Temel Demirer’in “Çin üzerine” makalesi toplam üç bölümden oluşmaktadır. Bugün 1. Bölümü yayınlıyoruz. Ayrıca, Temel Demirer’in 8. Bölümden oluşan ve Pazar günler yayına girdiğimiz “Dersim Üzerine” makalesi yayın akışımızdaki değişiklik yüzünden Salı, 23.03. tarihine ertelenmiştir. Erteleme yüzünden okuyucularımızdan özür dileriz.
“Bütün renkler hızla kirleniyordu. Birinciliği beyaza verdiler.”[1]
Çin’e -ya da sektörel sosyalist ülkeler topluluğu’nun SSCB likidasyonu sonrasına- dair söz etmek, hiç de kolay değildir; ancak söz konusu karmaşık soru(n)[2] üzerine, bir kez daha eğilmek “olmazsa olmaz”…
Napoleon Bonapart’ın, “Bırakın Çin uyusun. Uyanırsa yer yerinden oynar,” dediği o uçsuz bucaksız coğrafya artık uluslararası ilişkiler düzleminde Orhan Bursalı’nın, “Çin Yüzyılı: Her şey Çinli olacak… Çin yüzyılı ayrıca ABD’ninkinden çok çok uzun sürecek,”[3] notunu düştüğü yerkürenin başat gündem maddesi…
“Çin’de sosyalizm gerilemektedir; ama henüz yenik düşmemiştir,”[4] vurgusuyla “Çin’deki gelişmeler sosyalizmin, dolayısıyla insanlığın geleceğini yakından ilgilendiriyor; belirliyor,”[5] diyen Korkut Boratav’a katılmak asla mümkün olmasa da; Çin gerçeğini tartışmak, kavramak zorundayız.
Hayır meseleyi; 16 Ekim 1990’de SSCB’de Cumhurbaşkanı Mihail Gorbaçov’un, “Serbest piyasa ekonomisi”ne geçileceğini açıklaması; veya 12 Ekim 1992’de de Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) XIV. Kongresi’nde Genel Sekreter Jiang Zemin’in, “Pazar Ekonomisi’ne geçileceği”ni resmen ilanıyla “açıklayan”lardan(!?) değilim. Her şey bir anda olup bitmedi; bunun bir evveliyatı var elbette.
Söze doğru yerden başlayabilmek için öncelikle bir “Yeni solcu” (aslında ortadoks Maocu) Çinli akademisyenin şu değerlendirmesini aktarmak gerek: “Adı komünist olsa da, devlet güdümlü eş-dost (ahbap-çavuş) kapitalizmini benimsemiş ve bu noktadan uzaklaşmak gibi bir ideolojik kaygısı olmayan bir partiyi, çoğu retorik düzeyinde olan bazı Marksist esintilere bakarak, Marksist veya Maoist bir parti gibi değerlendirmek ve bu noktadan hareketle eleştirmek gereksiz bir uğraştır.”[6]
Evet, “Çin’e komünizm ideallerinin somut karşılık bulduğu bir ‘işçi devleti’ gözüyle bakmak isteyenler için hayal kırıklığına uğramak kaçınılmaz.”[7]
“Çin tipi sosyalizmden değil de uluslararası kapitalizme eklemlenmiş bir devlet kapitalizminin, egemen sınıflarının küresel hegemonya adaylığından söz etmek gerekiyor.”[8]
Bunlar böyleyken; malumun ilamına eleştirel düzlemde zaman ayırmak -“gereksiz” bulunsa da!- mecburiyetimizin bir parçasıdır!
Emperyalist cephenin Çin Halk Cumhuriyeti’ne (ÇHC) yönelik saldırgan tutumu ve komünistleri Çin’i eleştirel değerlendirmeye tabi tutmalarını engellememelidir. Çünkü böylesine eleştirel bir değerlendirme emperyalist-kapitalist dünya düzenini anlamamıza ve uluslararası arenadaki güncel gelişmelerin arka planını görmemize ve Çin’deki likidasyonu kavramamıza yardımcı olacaktır.
Bunun için öncelikle ÇHC’nin “sosyalist bir ülke” olduğu ve “devlet mülkiyeti=sosyalizm” iddiaları, yanılsamalarıyla aramıza mesafe koymak gereklidir.
