Ahmet Arif EREN – Metin SARAÇOĞLU
II: İLK KÜRESEL KRİZ: SOUTH SEA BALONU
1711 yılında kurulan South Sea Şirketi’nin kuruluş amacı; İngiltere’nin Güney Amerika ile ticaretini daha kârlı bir şekilde devam ettirmekti. Her ne kadar şirket 1711 yılında kurulmuş olsa da, söz konusu ticarete ancak 1717 yılında başlar. Fakat bu ticaret, başlangıcında çok da uzun erimli olmaz, İngiltere ile İspanya arasındaki 1718’de yaşanan sorunlar nedeniyle şirket, faaliyetlerine ara vermek zorunda kalır. İki ülke arasındaki ilişkiler düzelince şirket, faaliyetlerine tekrar devam eder. 1720 yılında South Sea Şirketi’nin varlıkları; Güney Amerika ile İngiltere arasındaki ticaretteki tekel hakları ve İngiltere kamu borçlarına ait tahvillerden oluşmaktadır. Bu tekel hakkı ile şirket Güney Amerika’ya köle satma işini üstlenir. Ancak İspanyollar bu ticarete ciddi tehditler koyarlar. Yıllık satılacak köle miktarından ve gemilerin kapasitesine kadar pek konu önceden belirlenir. “Köleler[in]…9\10’u (10 pound her biri) 16 yaşından büyük olmalı ve kalanı ise (8 pound her biri) 10 yaşından büyük olmalı. 2/3’ü ise erkek olmalı. Köle başına alım ve satım fiyatları arasında 150- 200 cent vardı… bu yetersizdi…” (Carswell, 1993: 55). Buradan hareketle iktisadi açıdan bu ticaretin kârlı olmadığı söylenebilir. Şirket köle ticaretine devam etse de onun kârlı olduğu hiçbir zaman kanıtlanamaz. (Carswell, 1993: 55). O zaman, şirketin varlık sebebi ve kârının kaynağı nedir sorusu önem kazanır. Bu konuya ilişkin verilebilecek tek bir yanıt olduğunu görmek mümkündür. Özellikle şirketin tarihçesine ve ortaklarına bakıldığında bu cevaba rahatlıkla ulaşılabilir.12
Şirket temel olarak Bank of England’a rakip olarak ortaya çıkar. Özellikle devletin borç takası13 açık arttırmalarında, Bank of England ile South Sea karşı karşıya gelir ve bu tekliflerde South Sea hep bir adım öndedir. Dolayısıyla South Sea temel olarak devletin borçlarını toplamaktadır. Bastığı hisse senetleri ve elde ettiği gelirleriyle, bu borçları üzerine alarak kâr elde etmektedir. Şirket yekün olarak bakıldığında “paraya çevrilemez borçların %80’ini ve paraya çevrilebilir olanların %85’ini” ele geçiriyor. (Garber, 2000: 118). Şirketin, Bank of England’ın bir adım önünde gitmesini sağlayan faktör; politik gücü sürekli elinde tutmak için uyguladığı kurnazca manevralardan oluşur. Şirket Tory’lerin iktidarında Tory yöneticilerle, Whig’lerin iktidarında ise Whig yöneticilerle irtibat kurar. Parlamentonun önde gelen yöneticilerine “rüşvet” verdiğini Garber (2000: 111)’den öğrenmek mümkündür. Bu rüşvetler aslında şirketin hisse senetlerinin verilmesi şeklinde gerçekleşmektedir. South Sea yasa tasarısı parlamentoda oylanmasının arifesinde; “Knight’ın yeşil defterine” 12 adet parlamento üyesinin adı kaydedildi. (Carswell, 1993: 100). Söz konusu yeşil defter hisse senetlerinin verildiği kişileri içerir. Bu senetler doğrudan verilmezler; ancak verilmiş gibi yapılırlar. Kişiler hisse senedinin sahibi olmazlar ama geri iade ettiklerinde hisse senetlerinin piyasa fiyatlarının yükselmesi oranında kazançlı çıkarlar. Knight’ın defterinde kayıtlı olan söz konusu “bağış”lar öyle gizliden gizliye de yapılmaz; bu senetlere kamudan insanların sahip olması bir anlamda reklam işlevi de görür. Kısacası şirket, borçtan daha fazla hisse çıkarmaktadır. Bir anlamda “ayının derisini ayıyı vurmadan sat”ar. Yeni hisse senedinin fiyatı ne kadar yükselirse, bir sonraki çıkardıklarını bir an önce satarak, sermaye kazançları sağlamaları kolaylaşır. Böylece “Zincirleme mektup” ya da Türkçedeki yerleşik tabirle “saadet zinciri” oluşur. Bu sistemin devamlılığı ise, hisse senetleri fiyatlarının sürekli yükselmesine dayalıdır. Dolayısıyla herhangi bir nedenle hisse senedi fiyatlarının yükselmesi durursa ve daha kötüsü hisse senetleri fiyatları düşerse, krizin ayak sesleri duyulmaya başlar.
