu düşünce hattının tamamına karşı kesin bir duruş getirmek için attığı kararlı, stratejik bir hamle olarak yorumluyor. Putin ile buluşarak Trump, dünyaya ve özellikle Avrupa’ya, Amerika Birleşik Devletleri’nin bu tür yüksek riskli bir tırmanışı desteklemeyeceği sinyalini verdi. Schulenburg’un değerlendirmesine göre, bu durum Avrupa’yı tamamen yalnız bırakıyor. Ve burada, dikkat çekici bir gözlemde bulunuyor: medyada genellikle dengesiz ve tehlikeli olarak resmedilen bir figür olan Donald Trump, aslında bu durumdan, Schulenburg’un ifadesiyle, “nükleer savaşı kışkırtıyor gibi görünen” Avrupalı liderlere kıyasla daha makul, daha rasyonel bir aktör olarak çıkıyor. Bu, yaygın anlatının çarpıcı bir şekilde tersine çevrilmesidir.
Bu nedenle, zirve, Rusya’yı büyük bir dünya gücü olarak de facto bir tanıma işlevi gördü ve Batı’nın jeopolitik konumunu azaltmayı amaçlayan yıllarca süren politikasına doğrudan bir tezat oluşturdu. Trump’ın bu hamlesi, Amerika Birleşik Devletleri’ni, jeopolitik haritanın yeniden şekillendiği büyük çatışmalar sonrasında sıklıkla görülen, diplomatik teamüllere uygun ve soğukkanlı bir yaklaşım olan ‘kazananı karşılayan’ aktör konumuna yerleştirmiştir
Şimdi, önemli sonuçlara bakalım. Gözlemciler tarafından vurgulanan ilginç bir ayrıntı, görünüşe göre hiçbir tarafın en üst düzey askeri generallerini masaya getirmemiş olmasıdır. Schulenburg, bunun güçlü bir sinyal olduğunu öne sürüyor: “savaş bitti,” yani birincil tartışmaların askeri detayların ötesine geçtiği anlamında. Odak, çok daha geniş, uzun vadeli ABD-Rusya ilişkisine kaymıştı—Arktik’in geleceği, uzayda işbirliği ve ileride potansiyel silah kontrolü gibi konular. Hatta Putin’in Trump’a gelecekte Moskova’da yapılacak bir toplantı için davet gönderdiği ve Trump’ın bunu “ilginç” bulduğu yönünde haberler bile var.
Ancak en önemli ve acil sonuç, Trump’ın ateşkes konusundaki tutumunda yaşanan incelikli ama çok önemli kayma oldu. Haftalarca, alenen acil, koşulsuz bir ateşkes için baskı yapıyordu. Ancak, Putin ile yaptığı üç saatlik toplantıdan sonra, bu önemli talep düştü. Bunun yerine, Trump, Putin’in çatışmanın “ana nedenlerini” ele alan daha geniş bir barış anlaşması yönündeki tercihlerini benimsemiş gibi göründü. Bu, Rusya’nın temel taleplerinin zımnen tanındığı anlamına geliyor: anayasal olarak tarafsız bir Ukrayna, Rusça konuşan nüfus için dil ve kültürel koruma ve Rusya’nın Karadeniz’e kalıcı şekilde deniz erişiminin sağlanması. Bunun etkisi çok derin: Rusya’nın, ABD’nin doğrudan eleştirisi ve karşı hamleleriyle karşılaşmadan, daha geniş çapta stratejik şartlar karşılanana kadar savaşa devam etmesine etkili bir şekilde izin veriliyor, hatta belki de teşvik ediliyor. Moskova’dan bir analistin belirttiği gibi, Putin, pek bir şey vermeden istediği her şeyi aldı.
