Macron’un Ukrayna’ya asker gönderme tehdidinde bulunmasının, bazen küçük geri dönüşler yapsa da, Odessa’nın Ukrayna’da kalması gerektiğini tekrar tekrar dile getirmesinin psikolojik değil maddi nedenleri var. Ukrayna’nın kayedilmesinin AB üzerindeki olası etkilerini göze alamıyor.
Dagmar Henn
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un birbirinden farklı açıklamalarında bir ayrıntı göze çarpıyor: Odessa tekrar tekrar gündeme geliyor. Kiev değil, Harkov değil, hayır, her ne pahasına olursa olsun engellenmesi gereken Rusların Odessa’yı kurtarması gibi görünüyor.
Eger gerisinde hiçbir koşulda gün yüzüne çıkmaması gereken bir tür proje yoksa (ABD ve Almanya’nın Ukrayna’da işlettiği biyolaboratuarlarda olduğu gibi), bu sorunun cevabı muhtemelen haritada bulunabilir. Macron, Ukrayna yenilgisinin Dinyeper’e kadar ulaşması halinde Avrupa elit tabakasının konumlarını koruyabileceğine inanmış görünüyor. Hakkını teslim etmek gerekir ki Fransızlar ani hükümet değişiklikleri söz konusu olduğunda genelde çok da müsamahakar davranmamalarıyla bilinirler.
Odessa burada hayati bir öneme sahip çünkü gözdağı ve şantajla oluşturulan Batı Avrupa bloğunu istikrarlı tutma ihtimali buna bağlı. Burada söz konusu olan Odessa’nın kendisi değil, Rus birliklerinin Macaristan sınırına ulaşması halinde neler olabileceğidir. Varsayımsal olarak, Macaristan üzerinden Sırbistan’a bir kara köprüsü kurulması düşünülebilir ki bu da Brüksel’in Sırbistan’a boyun eğdirme baskısını sürdürülebilir kılmasını çok daha zor hale getirebilir.
Ancak hepsi bu kadarla sınırlı değil. Macaristan’ın yanında, vatandaşları AB’nin Rusya karşıtı tutumundan pek de memnun görünmeyen Slovakya, Macaristan’ın arkasında ise Avusturya yer alıyor. Avusturya’nın arkasında ise İsviçre var. Peki ya şimdiye kadar işbirliği yapan ancak nüfusunun çoğunluğu tamamen farklı görüşte olan Bulgaristan? Basitçe, bir dizi AB (ve İsviçre örneğinde olduğu gibi AB üyesi olmayan) ülkelere aniden daha özgürce karar verme fırsatı verilmesi durumunda ne olur?
Bu şu anda çok zorlama geliyor. Ancak bir şeyi unutmamalıyız: Tüm ticaret ağları şu anda yeniden yönlendiriliyor ve sanayi motoru olan Almanya’ya bile ciddi zarar veren mevcut ABD politikaları, doğuya yönelen daha yoksul AB ülkeleri için (şimdilik Polonya ve Baltık ülkeleri hariç) muhtemelen bir umut değil. Ve Ve ayrıca Batı’nın tamamı siyasi ve ekonomik olarak kendini ofsayta düşürür ve artık düşük ücretli bir ülkeler olarak bile gelecek vaat edemez hale gelirse.
AB’nin yakın gelecekte sunabileceği fazla bir şey kalmayacağı bir sır değil. Siyasi kararlar uyumlu olmadığında AB içinde bile uygulanan sürekli yaptırımların yanı sıra, Almanya ve Fransa iflas ettiğinde sübvansiyonların bile artık verilemeyeceği gerçeği var.