Law 1717’de Fransa’da Banque Generale’yi kurar. South Sea Şirketi benzeri bir şirket/bankadır. Şirketin hisse senetleri çok değer kazanır. South Sea Şirketi’nin hisse senetlerinin de Law’ın hisse senetleri gibi değer kazanacağı düşünülerek sürekli satın alınılır ve gerçekten de senetler değer kazanır. Özellikle parlamento üyelerinin bile bu hisse senetlerine sahip olması şirketin kârlılığının artacağı ve hisse senetlerinin sürekli değerleneceği görüşünü besler. Bunun yanı sıra şirket yöneticilerden Knight ise şirketin hisse senetlerinin değer kazanacağı yönünde bir dedikoduyu sürekli piyasaya satması ile beklentiler doğrudan manipüle edilir. Bu dedikoduda büyüyerek şirketin hisse senetlerinin değerlenmesini sağlar. İspanya kralının İngiltere ile İngiltere’nin arzu ettiği şartlarda barış imzalaması, şirketin hisse senetlerinin değerinin daha da artmasını sağlar. Balon bu şekilde hızla şişmeye başlar ya da Kindleberger (1996: 80)’ in tabiriyle “güney denizi balonuna yol aç[ar]”.
Tarihsel olarak bu dönemi; büyük bir servet birikiminin gerçekleştiği ve bu servetin, toprak haricinde, daha kolay devredilebilir ve vergiden muaf yatırım aracı ya da araçları aradığı bir zaman dilimi olarak resmetmek mümkündür. Dönemi bir de Carswell’in sözlerinden takip etmek hoş olur:
“Savaş, veba, yangın gibi olaylar dizisi ve hepsinden kötüsü 1672’de Stuart hükümetinin borçlarını ödememesi bile restorasyondan sonraki 30 yılda ulusun refahının artmasını ve çok büyük servetler edinilmesini engelleyemedi. Bu dönemde ulusal zenginlik ¼’ü kadar arttı ve tasarruflar iki katına çıktı…iyi bir hisse senedi ya da tahvil, toprak için mükemmel bir ikame olarak ve bir bakıma bir kimse ya da ailesinin geleceğini güvenceye almanın daha iyi bir yolu olarak görülmeye başlandı…bu yeni mülkiyet şekli…vergilendirilmiyordu…çiftçilik gerektirmiyordu…kolaylıkla satılabiliyordu.” (Carswell, 1993: 7-8).
12 Carswell (1993) Sword Blade şirketi ile South Sea Şirketi arasındaki organik bağları ortaya koyan ve şirketin tarihsel gelişimini ve krizi ayrıntıları ile ortaya koyan önemli bir çalışmadır.
