Podcast (2. Bölüm) | Turan Altuner – Muhreç Kurmay Albay Hüseyin Demirtaş / Transcript
Düzeltme: Yayın akışı içinde bazen tarihler yanlış telafuz edilebiliniyor. “Topkapı Sarayı’nda Recep Tayyip Erdoğan’a 15 Temmuz 2016’da yapılacaklar hakkında sunum” 11 Haziran 2016’da yapılıyor. | Görüş Redaksiyonu
- Hüseyin bey, 1. bölümü ABD’nin AKP ye sunduğu üç koşul ve üç garanti ile sonlandırmıştınız, son cümleleriniz Erol Mütercimlerin bizzat şahit olduğu toplantı, buradan devam edelim buyurun.
Şimdi, dolayısıyla başbakanlık zaten o şekilde yapıldı. Erol Mütercimler’den lütfen herkes dinlesin. Anlattı kendisi, bizzat yaşayan kişi olarak. Sonra “Ben böyle bir şey olmaz dedim,” vesaire diyor, oradan ayrılıyor, kabul de etmiyor. “Allah’tan da kabul etmemişim,” falan filan…
Ama ne oldu o üç koşul ve üç garanti? Bir faşist diktatörlük doğurdu Türkiye’de. Bu Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin yok hükmünde olması lazım. Dolayısıyla biz o Ergenekon, Balyoz sürecine böyle geldik.
- Yani 28 Şubat sürecinden…
H.D. Bu arada – ne zaman – bir Anayasa krizi oldu. AKP’ye bir kapatma davası açıldı. O dava sürecinde de bu Çetin Doğan’ın bir girdisi vardı. O zaman Jandarma Genel Komutanı mıydı, tam hatırlamıyorum. Bunu bana Değirmendere’de Balyoz davası sanığı ve sonra hükümlüsü olan gemi komutanım vardı, onun kerdeşi avukattı, o avukat anlatmıştı. Yani o Balyoz Ergenekon süreci böyle kişisel bazı husumetlerle de başlıyor. Şimdi, kamuoyu o taraflarını bilmiyor. Ama o sürece böyle geldik. AKP’nin kapatılmasını da yine o üç koşul ve üç garanti kapsamında engellediler mi? Engellendi, kapatılmadı yani.
- Evet, evet. Bir oyla kapatılmadı yani. Anayasa Mahkemesi’nin kararına girdi laiklik düşmanı bir parti diye.
H.D. Bunlar basit şeyler değil yani. Şimdi dolayısıyla ne oldu? AKP projesiyle beraber muhalefetsiz bir diktatörlük kuruldu. Ama o üç koşulun içinde ne vardı? ‘Size muhalafet eden herkesi opere edeceğiz’ vardı. Şimdi, kapatma davası süreci, 28 Şubat süreci, bunlardan sonra Türkiye’de özellikle böyle bir dini – yani aslında bunlara dini de demek istemiyorum, çünkü bunlar dini siyasete alet eden, siyasal İslamı…
- Dinle alakası yok bu işin. Bu bir örtü yani…
H.D. Bunlar menfaat grupları. Ben bunlara hep ‘dinbaz’ diyorum zaten. Hani ‘siyasal İslamcı’ falan gibi şeyler kullanıyorlar da, dinbaz bunlar.
Şimdi, o süreçte tabii, sonuçta biz de aldığımız o askeri terbiyenin içerisinde – geçen programda da anlatmıştım hani –bizim ülkede laiklik karşıtı olan bütün oluşumlara bir kere refleksimiz var. İçimizde bir karşı refleks var. Ve ben işin doğrusu o zaman bunu sadece kitabi bir bilgi olarak söylüyordum ama şu beş yılda da o laikliğin nasıl önemli bir şey olduğunu bütün hücrelerimle hissettim ve hazmettim. Yani şu an yeryüzünde laikliğin en kuvvetli savunucularından birisi olabilirim. Bu kadar önemli bir şey bu laiklik denilen şey, çok önemli bir ilke yani.