Zirveden hemen sonra, Başkan Trump sorumluluk söylemini yeniden şekillendirmeye başladı. Bir röportajda, “Şimdi, bunu başarmak gerçekten Başkan Zelenskyy’ye kalmış” dedi. Schulenburg gibi analistler tarafından yorumlanan bu tek cümle, çatışmanın muazzam ağırlığını doğrudan Kiev’in ve dolayısıyla Avrupa’nın omuzlarına yüklüyor. Bunun anlamı, ABD’nin şimdi çatışmadan askeri olarak çekilmeye başlayacağı ve Schulenburg’un görüşüne göre, savaşı büyük ölçüde katılmaktan yoksun ve kendi başına etkili bir şekilde tırmandırma yeteneği olmayan bir Avrupa kıtasını geride bırakacağıdır.
Bu analize göre, Ukrayna’nın seçenekleri trajik bir şekilde sınırlı hale geliyor. Eğer Kiev’deki hükümet rasyonel davranırsa, tek gerçek seçeneklerinin önce Trump ile, sonra da Putin ile müzakere etmek olduğu görülüyor. Schulenburg, oldukça kışkırtıcı bir şekilde, Ukrayna’nın Kırım gibi—1954’te Ukrayna SSC’ye bağlandığını belirttiği—veya Donbas’ın bazı kısımları gibi topraklardan vazgeçerek bile hayatta kalabileceğini savunuyor. Onları kaybetmenin uzun vadede Ukrayna’yı daha bütünleşmiş bir ülke bile yapabileceğini öne sürüyor.
Bu son derece tartışmalı bir görüş olmakla birlikte, ardından sert bir uyarıda bulunuyor: savaşı sürdürmek, Ukrayna’nın bir devlet olarak varlığını, Odessa gibi stratejik şehirlerin potansiyel kaybı da dahil olmak üzere riske atar. Bu bakış açısı, elbette, Rusya lehine herhangi bir toprak kaybını kabul etmenin temelden “ahlaksız” olduğu yönündeki derinden kök salmış Avrupa görüşüyle doğrudan çatışıyor. Ancak Schulenburg’un analizi, zor bir karşı soruyla geri dönüyor: Eğer Avrupa’nın katı, maksimalist duruşu aslında savaşı uzatıyorsa ve onun görüşüne göre Ukrayna’nın yıkımına doğrudan katkıda bulunuyorsa, gerçek ahlaki üstünlük aslında nerede yatıyor?
Avrupa’nın Azalan Etkisi
Bu bizi analizin son ve belki de en sert kısmına getiriyor: Avrupa’nın azalan etkisine dair çizilen kasvetli tablo. Schulenburg, Rusya’yı izole etme girişiminin kesinlikle başarısız olduğunu savunuyor. Rusya, Hindistan gibi küresel güç merkezleri ile iyi ilişkilere sahip ve ekonomisinin şaşırtıcı derecede dirençli olduğunu kanıtlarken, Avrupa kendi ekonomik çıkarlarına karşı hareket ediyor gibi görünüyor.
Çarpıcı bir karşılaştırma yapıyor: ABD ve Avrupa militarizme giderek daha fazla yüklenirken, Çin ekonomik bir güç merkezi olarak ortaya çıktı. Bu arada, Avrupa, ekonomik gerileme, artan sosyal sorunlar ve Schulenburg’un “hükümetin resmi gerçekleri” olarak adlandırdığı şeylerin kamusal söyleme hakim olmaya başlamasıyla birlikte hukukun üstünlüğü ve ifade özgürlüğünün endişe verici bir şekilde aşınmasıyla karşı karşıya.
Batı’nın şimdi iki önemli savaşı kaybettiği yönünde devasa bir iddiada bulunuyor: Ukrayna’daki savaş ve İsrail’in İran, Hamas ve Hizbullah ile olan çok yönlü çatışmaları. Bunun, küresel güçte derin ve geri döndürülemez bir kaymayla bağlantılı olduğunu savunuyor. Dünya nüfusunun -bilindiği üzere- bir yüzde 90’ı Batılı değil. BRICS gibi ekonomik bloklar, bazı ölçümlere göre artık ekonomik ve teknolojik olarak G7’den daha büyük. Avrupa’nın teknolojik üstünlüğünü kaybettiğini ve Çin ve Hindistan gibi devlere karşı ikincil yaptırım tehditlerinin eskisi gibi bir güce sahip olmadığını iddia ediyor.
