– TA: Bir Alman gazetesinde okumuştum, ‘68’liler iktidar olmadan toplumu değiştirdiler, bir “Kültür devrimiydi o” demişti makalenin yazarı. Yaşadığım ülke Almanya da -ki bunu tüm Batı Avrupa ve içinde söylemek mümkün, bir ‘68 öncesi sonrası var. Abartılı olur mu bilmiyorum ama milattan önce milattan sonra gibi bir şey yani. Bunu Türkiye için de söylemek mümkün mü?
Bizim ‘68’imizi “Kültür Devrimi” tanımlamasıyla sınırlamak doğru olmaz.
Yaşadıkları kesitte “Ne yaptılarsa doğru yaptılar,”[40] demekten bir an duraksamayacağım Onlar, katledildiler ama yenemediler! Onların idealleri yok edilemedi.
Edip Cansever’in dizelerindeki üzere, “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka/ Ne çıkar siz bizi anlamasanız da/ Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar/ Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da./ Hiçbir şey!” diye haykıran bilinçli inançları, politik tercihleri, devrimci davaları için ölümsüzleşenlerin bedenleri toprağa karışsa da; mücadeleleri yaşadı, yaşıyor hâlâ…
Zor günlerde Dev-Genç Başkanlığı yapan Ertuğrul Kürkçü’nün, “1968’de Türkiye bütün küreyle birlikte yüzyılın son devrimci dalgasının içinden geçiyordu. Yalnızca üniversite gençliği değil, eşzamanlı olarak fabrika işçileri, işsizler, topraksız ve üretici köylüler de kendi hakları için ayaktaydı.

Türkiye’de toplumsal hayat nasılsa öğrenci hayatı aşağı yukarı onu yansıtıyordu. (…)
Öğrenci hareketlerinin bugüne en önemli etkisi Türkiye’de parlamento dışında bir sivil politik alan yaratılması oldu. 1968 ‘devrimcilik’ diye özgül bir yaşam tarzının doğmasına da ebelik etti.
Benim aklımdan çıkmayan olaylardan biri, öğrenciyken çalıştığım Ankara Belediyesi Nâzım Plan Bürosu için Ankara’nın ücra gecekondu semtlerinden birinde anket yaparken yoksul mu yoksul bir yaşlı kadınla aramda geçen diyalog. Kadın benim ne iş yaptığımı sorunca, ‘Öğrenciyim, bu işte geçici olarak çalışıyorum’ dedim. ‘Boykot yapıyon mu?’ diye sordu. ‘Yapıyorum’ deyince, ‘Yapın yapın, başlarına yıkın dünyayı’ dedi bana.
O zaman, mesajımızı duymayan kimse kalmadığına, artık yoksul halkı kazandığımıza kalben inanmış, çok heyecanlanmıştım,”[41] diye betimlediği ‘68’in Mahir Çayan’ı, Deniz Gezmiş’i, Sinan Cemgil’i, İbrahim Kaypakkaya’sı ve nicelerini gerçekten tanıdığınızı mı düşünüyorsunuz?
Onlar yeni bir dünyanın müjdecileriydiler!
Gelin onların pek bilinmeyen yönlerini değinelim…
Mesela Sinan Cemgil…
Adnan-Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar. Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı.
Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu. Sinan Cemgil meraklıydı; babasına-annesine hep sorular sordu. Onlar da oğullarının anlayacağı bir dille anlattılar.
Nitelikli bir kültür ortamında yetişen Sinan çok başarılı öğrenci oldu. İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca öğrendi. Arkadaşlarına Dante’den İtalyanca dizeler okurdu.
Ünlü Amerikalı artist Clark Gable’nin taklidini yapıp herkesi güldürecek kadar espriliydi.
ODTÜ Mimarlık’ta öğrenci iken devrimci mücadeleye katıldı. Teorik derinliğiyle öğrenci liderlerinden oldu.
ODTÜ’de “Hoca” deme âdetini Sinan Cemgil başlattı. “Hoca” derlerdi arkadaşları bilgisinden ötürü.