Dolayısıyla o dönemde yine AKP karşıtı oluşumlar vardı. En kuvvetli oluşum da, Ergenekon davaları diyorlar da ben meslek hayatımda da, sonraki hayatımda da bu Ergenekon sözcüğünü hiç kullanmadım biliyor musunuz? Çünkü benim prensip olarak bizzat bir şeyi teyit etmem lazım. Gözümle, kulağımla, elimle dokunmam lazım. Şimdi mesela bu 15 Temmuz sürecinde de, beş yıldır hep çalışıyorum, bir sürü insanla, mesela bu programı yapmazdan evvel, tekrar itirafçılarla da görüşüyorum. Adama soru soruyorum, diyorum ki, bakın çok net sorular – paylaşmayacağım tabii ki kendisinden izin almadığım için ama çok net sorular yani – süreci anlamak için. Adam da bana cevap veriyor çok samimi bir şekilde, ben ondan sonra kamuoyuyla paylaşıyorum. Yani ağzımdan çıkan bütün sözcükler benim tarafımdan. Yani sizden duyduğum için değil, bir başkasından söylence olduğu için, rivayet olduğu için değil, ben kendim bizzat olayın tanığı ile ya yazışmış, ya görüşmüş olmam lazım. Mesela bana iddianame gönderenlere diyorum ki, “Hayır bana bunun SEGBİS tutanağını, hakim karşısında verilmiş ifade tutanağını gönderin,” diyorum. Çünkü benim için geçerli olan mahkemede yapılmış beyan. Şimdi nasıl geldik o sürece? Böyle geldik. Bir de şöyle bir şey var. O Ergenekon davaları 2008’de mi başlamıştı?
- Temmuz 2007’de başladı. Trabzon Jandarma Komutanlığı’na bir ihbar geliyor. Ben de söyleşiye hazırlanırken baktım da. 23 Temmuz 2007’de Trabzon Jandarma Komutanlığı’na bir ihbar geliyor, ondan sonra 20 tane bomba buluyorlar bir yerde…
H.D. Şimdi, mesela 15 Temmuz davalarını satır satır okudum, hepsini değil ama çoğunu. Onbinlerce sayfa tutanak okudum. Ama bu Ergenokon, Balyoz, Fuhuş, Casusluk… Bunlardan bir satır bile okumadım. Neden? Ben o zaman askerim. Yargılananlar benim silah arkadaşlarım ve ben eğer insanların arkasından böyle şeyleri okursam benim askeri ilkelerim sarsılır. Tarafsızlığımı yitiririm ben. Mesela bu konuşmayı biraz önce bahsettiğim o avukatla da yaptık. O bana bir sürü olaylar anlatıyordu ve o yargılananlar için, “Siz askerlerin hiç biri beş para etmez. Ben ağabeyimden biliyorum,” dedi.
Mesela resmi bir belge istiyor, bakın gayri resmi bir belge değil. Şimdi biz adamla Libya harekatına katılmışız – o zaman Libya’ya Birleşmiş Milletler misyonu kapsamında gidiyorduk- hani kaçma ihtimaliyle suçluyorlar ya. “Benim kaçma ihtimalim olsaydı, İtalya’da kaçardım,” diyor. İtalya’da liman ziyareti yapıyoruz. Gemi komutanı olarak emrine yüzbinlerce dolar para veriliyor, harcırahlar bilmem ne gemi komutanının kasasında yani… Mesela Donanma Komutanlığı’ndan – Donanma Komutanı da o sırada Nusret Güner’di yanlış hatırlamıyorsam, Kurmay Başkanı da Semih Çetin’di. Bakın bunlar şu an yaşayan isimler olduğu için açık söylüyorum – Donanma Komutanlığı’ndan evrak istiyor, diyor ki, “Bizim yurtdışı liman ziyareti yaptığımıza dair gemi jurnalinin bir fotokopisini gönderin. Ben oradan kaçmadığımı belgeleyeceğim, savunmamda kullanacağım.” Bu şahıslar aman bize dokunur diye – şimdi o Semih Çetin çıkıp sosyal medyada konuşuyor da – vermiyorlardı bunları. Ben gemi 2. Komutanıyım – gemi komutanım da aynı davada, Askeri Casusluk ve Fuhuş’ta yargılanıyordu İzmir’de – gemi komutanım bunun altını imzalamadı, şu an Amiral Deniz Kuvvetleri’nde. Ben kendim imzaladım bu gemi jurnalini, bu istediği belgeleri kendim imzalayıp, ‘Aslının Aynıdır’ diye kendi adımı yazıp, imzamı atıp ben gönderdim. Şimdi bu insanlar benim arkamdan soykırım infaz listeleri hazırlayıp, çoluğumu çocuğumu, hep beraber bizi öldürmeye çalışıyorlar.
