Gülen cemaatini palazlandırıp sonrasında kendisi dışında herkesi Gülencilikle itham etmekte beis görmeyen AKP hükümeti, aynı tavırla 19 yıl boyunca değerli TL ve cari açık sayesinde enflasyonu bastırma politikasını sanki kendisi uygulamamış gibi, sanki daha 2020 yazında kuru sabit tutmak için kamu bankaları aracılığıyla şeffaf olmayan biçimde 128 milyar Dolar satmamış gibi, şimdi değersiz TL-cari fazla denklemiyle enflasyonu düşürecekleri iddiasına karşı çıkan iktisatçılara ‘mandacı iktisatçı’ diyor. Döviz kurunun yükselişini durduramamaları üzerine ‘rekabetçi kur’ söylemiyle “minareyi kılıfına uydurmak” gibi görünen bu politika değişikliğini, hiçbir başarısızlıkta sorumluluk üstlenmeyen narsist Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan 4 gün önce ‘mandacı iktisatçılar’ tabirini twitlerinde kullanan Şefik Çalışkan’ın ardından sosyal medyada ondan daha çok ilgi çeken yeni Maliye Bakanı Dr. Nureddin Nebati de bir twit serisiyle temellendirmeye çalıştı.
AKP’nin hataları ortodoks paradigmayı temize çıkarmaz
Bugünkü krize getiren 2002’de uygulanmaya başlanan politikalara geri dönülmesini salık veren anaakımcı iktisatçılar, AKP’nin kendilerinin savundukları ortodoks politikalardan sapıp heterodoks politikalara savrulduğunu iddia etseler de, bu politikanın mimarı olduğu sezinlenen Şefik Çalışkan da, yeni Bakan Dr. Nebati de gayet ortodoks paradigma içinden temellendiriyorlar bugünkü politikayı. Prof. Dr. Ensar Yılmaz, GazeteDuvar’daki yazısında AKP’nin, CHP etrafında kümelenen anaakımcıların ve çok ayrıntılandırmasa da heterodoks politikaların ayrımlarını belirtiyor. Velhasıl, AKP, ortodoks paradigma içinden hata yapıyor, başka bir paradigmaya geçmiş değil ve AKP’nin hataları ortodoks paradigmayı doğrulamıyor.
Örneğin ihracat geliri olmayanların döviz cinsi kredi alabilmelerinin 2009’da serbest bırakılıp ancak 2018’de tekrar yasaklandığını ıskalayan Şefik Çalışkan, ortodoks paradigmanın temellerinden olan kredinin mevduatlardan verildiğini, yatırımların kredi faiz oranına hassas olduğunu (bu konuda bkz. eski yazı) ve bir totoloji olan Paranın Miktar Teorisi çerçevesinde para miktarındaki artışın enflasyon yarattığını sanıyor. (Paranın Miktar Teorisi totolojik çünkü paranın dolaşım hızını (V) GSMH’nin (P*Y) para miktarına (M) bölümü olarak tanımlıyor, sonra da P*Y=M*V eşitliğini kuruyor. V’nin yerine P*Y/M yazınca da P*Y=P*Y sonucu çıkıyor. Sorun, dolaşım hızının böyle tanımlanması. Örneğin diğer faktörler üzerinden tanımlanmayan, kendi başına bir tanımı olan fiyat düzeyi yerine M*V/Y yazıp M*V=M*V elde etmenin kendisi totoloji ima etmez.)
İktisat eğitimi almamışların hakim olmadığı teknik terimler kullanarak topluma kemer sıkma ve tasarruf etme gibi aslında daha da yoksullaştırıcı öneriler sunduklarının üzerini örten CHP çevresindeki püriten anaakımcıların kendilerini AKP’nin hataları üzerinden temize çıkarmaya çalışmalarından daha önemli olan husus, AKP’nin bu yeni modelinin ne cari fazla vermeye ne de enflasyonu düşürmeye muktedir olduğudur.