Sosyalizm ve kapitalizm özünde belirli bir üretim tarzının ifadesiyken; kapitalizmin ne olduğunu en iyi Karl Marx öğretir: Kısaca, kapitalizmin merkezinde iş gücü, yani emek sömürüsü ile üretimin toplumsal örgütlenmesini gerçekleştiren ve üretilen zenginliği gasp ederek biriktiren sermaye durmaktadır. Sermaye ise, üretim araçlarına sahip olan burjuvazinin mülkiyetindedir ve kapitalizmde burjuvazi egemen sınıftır. Anladığımız biçimde ve tarihsel örneklerinde gördüğümüz gibi, sosyalizmde de üretim toplumsal olarak örgütlenir. Ancak üretim araçları üzerindeki mülkiyet toplumsaldır ve özel sermaye birikimi ile emek sömürüsüne yarayan bir istihdam piyasası yoktur.
Çin’i bu eksende değerlendirmek zorundayız.
Kaldı ki 1970’li yılların sonunda gerçekleştirilen “reformlar” sayesinde, kamu teşekküllerinden çok daha hızlı biçimde birikim gerçekleştiren özel sermaye büyümekteyken; ÇHC’nde gelişmiş bir burjuvazinin, hatta büyük burjuvazinin varlığından söz edebiliriz (Henüz iktidarı tam kontrolünde tutamasa da).
ÇHC’nde şirketler, hisse senetleri ve kredi ticaretinin gerçekleştirildiği ve sürekli ivme kazanan bir malî piyasa bulunmaktadır. İş gücünün sömürüsüne açık olan istihdam piyasası büyümekte, yurt dışı ürün ticareti giderek daha fazla liberalleştirilmektedir. Sermaye trafiğinin devlet kontrolünde olmasına ve Merkez Bankasının para politikalarını belirlemesine rağmen, önümüzdeki yıllarda sermaye ithali ve ihracının daha da liberalleştirilmesi beklenmektedir.
Her ne kadar ÇKP’ne 1.4 milyarlık nüfusu için açlık ve yoksulluğa karşı verilen mücadelede müthiş bir başarı kazandığını ve yaklaşık 500 milyonluk bir nüfusa ortalama orta katman satın alma gücü kazandırdığını teslim etsek de üretim ilişkilerinin bütününe ve üretim tarzına bakarak ÇHC’nin bir kapitalist ülke olduğunu tespit etmek durumundayız. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olmaması, bankaların ve sermaye ithali-ihracının belirli bir kontrole tabi olmaları, tek başına ÇHC’ni sosyalist yapmamaktadır.[9]
KISA TARİH TURU
1912: Sun Yat-Sen[10] liderliğinde Çin Cumhuriyeti kuruldu.
1916: On yıl sürecek iç savaş başladı.
1917: Çin Birinci Dünya Savaşı’na katıldı.
1919: Pekin’de barış antlaşması imzalanması aleyhinde gösteriler düzenlendi. Göstericiler Çin’den yabancı imtiyazların kaldırılmasını istedi.
1925: Sun Yat-Sen öldü. Yerine Çan Kay Şek geçti. Çin, komünistlerinin yardımıyla savaş ağalarını yendi.
1927: Çan Kay Şek komünistlerin çok güçlendiğini düşündü ve karşı harekât başlattı. Çin’in büyük bölümüne hâkim oldu.
1928: Mao, Kızıl Ordu’yu kurdu. İç savaş başladı.
1931: Japonya, Çin’i işgal etti.
1945: İkinci Dünya Savaşı bitti; Japonya yenilerek Çin’den çekildi. Çin’de tekrar iç savaş başladı.
1949: Mao zafer kazanarak ÇHC’ni kurdu.
1949 Çin için “makus talihin sonu”ydu…
1949 Devrimi’nin başarısını daha iyi kavrayabilmek için biraz daha gerilere gitmek gerekir. Çin 4 bin yılı aşkın bir süredir aynı coğrafyada ve aynı etnik yapıda istikrarlı bir imparatorluk konumunda. Başta barut ve pusula olmak üzere teknolojik buluşlarda da hep insanlığa öncülük yapmışlar. Çinliler tarih boyunca kendilerini dünyanın merkezi görmüşler, zaten Çin ismi de “merkezi krallık” anlamına geliyor. Böyle bir algı içerisindeyken Büyük Britanya’ya karşı Afyon Savaşları’nda alınan yenilgi ruh dünyalarında derin psikolojik yaralar açıyor. Hele 1945’e kadar süren Japon işgalini hiç içlerine sindiremiyorlar. Tüm emperyalistler ülkede cirit atıyor, gümrük daireleri limanlarda onlar adına vergi topluyor…
Aslında Çin’de cumhuriyet 1912’de ilan ediliyor ama gerçek ulusal birliğin yaratıldığı, ülkenin 150 yıllık makus talihine nokta konulduğu tarih 1949’dur. Bu sosyalist bir devrimden öte anti-emperyalist ve anti-feodal bir devrimdir. Aradan geçen 70 yılda tüm çalkantılara karşın ülke kayıtsız şartsız bağımsızlığını korumuşsa, feodalizm bir daha başını kaldıramamışsa son tahlilde amaca ulaşılmıştır.