- Hüseyin Albay bu öldürme olayından bahsediyorsunuz da, gerçekten canınıza veya sizin şahsınıza veya ailenize yönelik böyle bir kasıt var mı?
H.D. Evet, tehdit ediliyorum. Sosyal medyadan tehditler alıyorum. Adam benim için video çekmiş, sonra da tweet atıyor, diyor ki, “Hüseyin Demirtaş, yarın bir gün seni de alacağız,” diyor. Bakın mesela, bir tane gemi fırkateyninin topunun – top diyoruz önündeki biz o top mermisi atan şeye – resmini gönderiyor, adam “Seni bunun üstüne oturtacağım,” diyor. Bu ne demek? Ben bunlarla ilgili suç duyurusunda bulunuyorum savcılığa sonra da adamlar diyor ki, “Bu Hüseyin Demirtaş vatansever subaylara operasyon çekiyor, onların hakkında iftiralar atıyor,” diyor. Kime atmışım?
Ali Türkşen mesela, kendisi çıktı dedi ki, “Ben işkence yaptım, domuz bağına vurdum” dedi. Domuz bağından daha somut bir işkence olabilir mi? Adam canlı yayında bunu söyledi ya, Halk TV’de canlı yayında çıktı söyledi. Kendisi itiraf etti ve dedi ki yanımda şu şu şu şahıslar vardı dedi. Kendisi bunu söyledikten sonra ben işkence için suç duyurusunda bulunuyorum, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı verdiği cevapta diyor ki, “Hüseyin Demirtaş yalan söylüyor.” Yahu Ali Türkşen kendisi söylüyor ben işkence yaptım, ben domuz bağına vurdum diye. Ben mi söylüyorum bunu? Bu şahıslar benim o dönemde hukukunu savunduğum insanlar.
- Hüseyin Albay biz Ergenokon sürecine gelelim. Çünkü Ergenekon sürecini konuşmadan 15 Temmuz sürecini de açıklığa kavuşturamayız diye düşünüyorum. Bir de o Ergenekon davalarında gerçekten amaçlanan neydi? İlkin alt rütbelerden başladılar diyelim Erzincan Jandarma Komutanı, birkaç teğmen veya birkaç tane astsubaylar da vardı yanılmıyorsam veya yüzbaşılar vardı. Onları tutukladılar, ondan sonra tutuklananların ünvanları da yükseldi, en sonunda bu iş İlker Başbuğ’un tutuklanmasına kadar geldi. Ben bunun cevabını size bırakmak istiyorum ama diyorlar ki bu Amerika’nın, ordu içinde zamanla oluşan Amerika’dan kurtulmak daha bağımsız olmak isteyen, bazıları da doğuya, Rusya’ya ve Çin’e yönelen komutanlara yönelik yaptığı bir operasyon. Bu sizin AKP için söylediğiniz muhalefetsiz iktidar projesiyle de uyuşuyor. Biz buna ordu içindeki AKP muhaliflerinin tasfiye operasyonu diyebilir miyiz?
H.D. Ben, diyorum ya, 2008, 2010, 2016’ya kadar bana bu soruyu sorduğunuzda ben kesinlikle, tereddütsüz evet derdim. Çünkü hep o anlattığım homojenizasyon ve muhalefetsizleştirme… Recep Tayyip Erdoğan diktatörlüğüne muhalefet teşkil edebilecek hangi odak var ise, bunun opere edilmesi gerekiyor. Ve o süreç bu şekilde yürüdü.
- Yani bu Ergenokon süreci askeriye içinde AKP’ye muhalefet edenleri opere etme süreciydi diyorsunuz, değil mi?