Değersiz TL uzun süreli cari fazla yaratmayacaktır
Daralma dönemlerinde cari fazlasını ihracatının artmasından değil döviz kurundaki artışın ithalatını sert düşmesinden ötürü veren Türkiye’nin ithalatının 80%’i aramalı, hammadde ve sermaye malından oluşmaktadır. Dolayısıyla artan döviz kuru, ihracatçı firmaların maaş haricindeki maliyetlerini de yukarı çekmektedir. Geçtiğimiz Şubat ayında dövizin yükselmesi için faizlerin indirilmesini talep eden ihracatçılar, şimdi dövizin düşürülmesini talep eder oldular. Daha önemlisi, kurdaki oynaklık ve ikinci aşamasına geçen dolarizasyon, fiyatlama davranışlarını bozduğu ölçüde üretim miktarına dair kararları da bulanıklaştırmakta ve arz kısıtlarına sebep olmaktadır. Arz kısıtları ise enflasyonu daha da yukarı itmektedir. Tasarrufların döviz tevdiat hesaplarına yönelmesiyle TL’nin tasarruf enstrümanı olma işlevini çok önceleri yitirmesinin ardından TL’nin geçtiğimiz haftalarda bir gün içinde Dolar’a karşı 10% kadar değer kaybetmesi üzerine fiyatlamaların da Dolar endeksli olmaya başlaması nedeniyle TL takas işlevini de yitirdi. Bir sonraki aşama; varlık, borç ve ürün fiyat düzeylerinin Dolar’a endeksli olmasından dolayı, TL’nin muhasebe kayıt/ölçü birimi olma işlevini de yitirmesi. Cari fazla vermek için dövizdeki yükselişe izin verildikçe dolarizasyonun ve ondan kaynaklı hiper enflasyonun önünü almak mümkün olmayacaktır.
Öte yandan aşağıdaki tablodan görüleceği üzere fiyat rekabetinin pek de baskın olmadığı, ürün farklılaştırma rekabetinin galebe çaldığı orta-düzey teknolojik ürünler de Türkiye’nin ihracatında 35% gibi azımsanmayacak bir paya sahiptir. Keza ithalatında ise orta-üst ve yüksek teknolojinin payı 55% gibi gayet yüksektir. Türkiye’nin bu ithalat ve ihracat kompozisyonu veri iken salt TL’nin değersizleşmesi ile uzun vadede cari fazla vermesi pek mümkün değil çünkü TL’nin değer kaybetmesi sayesinde ihracatçı Türk firmaları fiyatlarını düşürürlerse, uluslararası piyasada mallarına olan talebin ne kadar artacağı meçhul. İhracatın 61%’ini teşkil eden alt ve orta-alt teknolojik ürünler için fiyat rekabeti anlamlı olabilir belki fakat eğer rakiplerin yeterli atıl kapasiteleri varsa ve sabit maliyetlerinin payı toplam maliyetler içindeki payı Türk firmalarına nazaran yüksekse, Türk firmalarından daha çok fiyat indirebilirler. Bu durumda Türk firması örneğin 3 Dolar ile 2000 parça mal sattığında 6000 Dolar gelir yaratıyorken, 2 Dolar ile satış adedi sadece 2500’e yükselirse, geliri 5000 Dolar’a düşer. Yani eğer fiyat düşüşünün sağladığı talep artışı yeterli düzeyde olmazsa döviz gelirleri artmayacak, hatta azalacaktır da. TL’deki değer kaybı, bu 1000 Dolarlık kaybı telafi edecek kadar olursa veya fiyat ve satış adedi ve kur değişmezse, hammadde ve aramalını ithal eden ihracatçı firmalar TL ile sadece maaşları ödedikleri için maaşlara kıyasla kar oranlarını kısmı olarak artırabilecekler ve bu da hem emeğin GSMH’dan aldığı payı düşürerek, hem de ihracatçı ve ihraçaçtı olmayan firmalarda çalışanlar arasındaki maaş eşitsizliğini artırarak gelir dağılımını bozucu etki yaratacaktır.
Ürün farklılaştırması (inovasyon) rekabetini tercih ederlerse ihracatçı firmalar, bu durumda bu inovasyonu yapacak beyaz-yakalıları ve bu sofistike ürünleri üretecek düzeyde kalifiye mavi-yakalı işçileri istihdam edecek kadar maaş artışını göze almaları lazım. Zaten birim emek maliyeti görece düşük olan, emek-yoğun üretim yapan Çin ve Türkiye gibi ülkelerin ihracatlarının GSMH’ya oranı, dünya ortalamasının altında iken; birim emek maliyetleri daha yüksek olan, sermaye-yoğun üretim yapan ve inovasyon rekabetine yoğunlaşan Danimarka, Belçika, Almanya ve Hollanda gibi Kuzey-Batı Avrupa ülkelerinin ihracatlarının GSHM’ya oranları dünya ortalamasının üzerinde.
Önemli bir diğer husus, ithal girdilerin payı ve dış borcun düzeyinden dolayı, Dolar’daki artışın ihracatçı firmaların bilançoları üzerinde faizden çok daha büyük bir yük yaratıyor olması.
Özetle, daha sağlıklı ve istikrarlı bir cari fazla, maaşları baskılayarak ve TL’yi değersizleştirip dolarizasyonu körükleyerek değil, teknolojik dönüşümü sağlayarak ve maaşları artırarak mümkün.