Schulenburg, Avrupa’nın geleceğine ilişkin perspektifini oldukça karamsar bir şekilde ortaya koymaktadır. Ona göre Avrupa, çoğu zaman kendi uzun vadeli çıkarlarına aykırı politikalar izleyen bir kıta görünümündedir. Özellikle, giderek Rusya üzerinden bağlanmakta olan ve hızla yükselen Asya ile ticari ve ekonomik ilişkilerden kopuk kalması durumunda, Avrupa’nın geleceği ‘son derece kasvetli’ olarak nitelendirilmektedir. Schulenburg, bu bağlamda Birleşmiş Milletler Şartı’nın kurucu ilkelerine—devletlerin iç işlerine müdahale etmeme ve uluslararası ihtilafların barışçıl yollarla çözümü—geri dönülmesi gerektiğini savunmaktadır. Zira modern silah teknolojilerinin ulaştığı yıkıcı kapasite, savaşın artık siyasi çatışmaları çözmek için sürdürülebilir bir yöntem olmaktan çıktığını açık biçimde göstermektedir.
Ve böylece, havada asılı kalan son, çok önemli bir soruyla baş başa kalıyoruz. Açıkça ve hızla çok kutupluluğa doğru kayan bir dünyada, eğer Avrupa geçmişte kalmış tek kutuplu bir anının anısına tutunmaya devam ederse ve Schulenburg’un kendi sosyal dokusunu ve özgürlüklerini baltalama tehdidi olarak adlandırdığı “aşırı militarizme” kayarsa, 21. yüzyılda sürdürülebilir, barışçıl ve gerçekten uygun bir yol bulabilmesi için ne tür içsel değişimler—sadece küçük politika değişiklikleri değil, görünümde ve kimlikte derin, temel değişiklikler—gereklidir?
Alaska zirvesi bir savaşı bir gecede sona erdirmemiş olabilir. Ancak bu derin ve zorlu analize göre, bir sonraki dünyanın haritasını çizmiş olabilir.
Michael von der Schulenburg Kimdir?

Michael von der Schulenburg, 40 yılı aşkın süredir uluslararası diplomasi ve barış inşası alanında görev yapan deneyimli bir diplomattır. Birleşmiş Milletler (BM) ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nda (AGİT) üst düzey görevlerde bulunmuş, Afganistan, Irak, Haiti ve Sierra Leone gibi birçok çatışma bölgesinde çalışmıştır. Özellikle Sierra Leone’de BM Genel Sekreteri’nin İcra Temsilcisi olarak, iç savaştan çıkmış ülkenin barış ve demokrasiye geçiş sürecinde önemli katkılar sağlamıştır. Afganistan’da ise ulusal uzlaşı ve kurum inşası çabalarına liderlik etmiştir.
Kariyeri boyunca önceliği çatışmaların önlenmesi, sürdürülebilir barışın sağlanması, insan haklarının korunması ve demokratikleşme olmuştur. Ayrıca, askeri müdahaleleri eleştiren, diplomasi ve kalkınma odaklı barış çözümlerini savunan birçok makale ve rapor kaleme almıştır. Son yıllarda, uluslararası barış operasyonlarının kriz yönetiminden çok önleyici bir yaklaşıma kayması gerektiğini savunmaktadır. Bugün hâlâ danışmanlık, akademik katkılar ve konuşmalarıyla barış savunuculuğunu sürdürmektedir.
İlgili Kaynaklar
https://www.meer.com/en/authors/962-michael-von-der-schulenburg
Decoding the Trump-Putin Alaska summit
Trump, Putin Summit in Alaska: Full Statements
Trump-Putin summit: What could Europe and Ukraine’s next moves be? • FRANCE 24 English
Michael von der Schulenburg: Alaska Meeting Was a “Game Changer”