Köylüleri, toprak ağalarına karşı ayaklandırmak amacıyla gittiği Nurhak Dağları’nda Jandarma tarafından öldürüldü. Sırt çantasından 4 kitap, bir de kuru soğan çıktı. Yirmi yedi yaşındaydı.
Bir yaşındaki oğluna, 21 yaşında öldürülen arkadaşı Taylan Özgür’ün adını vermişti.

Oğlunun cesedini almaya giden anne Nazife Cemgil, tabut başındaki meraklı köylülere seslendi: “Bu oğlum Sinan. Bunlar da onun arkadaşları (Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan), kardeşleri. Onlar da oğullarım. Bu çocuklar, bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri birer dehaydı. Her biri üstün zekâlı güzel çocuklardı. Dileselerdi, düzenin adamları olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama onlar, halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar.”
Ayrıca “Güneşi batmayan bir ada/ Ben ne şuralıyım, ne buralıyım/ Adalıyım… Adalıyım,” diyen Mahir Çayan’ın şair olduğunu bilir misiniz?

Eşi Gülten Çayan atletti; 400 metrede milli takım seviyesinde bir koşucuydu.
Hüseyin Cevahir edebiyat eleştirmenliğine Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde başladı. Şiir de yazdı. Dersimli bir Alevî Dedesinin torunu Hüseyin Cevahir, Rolling Stones dinlemeyi de çok severdi. SBF’nin en çalışkan öğrencisiydi; “Devrimci başarılı olmalıdır” diyordu hep arkadaşlarına. Dürbünlü silahla hedef alınarak öldürüldüğünde 26 yaşındaydı.
SBF’nin efsanevi hocalarından Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, derslerinden hep tam not alan Cihan Alptekin’i yakından tanımak için evine davet etti. “Laz uşağı” Cihan yaşasaydı belki önemli anayasa profesörlerinden biri olacaktı. Kızıldere’de katledildiğinde 25 yaşındaydı.
Dersim’de yakalanıp işkenceyle öldürülen İbrahim Kaypakkaya’nın elinden; ‘Varlık’, ‘Papirüs’, ‘Soyut’, ‘Türk Dili’ gibi edebiyat dergileri düşmezdi. Türk dilinin yapısını, sözcük hazinesini, şiirdeki gücünü ve müzikalitesini araştıran şair Kaypakkaya öldürüldüğünde sadece 24 yaşındaydı…

‘68’lilerden futbol takımı kurulsa Deniz Gezmiş ilk 11’e mutlaka alınırdı.
Deniz’in ayrılmaz parçası Cihan Alptekin de…
Mahir Çayan ise kesin teknik direktör; çok sevdiği futboldan iki bacağına takılan platin çubukları nedeniyle erkenden koptu.
Deniz Gezmiş sahada kesin hakemi kandırmaya çalışırdı. Onun mizahçı yönü bilenmeden Deniz Gezmiş portresi yazılabilir mi? Beyaz at üstünde ODTÜ yurdunda kız arkadaşına serenat yapan bir romantikti o. İdam edildiğinde henüz 25 yaşındaydı.

Aşkı da yaşadılar doyasıya…
Sevgilisini son bir kez daha görmek için saklandığı evden çıkan ODTÜ’lü Koray Doğan, sırtından yediği polis kurşunuyla sevgilisinin evinin önünde can verdi.
O da 25 yaşındaydı…
Okul koridorlarında gazoz kapağıyla futbol oynayan bir kuşaktı onlar.
Sanmayın ki fasulyesine poker ya da blöflü pişti oynamadılar?
Sanmayın ki kolalı votka içmediler? Ya da rakı?
Emel Sayın konserine gitmediklerini mi düşünüyorsunuz?
Muhammed Ali, Joe Frazer’e yenildiğinde üzülmediklerini mi sanıyorsunuz?
Ya da hiç küfretmediklerini mi? En güzelini de bir ağız dolusuyla Deniz Gezmiş ederdi. Ve yine Deniz Gezmiş her fırsatta en sevdiği türküyü söylemez miydi: “Ne ağlarsın benim zülfü siyahım/ Bu da gelir bu da geçer ağlama/ Göklere erişti feryadım ahım/Bu da gelir bu da geçer ağlama…”
Dillerindeki şarkı: Imagine
Delikanlıydılar. İdealisttiler. Devrimciydiler.