H.D. 2016’ya kadar bana bu soruyu sorduğunuzda kesinlikle evet diyordum. Şimdi, bunun yanına başka bir şey ekliyorum. Bu arada şu var, neticede o davaların içerisinde ben mesela Silivri’de duruşmaya katılmıştım. Kimse çıkıp da benim duruşmama destek olmak için gelmez, 15 Temmuz davalarında kimse ben gidip de oradaki davalara destek olayım demedi. Ben o zaman gidiyordum duruşmalara. Orada mesela Çetin Doğan’ın bir konuşmasına denk gelmiştim. Çetin Doğan o toplantıları yaptıklarını zaten kendisi söyledi. “Diğer askerler masum. Onlar ben emrettiğim için geldiler,” dedi. Ve orada Celal Ülgen vardı, o müdahele etti duruşmada – benim gözümün önünde olan şeyden bahsediyorum – dedi ki, “Bu şekilde konuşarak diğer sanıkları zor durumda bırakıyorsunuz. Avukatınızdan izin almadan konuşmayacaksınız,” dedi. Benim gözümün önünde Celal Ülgen, Çetin Doğan’ı bu şekilde fırçaladı. Bakın bu benim gözümün önünde oldu. Silivri’de duruşma salonunda oldu. Şimdi, bir de o avukatın bana söyledikleriyle örtüştürünce, zaten olayın bir gerçek kısmı var. Bu inkar edilemez. Ama, dediğiniz gibi birtakım büyükbaşlar alınıyor, onların yanına başkaları serpiştiriliyor. O boyutunu ben hiç araştırmadım, bugüne kadar da zaten Ergenekon, Balyoz, Fuhuş Casusluk davalarıyla ilgili onların aleyhine olan tek bir cümle bile ağzımdan çıkmadı. Yani ben onu tamamen nasılsa öyle bıraktım. O kişilerle benim aramdaki yegane ilişki aile dostluğumuz -yargılananlar benim aile dostlarımdı, meslek arkadaşlarımdı, amirlerim memurlarımdı, memurlarım yoktu da hep amirlerimdi yani – ve benim bu arada 22 yıl boyunca görev yaptığım süreçte onlarca amirim oldu, belki iki üç tanesi hariç hepsi o davaların sanıkları. Sanık ve hükümlüleri daha sonra. Ve istisnasız hepsinden benim taktir belgem var. Bu bir realite. Ve orada bahsettiğim gemi komutanım bana mektup gönderdi, “Hüseyinciğim sana çok teşekkür ediyorum. Şu dönemde benim kendi dava arkadaşlarım bana yardımcı olmazken, beni satarken sen eşinle beraber bana sahip çıktın,” dedi. Hani siz bana o Ergenekon, Balyoz sürecinde neye şahit oldun diyorsunuz ya, ben olaya bu kadar dahil oldum.
Ben dava dosyalarına hiç bakmadım, o şahıslara bir kere bile suçlu gözüyle bakmadım. Bu onların masum olduğu anlamına gelmez ama benim ilkeli bakışım bu. Kendime duyduğum saygının sonucu olarak. Dedim ya, 2016’ya kadar böyle cevap verirdim. Şimdi bu cevabı kısmen veriyorum ama yanına başka bir şey ekliyorum.