1949-1979 kesiti çok eşliliğin, cariyeliğin yaygın olduğu bir toplumda kadınların en azından resmi anlamda eşit bireyler kabul edildiği bir dönemdir. Ekonomisi 90’larda kalkışa geçen Çin’de modernleşme altyapısı hazırlanmış; yüzde 20 olan okuryazarlık oranı yüzde 67’ye yükseltilmiş, ortalama yaşam süresi 41’den 64’e çekilmiş, 80 bin civarında gezinen hastane yatağı sayısı 1.6 milyona çıkarılmıştır. İnsanların gelirleri düşük de olsa işsiz kalmıyorlar, açlık çekmiyorlar, sosyal hizmetlerden yararlanıyorlardı. Bu eşitlikçi model “demir pirinç kasesi” olarak adlandırılıyor. Fazla sözü edilmese de Çin kapitalistleşme hamlesi bu dönemin kazanımlarının üzerine inşa ediliyor.
“İyi de Mao kimdir” mi?
Kore Savaşı sırasında biricik oğlu Mao Anying’i halk çocuklarının yanında cepheye gönderen, genç subay bir Amerikan hava saldırısında yaşamını kaybediyor…
Mao gerçekten kabına sığamayan bir devrimci… Uzun vadede sonuç verecek toplumsal reformlara pek sabrı yok. Merkezi planlamaya pek gönlü olmasa da, 50’lerde Sovyetler Birliği’nin etkisiyle bu mecraya giriliyor. 1956’da halisane niyetlerle “Yüz Çiçek Açsın Yüz Fikir Yarışsın” kampanyasını başlatıyor.
“İleri Doğru Büyük Atılım” adıyla sanayileşme hamlesi start alıyor…
Mao’nun parti yöneticileriyle arasında sorun çıktığı zaman halka başvurmak gibi bir adeti var. 1966’da kapitalizme dönme tehlikesi olduğu gerekçesiyle yine sahneye çıkıyor.
Mao partide “solu cesaretlendirmek, sağı ortadan kaldırmadan etkisizleştirmek, merkez soldan yönetmek” gibi bir stratejisi izliyor. 1966’da “Karargâhı bombalayın” komutuyla “Kültür Devrimi”nin düğmesine basıyor.
Konfüçyüsçü, hiyerarşi ve itaate dayalı bir kültüre sahip bir ülkede sade halkı, özellikle gençleri siyasallaştırmak, teknokrat-bürokratların fikri hegemonyasını sorgulamak, kırla kent arasındaki uçurumları mercek altına almak aslında çok anlamlı.
Devamla 21 Şubat 1972, ÇKP lideri Mao Tse-Tung ve ABD Başkanı Richard Nixon’ın tarihi buluşmasıydı… Şubat 1972’de ABD Başkanı Richard Nixon, Çin’i ziyaret etti. Çin ile ABD arasında “Şanghay Bildirisi” imzalandı. ABD’nin Çin’e yönelik bu politika değişikliğinin mimarı ise Henry Kissinger idi.
Mao’nun 1976’da ölümünden sonraki sürece, karısı Çiang Çing’in de aralarında bulunduğu “dörtlü çete” dönemi bir yana bırakılırsa, “Cüce Deng” damga vurur. Deng Xiaoping “nehri geçerken taşları hissetmek” metaforuyla sembolize ettiği ılımlı ve sabırlı bir insan tipidir. Mao’nun kendisi için kullandığı formülü sabık lidere uygular: “Mao’nun yaptıklarının yüzde 70’i doğru yüzde 30’u yanlıştı” söylemiyle yatıştırıcı bir üslup kullanarak ülkeyi serbest piyasa düzenine sokar. Köylülere ellerindeki toprakları işleme hakkı tanınır.
Aralık 1978’de ÇKP’de iktidar ele geçiren Deng Xiaoping kendi “dönemi”ni başlatıyordu.
1 Ocak 1979’da Çin ile ABD arasında diplomatik ilişkiler kuruldu. ABD, Tayvan’daki askerlerini geri çekti. “Ortak Savunma Anlaşması” da iptal edildi. Aynı ay içinde Çin lideri Deng Xiaoping, ABD’yi ziyaret etti.
Aralık 1978’de ÇHC’nin liderliğine yükselen Deng Xiaoping Çin’de bir süre uygulanan “bilimsel sosyalizm”e karşı bayrak açmıştı. Sistem, her yerde verimsizliğe, rüşvete, genel moral bozukluğuna, kıtlığa neden olmuştu. Çin, bürokratik ekonomi yönetiminden kurtulmalıydı.
