
European Democracy Lab’ın düzenlediği programda Ulrike Guérot ve Hauke Ritz, Werner Rügemer’in Verhängnisvolle Freundschaft (Felaket Getiren Dostluk) adlı kitabını mercek altına aldılar. Bu kitap, yakın dönem Avrupa tarihçiliğinin geleneksel anlatısına meydan okuyarak, ABD’nin Avrupa kıtasının kaderini düşündüğümüzden ve bize anlatılandan çok daha derin bir biçimde şekillendirdiğini öne sürüyor. Biz de Avrupa’nın yakın tarihine yeni bir bakış açısı sunan bu ufuk açıcı söyleşiyi Görüş21 okurları için derledik.
Giriş: Yeniden Düşünülmesi Gereken Bir Dostluk
Avrupa ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki “transatlantik ilişki” terimi, çoğu zaman ortak değerlere, ittifaka ve ortak tarihe dayanan sağlam bir dostluğu çağrıştırır. Avrupa Birliği’nin, Avro’nun ve kıtadaki işbirliğinin asıl organizatörü olarak kendimizi görmeye eğilimliyiz. Ancak European Citizens Radio ve European Democracy Lab’den Ulrike Guérot ve Hauke Ritz, Werner Rügemer’in 2023 tarihli Verhängnisvolle Freundschaft: Wie die USA Europa erobert (Felaket Getiren Dostluk: ABD Avrupa’yı Nasıl Ele Geçirdi) adlı kitabı üzerinden bu yaygın anlatıya radikal bir karşı tez sunuyor.
Guérot ve Ritz’in yürüttüğü European Democracy Lab, “AB’nin Ötesindeki Avrupa” ve “Çok Kutuplu Dünyada Avrupa” mottolarıyla, kıtanın nasıl daha iyi organize edilebileceği ve her şeyden önce nasıl barışçıl bir şekilde korunabileceği üzerine düşünmeyi amaçlıyor. Bu entelektüel arayış, piyasada yer alan farklı kitapları önyargısız bir perspektifle ele alarak Avrupa temasını yeniden değerlendirmeyi hedefliyor.
Amerikan Etkisinin Avrupada’ki Karanlık Tarihi
Werner Rügemer’in kitabı, Avrupa’da uzun süredir hâkim olan Amerikan dostluğu ve yardımseverliği söylemine—Wilson’ın barış girişimlerinden Berlin Hava Köprüsü’ne ve 1945’teki “kurtuluş” (faşizmin yenilgisi) anlatısına kadar—tamamen zıt bir perspektif sunuyor.
Eser, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’ndan günümüze kadar Avrupa’da yaşanan pek çok olayın Amerikan siyasal aktörleri, şirketleri, bankaları ve başkanları tarafından yönlendirildiğini; ABD’nin kıtada kimin iktidara gelebileceğine doğrudan ve kapsamlı biçimde müdahale ettiğini öne sürüyor.
Dahası, kitaba göre Amerikan aktörler, çeşitli dönemlerde faşist hareketleri, iç savaşları ve Franco, Mussolini, Hitler gibi faşist liderleri destekledi. Bu nedenle çalışma, Atlantik ilişkilerini olumlayan ana akım anlatının tam tersini ortaya koyan, adeta yüzümüze çarpan bir “ABD’nin Kara Kitabı” niteliği taşıyor.
ABD’nin İç Dinamikleri: Kurumsal Ahlaksızlık
Kitap, okuması zor, anlatıdan yoksun ve oldukça olgusal bir dille yazılmış olsa da sunduğu bilgiler son derece çarpıcıdır. Werner Rügemer, Avrupa’ya geçmeden önce ABD’nin iç dinamiklerine odaklanarak başlıyor: Kızılderililere yönelik devlet politikaları, köleliğin tarihi ve sendikaları zayıflatmak için faaliyet gösteren “union buster” (sendika bozguncuları) şirketler. Bu tablo, ABD’yi bireyin “sınırsız özgürlük” iddiasına sahip olduğu; oligarkik yapıların, çıkar ağlarının ve belirli bir gözü karalığın kültürel olarak yerleştiği bir devlet olarak resmediyor.
Özgürlük, Demokrasi ve Refah söylemleriyle yükselen Amerikan kapitalizmi kendisini dünyaya böyle tanıttı. Ancak “Önce Amerika” pratiğinin soykırım, emek sömürüsü, savaş yoluyla yabancı mülklerin gaspı gibi yöntemleri sadece modernize edildi. Birinci Dünya Savaşı, ilk büyük küresel ticari fırsata dönüştü; müttefikler bağımlı hâle getirildi. Savaşın ardından ABD şirketleri Batı Avrupa’ya yatırım yaptı. Mussolini ABD kredileriyle desteklendi. Ford, Hitler’i finanse etti. ABD şirketleri Franco’yu destekledi ve Alman Wehrmacht’ını silahlandırdı. Hollywood, Goebbels için film üretti. İsviçre’de ABD öncülüğünde kurulan yeni merkez bankası, Nazi yağma altınlarını akladı. Yahudilere yönelik zulüm ise görmezden gelindi.