Cari fazla bu vergi geliri kompozisyonu ile enflasyonu artıracaktır
Ülke ekonomisinin 40%‘nın kayıtdışı olmasından ve devletin sınıfsal önceliklerinden ötürü, Türkiye Cumhuriyeti devletinin vergi gelirlerinin 65%‘i dolaylı vergilerden müteşekkildir. Bu nedenle, özellikle cari açık ve ithalat sayesinde edinilen dolaylı vergi gelirleri düştüğünde bütçe açığı artınca hükümet, talebi esnek olmayan çay, şeker, ekmek, benzin, elektrik gibi ürünlere zam yaparak bütçe açığını kapatmaya çalışageldi. Bu zamlar, enflasyon sarmalını hızlandıran bir faktör olma işlevi gördü. Dolar‘ın düşük olmasından ya da indirilen faizlerle tüketici kredilerinin yükselmesinden dolayı ithalatın ve dolayısıyla cari açığın arttığı dönemlerde ithalattan ve ithal ürünlere uygulanan dolaylı vergilerden edinilen gelirlerle bütçe açığının azaldığı durumda zamlar yapılmadı, enflasyon dizginlendi. (Bu konuda bkz. eski yazı)
Bu nedenle, bundan sonra Dolar artmayacak olsa ve cari fazla uzun dönemde AKP’nin beklediği şekilde başarılsa bile, bu vergi gelirleri kompozisyonu ve talebi esnek olmayan ürünlerin fiyatlarına zam yapma yetkisi sürdüğü sürece, Türkiye bizzat cari fazladan ötürü yüksek enflasyona maruz kalacaktır. AKP hükümeti, kurumlar vergisini ve üst gelir grubundan gelirler vergisini artıracağına dair herhangi bir emare göstermedi şimdiye kadar.
Enflasyon belasından çıkışın yolu maaş artışıdır
Vergi gelirlerinin büyük kısmının dolaylı vergilerden müteşekkil olmasının yanı sıra, Türkiye’de enflasyonun yapısal bir sorun olmasının arkasındaki bir diğer faktör de, yüksek yoksulluk ve gelir dağılımı adaletsizliği dolayısıyla hanehalkının harcamaları içinde gıda ve kiranın payının yüksek olması ve talep artışına fiyat artışıyla karşılık veren emek-yoğun üretimin hakim olmasıdır. Gıda ve kira (ev), fiyatları maliyetler tarafından belirlenen diğer tüketim ürünlerinin aksine, talep tarafından belirlenirler çünkü bunlar stoklanamaz ve yeniden kolayca üretilemez ürünlerdir. Ayrıca bu ürünlerin fiyatlarının talep esnekliği düşüktür. Yani fiyat artışı durumunda talep edilen miktar çok fazla düşmez. O nedenle maliyet artışları fiyatlara nispeten daha kolay yansıtılır- özellikle piyasa yoğunlaşması yüksekse. Uluslararası gıda ve emtia fiyatları pandemi sonrasında tüm dünyada yükselirken, gelişmekte olan ülkelerdeki enflasyon oranının gelişmiş ülkelerdeki enflasyonun üzerinde olması bu durumla açıklanabilir.
Sermaye-yoğun üretim yapan sektörler ise, toplam maliyetleri içinde üretim miktarı ile birlikte artan emek, hammadde ve enerji gibi değişken maliyetlerin payı düşük olduğundan talep artışına üretim artışı ile karşılık verirler çünkü üretim artışı ile birlikte birim maliyetlerini daha hızlı düşürebilirler. Bu sebeple talep düştüğünde ise üretimi değil fiyatları düşürürler. Emek-yoğun sektörler ise, üretim ile birlikte değişken maliyetler de hızla arttığından talep artışına fiyat artışı, talep düşüşüne ise üretimi kısmakla yanıt verme eğilimindedirler. (Bu konuda bkz. eski yazı)
O nedenle, Türkiye’nin enflasyonu kökten çözmesi için, yoksulluğu azaltacak, gıda ve kira gibi ürünlerin tüketim harcamalarındaki payını azaltacak ve sermaye-yoğun tekniklerle üretilen, talebi arttığında üretim artışıyla cevap verilen ürünlerin tüketimdeki payını artıracak, üretimi de bu yönde dönüştürecek kamu yatırımları öncülüğünde bir kalkınma planına ve maaşların artırılmasına ihtiyaç var. Maaş artışı, verimlilik artışından düşükse, enflasyon yaratmaz. Daha yüksek bir verimlilik artışı ise, talep artışına üretim artışıyla cevap veren sermaye-yoğun üretimden ve maaş artışından azade değil.