13 Aslında bu konuya tek yanlı olarak da bakmamak gerekir. Her ne kadar şirket yönetimi devletin borçlarını ele geçirmek arzusunda olsa da devletin de borçlarını hisse senetleri ile takas etme sevdasında olduğunu söylemek mümkündür. Britanya’lı bakanlar…Law’ın Fransa’daki borç yönetimini İngiltere’ye kopyalamak için South Sea şirketini bir araç olarak kullanarak, devlet borçlarını, hisse senetlerine dönüştürdüler. Bu ise 1720’deki South Sea balonuna yol açtı. (Murphy, 2006: 13)
Dolayısıyla gerek birikmiş tasarrufların akabileceği en uygun yatırım aracı olması, gerekse parlamento üyelerinin de sahip olması nedeniyle güvenilir olduğu düşünülen ve Fransa’da Law’ın deneyimlerinden dolayı büyük getirisi olduğu kabul edilen hisse senetlerine yönelik talep, her geçen gün artarak devam eder. Bu artışlar açık olarak hisse senetleri fiyatlarını da yükseltir. Parlamento üyeleri aldıkları rüşvetlerden dolayı mutludurlar, devlet ise borcunu hem daha düşük faiz hem de daha uzun vadeye yayabildiği için mesuttur, şirketin sahipleri artan kârları nedeniyle zevkten dört köşedirler, yatırımcılar ise hisse senedi fiyatlarının yükselmesi ile elde ettikleri kârlar nedeniyle umutludurlar. Adeta herkes için iyi olan bir saadet zinciri oluşur. Tabii zincire son eklenen halkaların en az kazandıkları, ama son tahlilde herkesin kazançlı olduğu bir süreç yaşanmaktadır. Bunun sonsuza kadar sürmesi arzu edilir ama mümkün değildir. Çünkü kâr realizasyonu bir noktada insanların zincirden çıkmalarını gerektirecektir. Hisse senetleri fiyatlarındaki küçük bir yükseliş ile insanlar şirketin hisse senetlerine hücum edebildikleri ve böylece fiyatlar yukarı çıkarabildiği için, kâr realizasyonunun bunun tersini gerçekleştirmesi de mümkündür. Bu senaryonun neredeyse aynısı, South Sea Şirketi’nin tarihinde de görülür. Süreç başlangıçta herkes için iyidir. En mutlu olanlar da çok ciddi kârlar elde eden şirketin sahipleridir. Bu kârlar doğal olarak rakipler için üstü kapalı davetiyelerdir. South Sea Şirketi’ne pıtrak misali rakipler türemesi ile şirketin kârlılığı azalmaya başlar.14 Yukarıda altı çizildiği üzere şirketin parlamento ile ciddi bağları vardır ve bu sayede şirket “Balon Yasası”nın (bubble act) çıkartılmasını sağlar. Bu yasa ile South Sea Şirketi izinsiz türeyen rakiplerini yok eder ancak bu durum piyasada bir likidite sıkışıklığına yol açar, aynı dönemde Law’ın şirketinin de Fransa’da batması bu sıkışıklığı tetikler. Sonuç; South Sea Şirketi’nin hisse senedi fiyatlarının düşmesi şeklinde cereyan eder. Hisse senetlerinin fiyatlarının düşmesi, balonun patlaması anlamına gelir. Şirket açısından bunun en önemli yansımalarından biri; parlamento üyelerine rüşvet olarak verilen hisse senetlerinin değerinin düşmesidir. Dolayısıyla şirketten aldıkları “nema”ları azalan parlamento üyeleri de şirketin arkasında durmaktan vazgeçer. Hükümetin bu süreçte South Sea Şirketi’nin karşısına geçmesi ve elde ettiği devlet borçlarının önemli bir kısmını Bank of England’a devretmesi istenir. Kriz sonrasında geleneksel olarak karşılaşılan tedbirlerden birisini burada görülür. Devletin görünen eli devreye girer. Ama krizden sonraki bu müdahale daha sonraki yüzyıllarda görülecek kriz sonrası devlet müdahalelerden birazcık daha farklıdır. Örneğin dot.com internet çılgınlığında Hükümet, şirketin yarattığı zararın bir kısmını üstlenmek zorunda hisseder. 1990 internet ticareti histerisi…balon patladığında…düşük faiz oranları…borsanın güven vermemesi…gayrimenkul piyasası öne çıktı. Gayrimenkul fiyatları fırladı…sigorta piyasası haraketl[endi]. Satılan sigorta senetlerinin miktarı yatırımların nominal değerlerinden bile kat kat fazlaydı…müzik sustuğunda…sigortacıların karşılayabileceğinin çok üzerinde sigorta satılmıştı…Bu defa hükümet düzenbazları ve beceriksizleri kurtarmak için 700 milyar dolarlık bir batık borç sağlama yoluna gitti (Perelman, 2008: 29).