Bozulmamış saf bir kuşaktı onlar.
Kızıldere’de katledilen Kazım Özüdoğru gibi, “halka inmeyi” ayakkabı boyacılığı yapmak sanıyorlardı.
İşten atılan Çorumlu belediye işçileri için yürüdüler.
Kürtler için de yürüdüler; Kürtçe slogan atıp, Kürtçe şiirler okudular. Varto depremi nedeniyle kan bağışı kampanyası düzenlediler. Azgın Zap Suyu’na köprü inşa ettiler.
Pancar, tütün, fındık, haşhaş mitingleri yaptılar…
‘68’li kızlar da vardı bu eylemlerde; hem de mini etekleriyle.
Hippiler yok muydu? “Özel okullara hayır” yürüyüşünde, uzun saçlı genç üniversiteli, sarışın kız arkadaşıyla hem sarmaş dolaş yürüyor hem de slogan atıyordu. O hippi; Kızıldere katliamından tek sağ kurtulan Ertuğrul Kürkçü’ydü…
Mahkemedeki savunmaları sırasında, Mevlânâ resmi çizip altına “Ben insanım” yazıp hâkime gönderecek kadar bu ülke değerlerine inanan bir kuşaktı.
Resimden, edebiyattan gelmişlerdi…
Dans da ettiler: SBF yatılı öğrencilerinin salı ve cuma akşamları 18.45-20.00 arası dans partileri vardı.
Carmina Burana’nın Türkiye’deki ilk bale gösteriminde harikalar yaratan balet Aydın Erol unutulabilir mi? Ya da onca işkenceye rağmen cezaevinin soğuk koğuşunda bale yapan 20 yaşındaki balerin kız Ayşe Emel Mestçi?
Anadolu türkülerini, Dadaloğlu’ndan Âşık Veysel’e şehre getiren ‘68’liler değil mi?
Tiyatro da yaptılar; Uluslararası Üniversite Tiyatroları Festivali’nde üçüncü oldular…
“Evet, ‘68 kuşağı yazmakla bitmeyecek bir destandır.”[42]
Hiç şüphe yok: Onlar yeni bir dünya hedefini işaret eden düşünce ve davranıştılar; radikal sosyalistlerdi…
“Bu arada Kemalistler mi dediniz”?
Çelişkili devrimci bütünlük ilişkisini, Türkiye’deki ‘68 hareketinin sembolleşmiş ismi Deniz gerçeğinde görürüz. 12 Mart’ı izleyen yıllarda herkesin bir Deniz’i olmuştur. Militan devrimcisi de iflah olmaz reformist sosyal demokratı da, Kemalist darbecisi de “anti-emperyalist” maskesi takan nasyonal sosyalisti de Deniz’i sahiplenir. Onu bayrak olarak kullanır, daha doğrusu istismar eder.
Deniz’i devrimcilerin sahiplenmesi kadar doğal ve meşru bir şey olamaz. Çünkü Deniz(ler) her şeyden önce gözü kara bir devrimcidir. Bu nedenle, hangi gerekçe ve biçim altında olursa olsun devrimciliğin dışında olmakla kalmayıp ona düşmanlık yapanlar için aynı şey söylenemez. Bu noktada iş artık siyasi kalpazanlığa ya da değer sömürüsüne girer.
Bu sonuncuların birçoğu, Deniz’in eylem ve söylemlerinden kendilerine bir dayanak bulup o parçaya yaslanırlar. Kimi Deniz’in anti-emperyalist yönünü, bu konudaki militan eylemlerini öne çıkarıp onların arkasına saklanarak günümüzde Kürt düşmanı şoven bir milliyetçiliğin maskesi olarak kullanmaya yeltenir. Kimileri Deniz’i “sıkı bir Kemalist”, “1961 Anayasası’nın kararlı savunucusu” olarak göstermenin peşindedir. Ki özellikle Ankara’da görülen ana THKO Davası’nın savunma ve dilekçelerinde her iki konuda da bol bol dayanak bulurlar kendilerine. Başka bir kategori, düzenin ancak silahlı devrim yoluyla değiştirebileceğini savunan ve bu amaçla kır gerillacılığına yönelen Deniz gibi ateşli bir devrimcinin hümanizmini “karıncaezmez bir yumuşakça” olarak resmetme çabasındadır. Bunlar aslında kendi “yumuşamalarını”, düzene ayak uydurup onun çizdiği sınırlar içinde eriyip kaybolmuş olmalarını rasyonalize etmenin peşindedirler.