1979’dan itibaren Çin ekonomisi rekabetçi bir yola girmeye başladı. Xiaoping’in sisteminin ana hatları şöyleydi: i) Önce ekonomik kalkınma. Onun için “özel sektöre” öncelik verilmesi. Bunun yanında devletin ekonomide merkezi planlamayı elinde tutması. ii) Siyasal reformları daha sonraki safhaya bırakma…
Devamla Deng Xiaoping, 1992’deki “Güney Turu” ile Hong Kong ve Tayvan diasporasıyla işbirliği içerisinde dünya piyasalarına açılma mesajı verir.
Çin’in 2001’de DTÖ’ye kabul edilmesi, kapitalist küreselleşmenin yeni coğrafyalara yayılması, kapitalist olmayan coğrafyalara da nüfuz etmesi için fırsat olarak kabul edildi. Bu noktada, Soğuk Savaş döneminde her ikisi de Sovyetler Birliği ile sorunlu ABD ve Çin’in Richard Nixon ve Mao kişiliğinde ilişkilerini “normalleştirdiklerini” hatırlamakta yarar var.
Zaman içerisinde Çin düşük ücretler marifetiyle küresel tedarik zincirlerine “imalat” aşamasında eklemlenen “ikincil bir güçten”, ABD’nin başını çektiği Batı emperyalizmini farklı cephelerde tehdit eden küresel bir rakip hâline gelir.
Çin’in başta ABD, metropol kapitalist ülkelerde korku yaratan asıl özelliği, teknolojide büyük bir sıçrama gerçekleştirmiş olması. Havacılık, robotik, yapay zekâ ve bilgi teknolojilerini kapsayan stratejik atılım, 2025’te Pekin’i imalat sanayinin süper gücü hâline getirmeyi amaçlıyor.
Özellikle Huawei firmasının 5G ve akıllı telefon konusunda lider konumuna geçmesi, Washington’da panik havası estirmiş görünüyor. ABD açısından Çin’in teknolojik ilerlemesinin sadece ekonomik değil askeri boyutlarını da düşünmek endişe yaratıyor.
‘The Financial Times’ın itirafındaki üzere, “Yeni Çağda Çin ve Dünya” başlıklı raporda, “gelişmiş ülkelerin birkaç yüzyılda aldığı mesafeyi kendilerinin on yıllara sığdırdığı” dile getirilerek, dönüşüm şöyle özetlendi: Ülkenin 1952 ve 2018 arasında GSMH’si yılda ortalama yüzde 8.1 arttı; 1978’den bu yana kırsal Çin’de yaşayan 770 milyon kişi yoksulluktan kurtuldu; ortalama yaşam süresi 1949’da 35’ten bugünkü 77’ye yükseldi. Son 40 yılda ülkeye 2 trilyon dolardan fazla doğrudan yabancı sermaye yatırımı girdi.
Çin’e komünizm ideallerinin karşılık bulduğu bir proletarya devleti gözüyle bakmak tabii ki doğru olmaz. Neresinden bakarsak otoriter bir devlet kapitalizmiyle karşı karşıyayız.[11] Ne var ki Çin’in ekonomide ciddi bir sıçramaya imza atıp, ABD’yle her konuda boy ölçüşebilen başarılı bir ulusal kalkınma örneği sergilediği de ortada…[12]
Artık, dünyanın en büyük ihracatçısı… En büyük yabancı sermayeyi kendine çeken ülkesi… En büyük döviz rezervine sahip devleti… En büyük lüks mallar pazarı… En büyük elektronik ticaret hacmine sahip olan ve en büyük demir-çelik, otomobil, televizyon, cep telefonu üreticisidir Çin… (Yarı iletkenlere, tahıllara, bakıra, alüminyuma vd. girmeyeyim…)[13]
DURUMA DAİR
Ekonomide ciddi bir sıçramaya imza atıp, ABD’yle her konuda boy ölçüşebilen başarılı bir “kalkınma örneği” sergileyen Çin bir yandan Hong Kong’da yükselen protestolar,[14] ABD’yle ticaret savaşları, Şincan Uygur bölgesindeki huzursuzluk, komşularla Güney Çin Denizi’ndeki kıta sahanlığı gerginlikleri gibi çok yönlü soru(n)larla da yüzleşiyor.
Ayrıca ekonomik büyümesiyle artan gelir ve servet eşitsizlikleri derinleşip; yapay zekâ ve 5G teknolojisindeki atılımları Atlantik İttifakı tarafından kaygıyla izleniyorken; ‘The Foreign Affairs’in Temmuz/Ağustos 2019 nüshasında Fareed Zakaria, “Diplomasiniz ne kadar hünerli de olsa Çin’in yükselişi uluslararası yaşamdaki tektonik kaymalardan biriydi ve kaçınılmaz biçimde hegemonun rakipsiz gücünü erozyona uğratacaktı,”[15] demeden edemiyor.