Perelman’ın dot.com krizine ilişkin yukarıdaki saptamaları aslında South Sea krizi ile benzer bir yapı gösterir. Perelman satılan sigorta senetlerinin miktarının, yatırımların nominal değerinden kat kat fazla olduğunu belirtir. Basılan South Sea Şirketi hisse senetlerinin değeri de şirketin değerinin üzerindedir. Ancak iki kriz arasındaki en büyük fark dot.com’da hükümetin şirketi kurtarmak yolunda attığı adımdır. South Sea krizinde hükümet bir sorumluluk hissetmez ve daha da önemlisi krizde parlamento üyeleri de şirket hisse senetlerine sahip olduğundan kayıplar yaşarlar. Bu nedenle de şirketi kurtarmaktan ziyade intikam almaya meylederek Bank of England’ı desteklerler. Krizin sonuçları ve çıkış reçeteleri çok önemli olmakla birlikte bu çalışma krizin ortaya çıkması, dolayısıyla da balonun şişmesi konusuyla ilgilidir. Balonun şişmesine ilişkin sürü psikolojisi, bulaşıcı hastalık gibi analojiler oluşturulabilir. Newton’a hisse senetleri konusundaki beklentisi sorulmuş ve gökteki yapıların hesap edebildiğini ama insanların çılgınlığını hesap edemediği şeklinde bir cevap alınmış (Carswell, 1993: 108). Bu zincire girenlerden birisinin de Newton olduğunu unutmamak gerekir. Onun söz konusu krizde “büyük bir servet kaybettiği”ni Murphy, (2009: 139)’den öğreniyoruz.
14 1990’lı yıllarda ABD’de yaşanan dot.com isimli kriz ile South Sea Balonu’nu benzer özellikler taşır. “…1990’ların sonralarında, ekonomi internet sayesinde genişlemiş, yatırımcıların bu yeni teknolojiden para kazanmasıyla yüksek teknoloji patlaması yaşanmıştı. Bu nedenle aynı işi yapmak isteyen çok sayıda yeni şirket kurulmuştu. Bunların çoğunun ne bir iş planı ne de para kazanma şansı vardı. Ancak yatırımcıların/spekülatörlerin hayvani güdüleri, hırs ve sürü psikolojisi nedeniyle bu şirketlerin hisse senedi fiyatları gerçekçi olmayan seviyelere yükseldi” (Tabb, 2008: 8).
Bu sonuç çılgınlık mı yoksa iktisattaki “rasyonel birey”in salt kazanç arzusu mu? Newton krizi doğrudan yaşadığı için insanların çılgınlığına vurgu yapar. Buradaki temel faktör insanların sürü şeklinde hareket etmesinden çok, gerçekten büyük kâr olanaklarının var olduğuna bireylerin ikna edilmiş olması olabilir. İkna konusunda çok çeşitli etkenler rol alabilir. Parlamento üyelerinin o alana yatırım yapmaları, vergi muafiyetleri, başka ülkelerde ya da geçmişte yaşanan tecrübeler, şirket sahipleri ya da ortaklarının piyasaya yaydıkları bilgiler, basın vb. bu etkenler o kadar kuvvetli olabilir ki riskten kaçınanlar bile balonun şişme sürecinde risk alabilirler.
South Sea Şirketi örneği bu söylenenlerin neredeyse hepsini içermektedir. Sistemin işleyişinde yapay cennetler görülmesi ya da böyle serap vahaları ortaya çıkması sıklıkla yaşanan bir durumdur. Sistem sermaye birikimi ve bu birikimin kârlı alanlara yatırılması üzerine dayalıdır. Ancak bu yatırım alanlarının seçiminde güvenilirlik ve kâr temel alınır. Normalde güvenilirlik ne kadar azsa kâr fırsatı o kadar büyüktür. Dolayısıyla güvenilirlik ve kâr fırsatı arasındaki çelişik durumda, optimizasyon sorunu ortaya çıkar. Kriz öncesi örnekler ise yukarıda bahsedilen normal duruma uymaz. Yatırımcıların karşısına hem yüksek kâr hem de güvenilir seçenekler konulur. Kâr gerçekten başlangıçta çok yüksek olabilir ama güvenilirlik yapay olarak oluşturulur. Mississipi şirketi, South Sea Şirketi, Hollanda laleleri, dot.com ya da Amerika’daki konut sektörü gibi krizlerde benzer dinamiklerin rol oynadığı görülebilir. Son tahlilde bu tip spekülatif yatırım alanlarının genişleme dinamikleri ekonominin genişleme dinamikleri ile kısıtlıdır. Sermaye birikimi ve kâra dayalı bir büyüme sonsuz/sınırsız değildir. Kârı sürekli ve kesintisiz arttırmak ve sermaye birikimini sonsuza kadar sürdürmek mümkün gözükmektedir. Çünkü sürecin işleyişi emeğin sömürülmesine dayalıdır. Emeğin sömürülmesini önündeki engeller, kapitalist üretim tarzının sınırlarını oluşturmakta ve sistemin krizlere girmesinin altında yatan temel etken olmaktadır. Kapitalist ekonomiler sonu gelmez bir kâr güdüsüne ve sermaye birikimine yaslanırlar. Bu yüzden anlamlı ölçüde yüksek büyüme oranlarıyla birlikte genişleyemedikleri zaman sorunlar ortaya çıkar (Magdoff, 2008: 139).