Sivil halka atılan iki atom bombasıyla birlikte, uluslararası hukukun sistematik ihlali eşliğinde yeni düşmanlara karşı yeni savaşlar başladı. Werner Rügemer, 1980’lerden bu yana ABD toplumunun siyasi ve ahlaki çöküşü, zengin–yoksul arasındaki uçurum, ordu–istihbarat–yüksek teknoloji üçgeni, çevre yıkımı ve göçmen düşük ücretli işçilerin maruz kaldığı sağlık tehditleri üzerine yayınlar yapıyor — bu sistem çoktan küreselleştirildi ve “yeni değerler” söylemleriyle cilalandı.
Tanıtım bülteninden
Kitabın ilk bölümlerinde, ABD’nin kuruluşundan itibaren anti-sosyal bir devlet yapısına sahip olduğu; oligarkik ve tekelleşmiş güç ilişkileri üzerine inşa edildiği vurgulanıyor. Ulrike Gerotz ve Hauke Ritz, bu yaklaşımın, Hollandalı düşünür Kees van der Pijl’in “Egemen Devlet’e Karşı Egemen Sermaye” tezine paralel bir okuma sunduğunu belirtiyor. Bu yaklaşıma göre ABD’de egemenlik, devlette değil, “Egemen Sermaye”dedir; buna karşılık Avrupa’da devlet egemenliği ve hukukun sermayenin önüne konduğu bir gelenek (Jean Bodin, Hegel) bulunmaktadır.
Kitap ayrıca sermaye çıkarlarının—örneğin United Fruit Company veya büyük petrol şirketlerinin—Amerikan dış politikasını biçimlendirdiğini, hatta kimi zaman Amerikan devletinin ve vatandaşların çıkarlarına karşı hareket edebildiğini ortaya koyuyor.
Avrupa’ya Giriş: Kapitalizm ve Faşizm
Kitap, Amerikan emperyalizminin Birinci Dünya Savaşı sırasında ve özellikle 1920 – 1939 yılları savaş arası dönemde Avrupa’ya nasıl yayıldığını ayrıntılı biçimde ele alıyor. Amerikan şirketleri, Avrupa’daki güçlü sosyalist ve işçi hareketlerini görünce şaşkınlığa düşmüş ve bu hareketlerin ABD’deki gibi kolayca manipüle edilemediği sonucuna varmışlardır. Bu durum, Amerikan oligarkik elitlerinin Mussolini’nin İtalya’daki yönetiminden etkilenmesine ve “Avrupa’nın her yerinde böyle bir lidere ihtiyaç var” şeklinde düşünmesine yol açmıştır.
Bu noktada kitabın temel tezi net biçimde ortaya çıkar: Amerikan sermayesinin Avrupa’daki birincil hedefi, Komünizm ve Sosyalizmi engellemektir.
Kitapta yer alan şu vurgu, bu yaklaşımı özetler niteliktedir:
“Tüm bunlar, cumhuriyetçi, sosyalist, komünist, vatandaş odaklı ve demokratik taleplerin ya ortadan kaldırılması, ya bastırılması ya da araçsallaştırılması anlamına geliyor.”
Faşizm ve Nasyonal Sosyalizm (Mussolini, Hitler, Franco), Amerikan kapitalizmine hizmet eden araçlar olarak değerlendirilmiştir. Rügemer’e göre Wall Street, Mussolini’yi açıkça desteklemiş; Amerikalı iş çevreleri ve sanayiciler ise Hitler ve Mussolini lehine finansman ve halkla ilişkiler çalışmaları yürütmüştür.
Kitabın kilit tespitlerinden biri, faşizmin “serbest ticaretle uyumlu” olmasıdır. Amerikan oligarşik elitlerine göre, devletin sermayenin sınırsız hâkimiyetini kısıtlayan tüm egaliter, cumhuriyetçi ve ortak refah odaklı unsurların (sosyalizm/komünizm) tasfiye edilmesi gerekmektedir. Faşizm bu amaca hizmet ettiği için desteklenmiştir.
İkinci Dünya Savaşı ve Amerikan Yüzyılı
Rügemer’in kitabına göre ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndaki temel stratejik hedefi, savaş sonrasında yeni bir “Amerikan Yüzyılı” inşa etmekti. Bu bağlamda ABD’nin, savaşın ilk dönemlerinde Hitler’i ve Japonya’yı bir süre askeri olarak rahat bıraktığı; hatta Çekoslovakya’nın Üçüncü Reich’a (Fasist Almanya) bırakılmasını sağlayan Münih Anlaşması’na neredeyse hiçbir itiraz etmedigini belirtiliyor.