Lale Kemal’in, “ÇKP yönetiminde piyasa ekonomisini başarıyla yürüten bir ülke”[16] diye betimlediği Çin yükselen devasa bir güç…
2010 sayımına göre 1.37 milyarlık nüfusuyla dünyanın en kalabalık ülkesiyken, dünyanın en geniş üçüncü ülkesi.
‘Chinadaily’e göre, Pekin, askerî ve sivil teknoloji alanındaki hamleleriyle Batılı ülkelere en fazla ileri teknoloji ürünü satan ülkeler arasında. Çin, 2012 itibariyle Hollanda’ya en fazla ileri teknoloji ürünü satan ülkeler kategorisinde ABD ve Almanya’yı sollamıştı.
Dünyanın en hızla büyüyen ekonomisine sahip olan Çin, 8 trilyon dolarlık GSMH ile yaklaşık 16 trilyon dolar GSMH’lı ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük ekonomisi. Dünya Bankası ile IMF verilerine göre, ABD’nin, 15 trilyon dolar ile makro ekonomik dengeler açısından vahim olan dış borcuna karşılık Çin’in dış borcu 780 milyar dolar.
Çin’in, yaklaşık 3.3 trilyon olan rezervinin 1.6 trilyonluk kısmı Amerikan hazine bonosu. Dolayısıyla Çin, doların değerini de belirliyorken; satın alma gücü paritesine göre 12.4 trilyon dolarlık ekonomisi ile Çin, dünya GSMH’sinin sadece yüzde 5’ini kontrol ediyor. Kişi başına gelirde 118’inci sırada.[17]
Çin aynı zamanda dışarıya en fazla sermaye ihraç eden ülkeler sıralamasında da ön sıralarda. 30.000’in üzerinde Çinli firma (çoğu KİT), dış pazarlara yılda -resmi rakamlara göre- 20 milyar doların üzerinde yatırım yapıyor. Resmi yollar dışında dışarıya yatırılan sermayenin çok daha fazla olduğuna inanılıyor. 1995’te ‘The Fortune’ün ‘500 Büyük Firma’ listesinde 3 Çinli firma varken, bu sayı 1999’da 5’e, 2003’te 11’e, 2013’de ise 15’e yükseldi.[18]
2012 yılındaki ‘Pew Araştırma Merkezi’ araştırmasına göre, Çinlilerin yüzde 82’si, gelecekleri hakkında “iyimser”ken;[19] Çin bir yıkımla yüz yüze!
Örneğin ‘Çin Milli Kanser Kayıt Merkezi’nin ‘Çin’de Kanser Kayıtları Faaliyet Yıllık Raporu’nda, her dakikada 6 kişiye kanser tanısı konulduğu kaydedildi. Her yıl 2.7 milyon kişinin kanser hastalığı nedeniyle hayatını kaybettiği Çin’de ölümlerin yüzde 13’ü kanser sebebiyle oluyor. Çin’de, akciğer kanseri birinci sırada yer alırken, onu mide ve bağırsak kanserleri izliyor. Ölümle sonuçlanan kanser çeşitlerinin başında ise yine akciğer kanseri geliyor.[20]
Bununla bağıntılı olarak Çin, nüfusunu doyuramayacak durumda. Çin Tarım Bakanlığı’na göre, topraklarının yüzde 40’ı ya toksik atıklar nedeniyle çok kirli ya da ekilemez durumda.[21] Bu nedenle, Çin’in sürekli sanayi ürünleri üretmesi ve dünyaya satması, hızlı büyümesi gerekiyor. Hızlı büyüme olmazsa, kaçınılmaz olarak, işsizlik süratle artacak ve ülke içinde başkaldırmalar başlayacak.[22]
Yani “Çin büyüyor,” benzeri güzellemeler yanında, soru(n)lar da yok değil; mesela…
√ Çin’de tek nüfus politikasının kadın-erkek dağılımında eşitsizlik yarattığı ileri sürülürken Çinli erkekler, insan kaçakçıları tarafından Vietnam’dan kaçırılan kız çocuklarını 3 bin dolara satın alıyor.[23]