South Sea balonu örneği kapitalist sistemin işleyişindeki sorunları ve kapitalizmin krizlerindeki ortak temelleri ortaya koyması ile önemlidir. Sistemin devamlılığı sermaye birikimine, sermaye birikim sürecinin devamlılığı ise artan karlılığa dayalıdır. Kar oranlarının azalması ise sistemin büyüme dinamiklerini durdurmakta ve krize yol açmaktadır.
SONUÇ
“Mantık öğrencileri A’nın B’nin ayaklarına, B’nin C’ninkilere, C’nin D’ninkilere vs. atarak, en son Y’nin, Z’nin yüzüne atmasıyla patlayan maytap tartışmasını hatırlayacaklardır. Suçlu kimdir? Uzak fail olan A mı? Yoksa yakın fail olan y mi? Bu krizin uzak faili spekülasyon ve kredi genişlemesidir; yakın faili ise sisteme güveni sarsan, insanlara iflasın tehlikelerini düşündüren ve onları mal, hisse senedi, gayrimenkul, kambiyo senedi, borç senedi ve dövizden,- veya başka herhangi bir şeyden – paraya yönlendiren olaylardır” (Kindleberger, 2007: 144).
Kindleberger güzel bir örnek ile meseleyi özetlemektedir. Bu çalışmada esas failin aslında sistemin bizzat kendisi olduğu iddia edilmektedir.
Sistemin işleyişi temel olarak sermaye birikimi ve kâra dayalıdır. Kârın kaynağı ise artık-değer yani emeğin sömürülmesi ile ilişkilidir. Sistemin işlemesi, sürekli kâr elde etmeye dayalıdır ancak bu kâr sermaye birikimi, yeni yatırımlar ve yeniden kâr şeklinde genişleyen bir üretim süreci gerektirir. Bu süreçte emek ne kadar sömürülürse, kâr o kadar fazla olabilir. Ancak emeğin sömürülmesinin önünde engeller vardır. Bu engellerden en önemlisi işgününün “azami sınır”ına ilişkindir. Bu azami sınır, iki şeyle koşullanmıştır. Birincisi, emek-gücünün fiziksel sınırlarıyla. Doğal bir günün 24 saatinde, bir kimse, yaşamsal gücünün ancak belirli bir miktarını harcayabilir… Günün bir kısmında bu gücün dinlenmesi, uyuması; diğer kısmında, beslenme, yıkanma ve giyinme diğer fizik gereksinimlerini karşılaması gerekir. Bu salt fizik sınırlamalardan başka, işgünün uzatılması, moral sınırlamalar ile karşılaşır (Marx, 1997: 229). İşgünü; gerekli emek zamanından ve fazladan emek zamanında oluşmaktadır. Krizler ise yarattıkları işsiz ordusu ile oransal olarak fazla nüfusa katkıda bulunur. Dolayısıyla emeğin daha kolay sömürülmesi için şartları hazırlar. Oransal olarak fazla nüfus adeta Demokles’in kılıcı gibi işçilerin üzerinde asılıdır.
Kapitalist üretim tarzında, emeğin üretim araçları ile bağı dolaylı bir bağdır. Emekçi üretim araçlarına sahip değildir. Bu bağlamda yaşayabilmesi için emeğini satmak yani çalışmak zorundadır. İşsiz kalmak, çalışmamak ise emeğin yaşama şansının kalmamasıdır. Bu anlamda işsizlik ve dolayısıyla aç kalma korkusu kriz dönemlerinde artmakta ve böylece çalışanlar, normal çalışma sürelerinden daha fazla çalıştırılabilmekte ya da öncekinden daha az ücrete razı olabilmektedir. Kısacası gerekli emek zaman aynı kalsa bile fazladan emek zaman yani artık emek artar. Bu ise artık değerin ve kârın kaynağıdır.