Maaş artışı ilk etapta bugünkü baskılanmış talep koşullarında enflasyonu kısmen tetikleyecektir. Fakat maaş artışı oranı olduğu gibi fiyatlara yansıtılmayacaktır. Bu da reel ücretlerin artışını ve dolayısıyla alım gücünün artışını ima edecektir.
Enflasyonu girdap haline getiren en temel faktör, rant-ücret ve kar arasındaki bölüşüm çatışmasının modere edilememesidir. Hükümetin bu çatışmayı modere etmesi, yani fiyat artışları yerine üretim artışını mümkün kılacak maliye politikaları, güçlü sendikalarla ücret ve istihdam politikasını koordine etmesi sermaye-yoğun üretime geçiş sürecini de kolaylaştıracaktır.
İsrafa ve kayırmacılığa gitmeyen, çifte maaşa ve yandaşa aktarılmayan, büyüme ve istihdam yaratan kamu harcaması, talebi güdüleyerek özel sektörde yatırımı ve dolayısıyla yeni firmaların kuruluşunu tetikleyecektir. Bu da rekabetçi bir piyasayı ve dolayısıyla verimlilik artışını beraberinde getirecektir. Verimlilik artışı da birim üretim maliyetlerini düşürdüğü ölçüde enflasyon tehlikesini baskılayacaktır. Piyasanın daha rekabetçi olması, tekelleşmenin önüne ket vurulması ise eşitsizliğin ve yoksulluğun azaltılmasına en büyük katkıyı sunacaktır.
Cari fazla ve bütçe açığının bir diğer olumlu tarafı, özel sektörün tasarruf açığını tasarruf fazlasına dönüştürmek ve bu sayede bankacılık sektörünün kredi-mevduat oranını 1’in altına düşürerek likidite açıklarını kapatmak, finansal istikrarı sağlamak. Çünkü hem cari fazla, hem de bütçe açığı, bankalarca kredi ile yaratılmışın haricinde yeni yaratılmış bir fazladan mevduat miktarı sağlayacaktır.
Çözüm önerisi
Bu çerçevede, Türkiye’nin endemik, yani bölgeye has bitki türü kapasitesini farmakoloji bilgisiyle birleştirerek ihracatını stratejik bir sektör olarak ilaç sektörüne yoğunlaştırmasını öneriyorum. Bunu veya benzeri katma-değeri yüksek başka sektörleri başarırsa, cari fazla vermek için ve yoksulluktan çıkarak enflasyon belasından kurtulmak için maaşları ve para biriminin değerini baskılaması gerekmeyecek. Tabi bunun için bu sektörlerin gerektirdiği yaratıcılığı gösterecek eğitimli işgücünü yetiştirip ülkede tutacak demokrasi ve ifade özgürlüğü lazım.
Özetle Türkiye’nin kendisine Çin’i değil, Kuzey-Batı Avrupa’yı örnek alması gerekiyor ve buna potansiyeli de var.
1983 Newroz’unda Elbistan’ın Sevdilli köyünde dünyaya geldi. İstanbul Erkek Lisesi’nden sonra, ÖSYM bursuyla girdiği Bilgi Üniversitesi’nde Uluslararası Finans lisans eğitimini 2011‘de tamamladı. Türkiye’nin AB’ye üye olacağını, demokratikleşeceğini sandığı lisans döneminde sivil toplum aktivitelerine katıldı; çeşitli gazetelerde yorum yazıları yayınladı. Eski dindar çalışma arkadaşlarının değişen tavırları üzerine, bu çabalarının işe yaramayacağını, aksine Türkiye’nin diktatörlüğe evrileceğini düşünüp 2012‘de ülkeden çıkma kararı aldı. Akdeniz Üniversitesi ve Hamburg Üniversitesi’nin ortak Avrupa Çalışmaları yüksek lisans programını DAAD bursuyla Mayıs 2014‘te tamamladı. Ekim 2014 – Ekim 2017 arasında Hamburg Üniversitesi Sosyal Ekonomi departmanında „finansallaşma, maaş eşitsizliği ve tekelleşme“ başlıklı, uluslararası hakemli dergilerde yayınlanmış 3 makaleden oluşan doktora tezini tamamladı; araştırma görevlisi olarak „Büyüme ve Bölüşüm“ ve „Ekonomiye Giriş“ derslerini verdi. Rostock Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırma görevlisi olarak Finans ve İktisat Politikası, Dağıtım ve Rekabet, ve Endüstriyel İktisat derslerini verdi. İktisadın Post-Keynesyen ekolüne yakındır, politik olarak liberal-solcudur. Eşitsizlik, finans ve iktisat politikası temel araştırma konularıdır.