Ticaret rotaları daha da ayrışırsa Karadeniz tamamen farklı bir rol oynayabilir. Elbette Brüksel’in bu durumdan hicbir çıkarı olmayacaktır; zira bu durum Rotterdam, Antwerp ve Hamburg’un hakim olduğu nispeten merkezileşmiş Batı Avrupa liman sistemini altüst edecektir. Herhangi bir öneme sahip tek Doğu Avrupa limanı Gdansk’tır. Üstelik İpek Yolu’nun en parlak döneminde Karadeniz’in Avrupa ile bağlantı noktası olmasına ve Batı’da en iyi ihtimalle 1348’de Kara Ölüm’ü Avrupa’ya getiren geminin kalktığı yer olarak hatırlanmasına rağmen. Bulgaristan’daki Roma kalıntıları da Avrupa merkezinin kuzeye kaymasının nispeten yeni bir olgu olduğunu kanıtlamaktadır.
O zaman AB’den geriye ne kalır? Eski AET (Avrupa Ekonomik Toplulugu), Almanya, Fransa ve İtalya mı? En azından Fransa ve Almanya’da, siyasi sınıfların partiler üstü geniş kesimleri kendilerini Ukrayna macerasına o kadar kaptırdılar ki, bir yenilgi en hafifinden geleceklerini ciddi şekilde etkileyecektir. Hissedilen paniğin nedeni de bu; ne de olsa bu macera, burunlarını alenen sokmasalar da kendi halkları için hiç de iyi sonuçlar doğurmadı.
2019 İbiza sayısı, rejim değişikliğinin Avrupa Birliği içinde de üye ülkeleri hizada tutma programının bir parçası olduğunu açıkça gösterdi. Bu arada, geçen yıl Almanya’da çok fazla yankı uyandırmadan, Correctiv adlı yayın organının bu konuda bir rol oynadığı ortaya çıktı. Bir zamanlar Euro krizini “çözmek” için kullanılan meşhur Troyka anlaşmaları muhtemelen hala toplumsal hafızadadır. Evet, AB’nin tam bir teslimiyet istediği çok açık. Ancak bu durum ortada daha iyi bir seçenek olmadığı sürece işe yarayacaktır.
Brüksel ve ABD’yi denklemden çıkarırsanız, Karadeniz’e kıyısı olan tüm ülkeler arasında daha yakın bir ekonomik işbirliği düşünülebilir. Ve muhtemelen mantıklı da olacaktır. Ancak son birkaç yılın gösterdiği bir şey varsa, ki bu hem Sırbistan hem de Macaristan’ın izlediği politikalarda görülebilir, o da böylesine saldırgan bir politikadan korunmanın son derece zor olduğudur. Manevra alanının ne kadar az olduğu, egemenliğini korumak için Euro krizi sırasında aslında AB’den çıkması gereken Yunanistan’a yapılan muamelede de görüldü.
Ukrayna’ya bu kadar baskı yapılmasının ve 2014 darbesinin sahnelenmesinin nedenlerinden biri de buydu: Rusya’ya kapılarını açan bir Ukrayna her zaman Rusya’ya bir köprü oluşturacak ve böylece Güneydogu Avrupa’nın manevra alanını genişletecekti. Sadece Rusya’ya düşman bir Ukrayna, Güneydogu Avrupa’nın siyasi ve ekonomik manevra alanını, mevcut monolitik AB blokunun yaratilabilmesi icin bu kadar kısıtlayabilirdi.
İşte tam da bu engellenebilecek bir durumdur. Ukrayna’nın yenilmesi halinde “özgürlüğümüzün” tehdit altına gireceği yönündeki tüm söylemlerin ardında yatan da budur. Bu durumda “özgürlüğümüz” sadece AB’nin çekirdek ülkelerinin etki alanını ifade etmektedir ki bu alanda da büyük bir gerileme yaşanabilir. Ancak ne Almanya ne de Fransa bu ticari pazarları kaybetmeyi göze alamaz. Ve dağılan bir AB, zaten azalan küresel etkilerini daha da zayıflatacaktır.