Kitabın en çarpıcı tezlerinden biri, ABD’nin hem Avrupa’da hegemonik bir güç hâline gelebilecek Almanya’yı hem de sosyalist Sovyetler Birliği’ni potansiyel tehdit olarak görmesi ve bu iki gücün birbirini mümkün olduğunca zayıflatmasını istemesidir.
Operatif askeri ana amaç iki yönlüydü: Kapitalist ana rakip Almanya askeri olarak yenilmeli ve ekonomik açıdan çökertilmeli, aynı zamanda Hitler Almanyası’nın yardımıyla sistem karşıtı Sovyetler Birliği mümkün olduğunca yıpratılmalıydı. Zira Sovyetler Birliği, uluslararası işçi hareketinin ve alternatif bir ekonomik–toplumsal sistem olan sosyalizmin en merkezi temsilcisiydi. Bu nedenle Almanya ve Rusya birbirlerini olabildiğince yıpratmalıydı.
Bu yaklaşımı destekleyen örneklerden biri de Cumhuriyetçi Senatör ve daha sonra savaş sonrası dönemin ilk başkanı olacak olan Harry Truman’ın, Alman Ordusu, Wehrmacht’ın Sovyetler Birliği’ne saldırmasından yalnızca iki gün sonra yaptığı açıklamadır:
“Almanya’nın kazanmak üzere olduğunu görürsek Rusya’ya yardım etmeliyiz; Rusya’nın kazanmak üzere olduğunu görürsek Almanya’ya yardım etmeliyiz. Böylece birbirlerini olabildiğince çok öldürsünler.”
Lobi ve Manipülasyon
Kitapta, Amerikalı Wall Street avukatları olan John Foster Dulles ve Allen Dulles kardeşlerin ABD sermayesinin küresel yayılımını organize ettiği belirtiliyor. Bu kardeşler, ABD tarihinde tartışmalı ve “kirli” bir üne sahiptir. Başkan Dwight Eisenhower, 1953 yılında John Foster Dulles’ı Dışişleri Bakanlığına, kardeşi Allen Dulles’ı ise CIA Başkanlığına atamıştır. Amerikan dış politikasının açık ve gizli kanatlarının başına iki kardeşin aynı anda getirildiği bu durum, tarihte ilk ve tek örnektir.
Dulles kardeşler yalnızca uluslararası iş bağlantıları kurmakla kalmamış; Küba’daki şeker işleme tesisleri, tütün tarlaları, demiryolları ve madenler gibi geniş ticari varlıklara da sahip olmuşlardır. Bu figürlerin Amerikan siyaseti üzerindeki etkisi 1960’lara kadar devam etmiştir.
Sonuç: İllüzyondan Uyanış
Bu kitap —ve benzer şekilde Eric Branca’nın L’ami américain (Amerikalı Dost) adlı eseri ile Stefan Baron’un çalışmaları— ABD’yi bir “ortak”tan ziyade küresel ölçekte hegemonya inşa eden bir güç olarak tanımlar.
Ulrike Guérot ve Hauke Ritz, bu tür çalışmaların özellikle günümüzde kritik bir önem taşıdığını vurguluyor:
“Şimdi, resmin tamamını görmenin ve ABD’nin gerçekte kim olduğunu anlamanın gerekli olduğu bir zaman. Eğer bunu zamanında ve yeterince hızlı kavrayamazsak, zor bir döneme gireceğiz.”
Gerçek bir ortaklığa ulaşabilmek, ABD’yi tüm yönleriyle —hem kendi iç tarihindeki Kızılderililerin yok edilmesi, kölelik ve sendikalara yönelik zorbalik gibi karanlık miraslarıyla hem de dış politikasının özel sermayenin çıkarları tarafından şekillendirilmesiyle— olduğu gibi görmekten geçer. Bu, “Özgürlük Ülkesi” mitine ait pembe gözlükleri çıkarıp, gerçeği görünür kılan daha karanlık ama daha dürüst bir gözlüğü takmak anlamına gelir.
Werner Rügemer’in kitabı, Avrupa’nın Atlantik ötesi ilişkilerdeki kendi varsayımlarını sorgulaması için güçlü bir çağrı niteliği taşıyor: “Amerikalılar bize gerçekten bu kadar iyi davranıyor mu?”
European Democracy Lab ise kendisini AB kurumlarına değil, bambaşka bir Avrupa fikrine odaklanmış bir girişim olarak tanımlıyor. Bir sonraki yayında, Paul Valéry’nin 1924 tarihli “Ruhun Krizi” (La Crise de l’Esprit) adlı eserine dönülecek. Programda, Valéry’nin 100 yıl önce dile getirdiği “Avrupa ruhunun kaybı” eleştirisinin bugün hâlâ geçerli olup olmadığı ve bu krizin günümüzde nasıl hissedildiği tartışılacak.










