√ Çin’in Guangxi eyaletinde 51 yaşındaki bir erkek, hamile üç kadını para karşılığı cariye edindikten sonra bebeklerini satmaya kalkıştı. Yang’ın ifadesine göre, 2013 yılında sırasıyla 50, 120 ve 1300 dolar civarında paralar ödeyerek cariye edindiği üç hamile kadın ardı ardına doğum yaptı. Yang, bebeklerden birini Mayıs ayında yaklaşık 10 bin dolara sattı. İkinci bebek içinde müşteri bulan adam, bu kez karşısında bebeğin annesini buldu. Bebeğini sattırmak istemeyen annenin, Yang tarafından dövüldükten sonra polise gizlice yaptığı ihbar ise olayı açığa çıkarttı.[24]
√ Çin’de bazı ortaöğretim kurumlarında erkek ve kız öğrencilerin birbirlerine yaklaşması yasaklandı. Hangzhou ve Wenzhou kentlerindeki okullarda, kız ve erkek öğrenciler birbirlerine yaklaşamayacaklar.[25]
√ ÇKP’nin resmi yayın organlarından ‘Gençlik Günlüğü, Çin’de her yıl “iş stresine bağlı aşırı yorgunluktan 600 bin kişinin öldüğü” açıkladı.[26]
√ Andy Warhol’ün ‘15 Minutes Eternal/ 15 Dakikalık Sonsuzluk’ sergisi, Mao’yu çizdiği tablolarının Çin kültürüne uygun olmadığı için ülkede sergilenemeyeceği açıklamasıyla sansüre uğradı.[27]
EKONOMİK GÜÇ
Tekrarlamak pahasına sıralayalım: ÇHC yaklaşık 9.6 milyon km2 yüzölçümü ile Rusya ve Kanada’dan sonra dünyanın en büyük üçüncü ülkesi (Türkiye’nin 12 katından daha büyük) ve Asya’da ise en büyük yüzölçümüne sahip. Kuzey-Güney uç noktaları arasındaki uzaklık yaklaşık 5500 km, Doğu-Batı uç noktaları arasındaki mesafe yaklaşık 5000 km’dir. 1.4 milyara yaklaşan nüfusu ile dünyanın en kalabalık ülkesidir. (1.339.724.852). Çin Halk Cumhuriyetinde bulunan 56 farklı etnik gruptan “Han” etnik grubu ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 92’sinin (1.1 milyar) kalan 55 etnik grupda yüzde 8’ini (200 milyon) oluşturmaktayken;
√ 1.3 milyarlık dev nüfusu,
√ 300 milyondan fazla zengini,
√ Haftada 1 milyar dolar dış yatırım alması,
√ Toplamda 60 milyar doların üzerinde dış yatırım barındırması,
√ Son 25 yılın en çok büyüyen ülkesi olması (Uyanan dev/ejderha denmesi bundan)
√ 870 milyar dolar ticaret hacmi ile dünyadaki üretimin üçte birini gerçekleştirmesi,
√ Yabancı yatırımcılara kolay arazi tahsis etmesi,
√ Enerji, işçi ücretlerinin düşük olması,
√ Vergi avantajının yüksekliği,
√ Yüzlerce farklı dini ve etnik unsuru barındırmasıyla[28] dikkat çekicidir.
“Mevcut durum Batı’nın Çin’in imalat ürünlerine bağımlılığını göstermiş”ken;[29] Çin’de devletin kamusal siyasi figürünün, Xi Jinping’in Kasım 2012’de Çin Komünist Parti Genel Sekreterliği ve Mart 2013’te devlet başkanlığı makamına ulaşması ile büyük bir dönüşüm dönemine girdiğine şüphe yoktur. Xi Jinping Çin’i hızlı bir biçimde tek adam rejimine taşıdı. 2018’de başkanın görev süresini sınırlayan yasaları iptal ederek adeta belirsiz bir süreye kadar yönetimde kalacağını deklare etti.[30]
Bu tabloda Singapurlu diplomat, akademisyen Kishore Mahbubani, ‘The National Interest’e demecinde “Çin ekonomisi bir numara olacak, bunun gerçekleşmesini engellemek için yapabileceğiniz hiçbir şey yok,” diyordu.
Ekonomi tarihçisi Angus Maddison’un hesaplamalarına göre Çin, 1870’de dünyanın en büyük ekonomisiydi. Bu yılın başında yayımlanan, satın alma gücü paritesi üzerinden yapılmış bir hesaplama, Çin’in ABD’yi, kıl payı da olsa geçerek en büyük ekonomi konumuna geri döndüğünü gösteriyordu.
Çin bu noktaya, 1980-2013 arası dönemde, yılda ortalama yüzde 9.8 büyüme hızıyla ulaştı. Aynı dönemde, ABD ekonomisinin ortalama büyüme hızı yüzde 2.7 düzeyinde gerçekleşti.