Deniz(ler) ve onlarda cisimleşen değerlerin istismarına dair başka örnekler verilebilir. Fakat Deniz’i Deniz olmaktan çıkarmakta birleşenlerin ortaklaştıkları bir nokta daha vardır: Deniz’in ve her konuda olduğu gibi o 6 Mayıs gecesi ayrı ayrı çıkarıldıkları idam sehpasındaki son sözleriyle de birbirlerini tamamlayıp bütünleyen Yusuf ve Hüseyin’in son sözlerini “unutmak”!.. Hâlbuki Deniz’in hayatının, düşünce ve eylemlerinin, uğrunda dövüştüğü ideallerin yoğunlaşmış özet ifadesidir o sözler. Deniz’in vasiyeti olmanın ötesinde bir manifestodur. Deniz(ler)’i samimi olarak sevenler, geçmişe dair seçilmiş bütün parçalardan önce o sözleri kulaklarına küpe etmelidirler:
“Yaşasın tam bağımsız Türkiye!
Yaşasın Marksizm Leninizm’in yüce ideolojisi!
Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!
Kahrolsun emperyalizm!
Yaşasın işçiler, köylüler!”[43]
Tamamlıyorum; İbrahim Kaypakkaya’nın yoldaşı Muzaffer Oruçoğlu’nun, “O yaşamı yakından gördüm. Nedir o yaşam? Bir, sadeliktir. İki, mülk edinme duygusundan uzaklık. Üç, dayanışmadır,”[44] diye anlattığı hâl(ler) bizim ‘68’mizdir. Kuşkusuz Prometheus’ca bir kahramanlıktır.
Adı “önceden gören” anlamına gelen Prometheus, titanların soyundan gelmektedir. Akıl gücü bakımından diğer tanrılardan üstündür ve bu gücü Zeus’a karşı gelmek için kullanır. Fakat akıl gücü Zeus’un tekelindedir ve Zeus, dünya egemenliğini bu güçle ele geçirmiştir. Bu güce bir başkasının sahip olması, Zeus’un tepesini attırır. Prometheus aklını ve geleceği önceden görme gücünü, hep Zeus’a karşı kullanır.
Bu yüzden Zeus, demirci tanrı Hephaistos’a, onu yeryüzünün bir ucunda bulunan Kafkas Dağı’nda bir kayaya çırılçıplak zincirleme emri verir. Ardından tanrıların görevlendirdiği bir kartal, Prometheus’un her gece yeniden oluşan karaciğerini yer. Prometheus, bundan sonra “Prometheus Desmotes/ Zincire Vurulmuş Prometheus” diye anılır.
Prometheus, kendisini Kafkas Dağı’nın tepesindeki bu tanrı cezası işkenceden kurtaran Herakles’e: “Zeus tahttan inmedikçe benim işkencelerimin sonu yok” der, böylelikle de insanlığa özgürlüğün yolunu göstermiş olur.
Evet, evet bizim ‘68’imiz ve sonrası Prometheus’ca bir kahramanlıktır ve bu konuda “can yücel deniz gezmiş’le ilgili şiirinde, onun için ‘en sekmez lüverin namlusundan fırlayarak…’ der… bunların hepsi bir ölçüde doğru ve ama yine bir ölçüde tartışılmaya muhtaç tanım,”[45] notunu düşmeye kalkışmak ise, V. İ. Lenin’in, “Tarihte hiçbir sınıf, hareketi örgütleme ve yönetme yeteneğine sahip siyasal önderlerini, ileri temsilcilerini yaratmadan egemen olamamıştır,” saptamasından bihaber olmaktır!