Sermaye birikimi ise temel olarak artık değerin birikmesidir. Artık değer ne kadar büyük olursa, sermaye birikimi de o kadar fazla olabilir. Bu bağlamda
“’artık emek’in büyüklüğü sermaye birikiminin önemli bir belirleyicisidir. Biriken sermaye ise yeni iş alanları, yatırım alanları arar. Sermaye yeterince biriktiğinde ise kârlı olan yatırım alanlarına yönelir. Kapitalist üretim tarzında sermaye yeterince biriktiğinde böyle kârlı yatırım alanları bulabilir ve balon şişmeye başlar. Kapitalizmin tarihi bu tip krizlerin benzer dinamikler ve saiklerle yaşandığının hikâyesini içinde barındırır. Ancak dünya geçmişten pek ders almış gibi görünmüyor. Gelecekte de almayabilir” (Kindleberger, 2007: 33)
Bu makale ilk olarak Dergipark.org.tr sitesinde yayınlanmıştır.
Kaynakça (1. ve 2. Bölüm)
KAYNAKÇA
Altvater, E. (1983). Dünya Piyasasında Bunalım Eğilimleri Üzerine Düşünceler. Dünya Ekonomisi, Bunalım ve Siyasi Yapılar. İstanbul: Belge Yayınları, 168-202.
Amin, S. (2008). Piyasa Ekonomisi” mi Oligopol Finans Kapitalizmi mi?. Neoliberalizm ve Kriz, (Der. H. Tanıttıran). Çeviren: B. Baysal vd. İstanbul: Kalkedon Yayınları, 123-136.
Boratav, K. (2009). Bir Çevrimin Yükseliş Aşamasında Türkiye Ekonomisi. Küreselleşme, Kriz ve Türkiye’de Neoliberal Dönüşüm (Der. N. Mütevellioğlu, S. Sönmez). İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 1-24.
Boratav, K. (2009). Kapitalizmin Krizi ve Türkiye. Küresel Ekonomik Kriz Söyleşileri, Ankara: Kardelen Ofset Yayınları, 9-28.
Carswell, J. (1993). The South Sea Bubble. New Hampshire: Alan Sutton Publishing. Clarke, S. (2009). Marx’ın Kriz Teorisi. Çeviren: C. Atay. İstanbul: Otonom Yayınları.
Dickens, E. & O’Hara P. A. (2001). Financial Crises. Encylopedia of Political Economy Vol 1, New York: Routledge, 347-349.
Foster, J. B. (2008). Durgunluk, Kriz ve Emek. Neoliberalizm ve Kriz, (Der. H. Tanıttıran). Çeviren:
B. Baysal vd. İstanbul: Kalkedon Yayınları, 49-63.
Frank, A. G. (1983). Dünya Sistemi Bunalımda. Dünya Ekonomisi, Bunalım ve Siyasi Yapılar.
İstanbul: Belge Yayınları, 131-152.
Frobel, F.(1983). Dünya Ekonomisinin Günümüzdeki Gelişmesi Üzerine. Dünya Ekonomisi, Bunalım ve Siyasi Yapılar. İstanbul: Belge Yayınları, 11-69.
Garber, P. M. (2000). Famous First Bubbles, London: MIT Press.
Hobsbawm, E. (2009). Tarihi Perspektif içinde Kapitalizmin Bunalımı. Dünya Kapitalizminin Krizi, (der. N. Satlıgan, S. Savran). İstanbul: Belge Yayınları, 71-89.
Itoh M.(1983). Dünya Kapitalizminin Enflasyonel Bunalımı. Dünya Ekonomisi, Bunalım ve Siyasi Yapılar. İstanbul: Belge Yayınları, 152-167.
Kindleberger, C. P. (1996). World Economic Primacy: 1500 to 1990. Oxford: Oxford University Press.
Kindleberger, C. P. (2007). Cinnet, Panik, Çöküş Mali Krizler Tarihi. Çeviren H. Tunalı. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.