Söz konusu verilerde Çin’in 1970’lerin sonunda başlayan devlet kapitalizmine geçme sürecinde de görmek olanaklıyken; Çin, ülke içinde belirginleşen talep yetersizliği, aşırı yatırım (birikim) sorunlarını daha çok hissederek ihracata, dış yatırıma (sermaye ihracına), özellikle de finansallaşmaya daha çok önem veriyor. Ne ki Çin’in finansallaşma eğilimi, ABD ve Avrupa merkezli finansallaşmaya, bu finansallaşmanın IMF, Dünya Bankası gibi kurumlarının kurallarına takılıyor.
AFP’de, bir yorumda, ABD’nin dış piyasalarda Çin’le rekabet etmekte zorlanmaya başladığı anlatılıyordu. Özetle “Çin kapitalizmi kendi kriz eğilimlerini yönetmeye çalışırken uluslararası düzeni de değişmeye zorluyor.”[31]
Yine Nobel ödüllü ekonomist Joseph E. Stiglitz, Çin’in 2015’e “bir numara”lı ekonomi olarak girdiğini savunurken;[32] son yıllarda, süper bilgisayarlar, hayalet uçaklar, süpersonik hava araçları alanındaki ilerlemeleri, nihayet uzaya gönderilen quantum iletişimi uydusuyla, Çin’in bu kez dünyanın teknoloji lideri olma yolunda bir “Uzun Yürüyüş”e başladığını gösteriyor.[33]
Örneğin 2000-2017 kesitinde Çin’in yüksek teknoloji yoğunluklu ürün ihracatı 41.7 milyar dolardan 504 milyar dolara sıçrarken, ABD’nin yüksek teknoloji ihracatı 197.8 milyar dolardan 110 milyar dolara düşmüş. 2000 yılına göre 2017 yılında ABD’nin yüksek teknoloji ürün ihracatının toplam imalat sanayi ihracatı içerisindeki payı yüzde 33.8’den yüzde 13.8’e gerilemiş, Çin’in payı ise yüzde 19’dan yüzde 23.8’e yükselmiş
Ayrıca “2005-2017 kesitinde Çin’in imalat sanayi katma değeri 734 milyar dolardan 3.6 trilyon dolara, ABD’nin ise 1.7 trilyon dolardan 2.2 trilyon dolara yükseldi.”
Bilimsel makale sayısında, toplam patent ve Gayri Safi Milli hasıladan ARGE’ye ayırdığı payda ABD’yi geride bıraktı.
Çin 1980-2018 kesitinde yıllık ortalama yüzde 9.5 oranında büyürken, ABD yüzde 2.6 büyüdü.[34]
Kolay mı?
David Gosset, teknoloji ve hatta insan sermayesi ihraç eden Çin’in küresel ekonomiye yön vereceğini belirterek “Çin, Batı ekonomilerini marjinalleştirdi,” derken;[35] dünyanın ikinci büyük ekonomisine sahip Çin’in 65 kamu şirketi ‘The Forbes’in uluslararası 500 dev kuruluş listesinde yer alıyordu.[36]
Evet Çin… ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük ekonomisi; 2.5 trilyon dolar ihracatıyla ihracat yapan ülkelerin başında geliyor, küresel hasılanın yüzde 35’i bu ülkeye ait… İç piyasa 1995’de 375 milyon dolarken 2018’de 12.2 trilyon dolara çıkmış; 2018’deki en büyük 500 şirket içinde 129 şirketi (ABD’den fazla), 1 milyar dolardan fazla serveti olan 475 milyarderi var.
“Buraya nasıl gelindi meselesi bilinmiyor değil ama kısa da olsa değinmek gerekirse, değişimin temelinde küreselleşen kapitalizmin ihtiyaçları ile Çin’in dışa açılma ve serbest piyasaya geçme kararının yattığı söylenebilir: 80 sonrasındaki bu değişimin mimarı da Deng Xiaoping. 1992’de gerçekleşen Çin ÇKP Kongresi’nde ‘sosyalist piyasa ekonomisi’ inşa edilmesi yolunda alınan karar ve 2000’li yıllarda servet ve mülkiyet ilişkilerini serbestleştiren anayasa değişiklikleri sonunda, bugün, Komünist Parti’nin tartışılmaz iktidarı ile sosyalizm iddiasının korunduğu, ekonomide ağırlığın ise özel sektöre geçtiği farklı bir yapı var karşımızda. 1978’de ulusal gelirde yüzde 70’i bulan kamu mülkiyeti 2015’de yüzde 30 dolayına düşmüş, konut stokunun yüzde 95’i de özel mülkiyete geçmiş durumda: Hisse senetleri açısından durum farklı; yüzde 60’ ı hâlâ kamunun, yüzde 30’u Çin vatandaşlarının, yüzde 10’u da yabancıların elinde.