AB içindeki çelişkiler zaten sürekli olarak yoğunlaşıyor. Romanya değişiyor mu? Geçen yıl Bulgaristan, madencilerin şiddetli protestoları karşısında kömürden çıkış planı yapmak zorunda kaldı ve AB’den tam 2.2 milyar avro aldı. “İklim koruma” olarak da adlandırılan tarım politikası da kesinlikle popüler değil. Bu ülkeleri hala hizada tutan esas olarak AB bütçesinden yapılan ödemeler. Ancak Almanya ve Fransa artık finanse edemezse AB bütçesi farklı bir görünüm alacaktır. Bu gelişmenin doğrulanmasını beklemeye gerek yok, Karadeniz’in etrafında da internet var ve ne Almanya’nın gerilemesi ne de Fransa’nın Afrika’daki sömürgelerini sonsuza kadar kaybetmesi dikkatlerden kaçabilir.
AB’nin son zamanlarda Moldova’ya gösterdiği ilginin, bu küçük ülkenin tamamen Batı’ya yönelmesini sağlamak için gösterdiği çabanın, Ukrayna’nın kaybedilmesi durumunda doğu duvarını sıkı tutmak için AB’nin bir tür B planı olduğundan dahi kuşkulanabiliriz. Bayan Maia Sandu’nun muhalefete karşı tutumu 2014 darbesinden sonraki Ukrayna’yı andırıyor, ancak Romanya kontrol altında tutulamazsa küçük Moldova’nın hiçbir faydası olmayacaktır. Yeni ABD üssü bir tehdit olduğu kadar bir rüşvet niteliği de taşımaktadır.
Fransa, Afrika fiyaskosu nedeniyle Almanya’dan bile daha fazla baskı altında. Macron sürekli protestolarla karşı karşıya kaldı ve en az Almanya Başbakanı Olaf Scholz kadar ülkesini halkın çıkarlarına aykırı bir şekilde yönetiyor. Sadece kasalar boş değil, aynı zamanda başka sosyal patlama tehdidi de var. Scholz belki de düşman devlet hükmü ve iki artı dört anlaşmasının bileşiminden dolayı huzursuz geceler geçirirken, Macron ise muhtemelen boşalan hazine kasasina gözünü dikecektir. Fransa’nın Pacte Colonial’dan* ne kadar gelir elde ettiği tam olarak bilinmiyor, ancak Nijer’deki uranyumun piyasa fiyatının onda birine satın alındığı düşünüldüğünde, bu gelirin oldukça yüksek olması muhtemel.
Bu nedenle Macron’un Scholz’dan farklı bir tepki göstermesi şaşırtıcı değil ve aynı şekilde Odessa’ya yılana bakan tavşan gibi bakması da şaşırtıcı değil. Ne de olsa Rusya ile Macaristan arasında kurulacak bir kara bağlantısının, Güneydoğu Avrupa ülkelerinin birer birer AB’den ayrılmasıyla bambaşka bir domino etkisine -belki hemen değil ama önümüzdeki birkaç yıl içinde- dönüşeceği göz ardı edilemez. Macron Odessa için tüm kozlarını tek bir sepete koymaya hazır çünkü bunun son kozu olabileceğinden endişeleniyor. Ve haklı da olabilir.
“Francafrique: Birçok Afrika ülkesinin kaderini “ağır bir şekilde” etkileyen bir sömürge paktı anlaşması. Bağımsızlıktan onlarca yıl sonra bu ülkeler, sömürge anlaşması hükümleri uyarınca döviz rezervlerinin %50’sini merkez bankaları aracılığıyla Fransız Hazinesine yatırmaya devam ediyor. Fransa daha sonra bu rezervlerle kendi bütçe açığını finanse ediyor. “* (Çevirmenin Notu)
Bu makale ilk önce https://freeassange.rtde.me/meinung/200109-warum-macron-so-auf-odessa/ sitesinde yayinlanmis olup Almanca orjinal metninden Türkce’ye cevrilmistir. (Görüş Redaksiyonu)