Bu değişimle ‘ejderle kapitalizmin’ dansı da başlamış oluyor ki, her yönüyle ilginç,”[37] diyor Meryem Koray…
Bu kadar da değil; Çin dışarıya taşıyor; bulunduğu coğrafyadan dışarı yöneliyor, yeni “avlanma alanları” arıyor, böylelikle de ekonomik büyümeden, uluslararası rekabete, emperyalizme yönelik ileri adımlar atmaya yöneliyor.
Hem de, “İçimden ‘Çin, bir akbaba fon gibi davranamaz’ demek geliyor. Fakat ÇKP ideolojisinin yumuşak karnı olan ‘Ulusal çıkar’ kavramının içi (yirmi yıldan fazladır göz ardı ettikleri) Mao’nun ‘Diğer ülkelerle kurulan ilişkilerin halkların yararına olan uluslararası dayanışma ilkesi’ çerçevesinde doldurulmadığı sürece bence bu tehlike mevcut,”[38] notuyla Kamuran Kızlak’ın…
Pekin Üniversitesi ‘Uluslararası ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün yayımladığı bir rapor, Çin’in kamu işletmeleri -“Tek Kuşak Tek Yol” (TKTY) kapsamında- 185 ülkede 3116 proje üstlenirken, imzalanan sözleşmelerin değeri 500 milyar doları aştığını ve böylelikle Çin’in deniz aşırı varlıklarının toplam miktarının da 1 trilyon doların üzerine taşınmış olduğunu ortaya koyuyor.[39]
1990’lar boyunca, yılda ortalama yüzde 10’a ulaşan büyüme oranları, 2000’li yıllarda yavaşlamaya başlarken özellikle Afrika’da büyük altyapı yatırımları yaptığına, limanlar, maden işleme kompleksleri kurduğuna, bu kıtaya nüfus aktarmaya başladığına ilişkin “neo-kolonyalizm” öyküleri okumaya başladık. Batı kapitalizminin mali krizini izleyen on yılda Çin’in, sermaye ihracı, kaynaklara ulaşma, nüfus transfer etme (yerleşimci yaratma) çabaları yoğunlaştı. Çin 2000 yılında sadece 4 ülkenin en büyük ticaret ortağıyken bu sayı, ABD’yi de kapsamak üzere 100’e çıktı.
Veriler Çin’in devlet şirketlerinin yanı sıra özel kapitalizminin de sermaye ihraç etmeye başladığını gösteriyordu. Çin’in yatırımları, gönderdiği nüfus, Afrika ekonomilerini, toplumlarını Çin’in gereksinimlerine uygun biçimde değiştirirken, gelecek on yılda 1.6 trilyon dolar Çin sermayesini emmesi beklenen “BKBY” projesi de “Süper kıtanın” Orta Asya alanını, ticareti hızlandıracak altyapı yatırımlarıyla, tren yollarıyla, kredilerle, Çin ekonomisinin gereksinimlerine göre şekillendirmeyi amaçlıyor.[40]
Özetle: Gelişmiş olarak nitelendirilen ekonomiler, 2007-2008 sonrası işsizlik, talep yetersizliği, düşük büyüme hızı, deflasyona yuvarlanma tehlikesi ile durağanlığa girmişken, Coronavirüs – Covid-19 etkisiyle durağanlık ekonomik krize dönüştü. Virüsün, ekonomi üzerinde daraltıcı, işsizliği artırıcı etkileri, 2020 yılının ikinci çeyreğinde daha da belirginleşti. Revize edilse, kesin olmasa da daralma ABD’de yüzde 9, Avrupa Topluluğu Avro bölgesinde yüzde 11.8, İngiltere’de Brexit etkisiyle de yüzde 30’a yakın, Japonya’da yüzde 28.1 olarak gerçekleşti. Daralan dünya ekonomisinden ayrışan tek ülke Çin oldu. Çin, yavaş da olsa ekonomik büyümesini sürdürdü.[41]
Yazar, aktivist. 1954, Kale Mahallesi / Çorum doğumlu. Baba adı Kemal, anne adı Necla’dır. Eserlerinin çoğu Sibel Özbudun ve diğer yazarlarla birlikte kaleme aldığı kolektif çalışmalardır. Kitapları dışında kendisi hakkında yeterli bilgi bulunamayan Temel Demirer, kendisini şöyle anlatır:
“Kendimden söz etmenin pek anlamlı ve “şık” olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm… Ne yazacağımı kestiremedim. Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım… “İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil” diyen(lerden); dünyaya aşağıdan bakan(lardan); kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan); yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan) ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden); sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden); bir afet-i devrana aşık olan(lardan); hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan) ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim… Ve nihayet halen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım.”