O davalar da, tıpkı Recep Tayyip Erdoğan’ın – ismini hatırlamıyorum şimdi – o Kırklareli’ndeki cezaevinde 6 ay boyunca eğitim kampına alınması gibi… Şu an mesela Dursun Çiçek çıktı bunu kendisi itiraf etti, ne bileyim, davalarda ortaya çıktı. O 3-4 sene boyunca, izole bir ortamda bu şahıslar benim ve benim gibi çok insan için soykırım infaz listeleri hazırlamışlar. Şimdi bugün bu ortaya çıktı. Hani biraz önce dediniz ya, o fişleme listelerini nasıl oluşturmuşlar? İşte böyle oluşturmuşlar. O dava süreçlerinde neye şahit oldunuz? Bize mesela emirler veriliyordu, diyorlardı ki, her hafta Perşembe günleri – Perşembe günleriydi yanlış hatırlamıyorsam – bize rapor göndereceksiniz. Neyin raporunu göndereceğiz? Şimdi o yargılamalar devam ediyor, bu kapsamda gemilerde çalışan personelimizin evlerine gideceğiz. Evlerini denetleyeceğiz, kendi yaşadıkları evlerini. Ortamına bakacağız, adamın eşine bakacağız, eşinin giyiniş tarzına bakacağız, kapalı mı değil mi? Ailesine bakacağız, evde duvarlarda asılı fotoğraflara bakacağız, her Perşembe de bunu yazılı resmi raporla üst makamlarımıza bildireceğiz. Βu davalar devam ederken bana – şahsıma değil, bütün gemi komutanlıklarına ki bütün Türk Silahlı Kuvvetleri çapındadır bu, ama ben ikinci gemi komutanıydım – alenen bana verilen emir buydu. Biz ne yapıyorduk? İşte kim bekar evinde kalıyor, kim lojmanda oturuyor, kim dışarıda oturuyor gidip bunları tespit etmeye çalışıyorduk. Bakın bu resmi fişleme demek. Yani beni, amirlerim, resmen suç işlemede kullanmış. Sonra bu davalar öyle büyüyünce aynı makamlar bize emir verdiler. Dediler ki, “O gönderdiğiniz raporları, bizim size raporların hazırlanmasına ilişkin verdiğimiz emirleri, tamamını imha edeceksiniz, tutanak altına alacaksınız, o tutanakları da bana göndereceksiniz.” Mesela amiraller bize böyle emirler verdiler ve biz bunları imha ettik. Ama ne oldu sonra biliyor musunuz? Şimdi ben görüyorum ki, bizim o imha ettiğimiz emirler ve gönderdiğimiz raporlar aslında bu şahıslar tarafından, o izole ortamlarda veya başka yerlerde bizim için soykırım infaz listelerine dönüştürülmek üzere bir veri bankasında çalışılmış, kullanılmış. Bakın, neye şahit oldum? İşte buna şahit oldum.
- Hüseyin Albay şöyle bir şey var, işte bu 15 Temmuz davalarında her şey nasıl birbirine karıştırılıp, kurunun yanında yaş da yandıysa – şimdi herkes birbirine Fetöcü diyor ya – basından takip ettiğim kadarıyla o zaman da şöyle bir şey vardı… Mesela o Ergenekon davasında bir sürü hukuksuzluk da oldu, ya da Balyoz davasında, şimdi tek tek kişileri tartışmıyoruz ama. Ben hukukçu değilim ama temel hukuk eğitimi aldım. Ben bu kısıtlı bilgimle bile bir hukuksuzluk olduğunu kestirebiliyordum. Çünkü çok karmaşık, somut değil… Birçoklarına da hukuksuzluk yapıldı orada, bazı – isim vermeyeyim ama – şaibeli isimler de vardı böyle mafyadan gelme, çok saygın isimler de vardı. Hatta bir general ismi de vereyim, Veli Küçük gibi çok şaibeli isimler de vardı. O davaların hukuksuz yanını eleştirenlere Fetöcü deniyordu, öyle bir fişleme vardı, sürekli öyle bir itham etme vardı.
Şimdi 15 Temmuz sonrasına geliyoruz, burada da bir sürü insana bir sürü hukuksuzluk yapılıyor, bunlardan biri de sizsiniz. Böyle meçhul yakınları tarafının Bank Asya’da hesabı varmış. Sanki benim kardeşimin Bank Asya’da hesabı olsa ben kardeşime diyecek miyim, “Aaa Bank Asya’da hesap açma.” Onu deme yetkim de yok.
H.D. Onlar biliyor da benden saklıyor.
- Hüseyin Albay şuraya gelmek istiyorum. Bana da geçen gün Türkiye’den biri – benim dinle imanla hiç alakam olmadı, ben soldan gelen bir adamım, işte hukuksuzlukları eleştiriyorsun diyorlar ki Fetöcü – bana bile demişler yani.
Şimdi bir anlayış sürekliliği var. Bu Ergenekon, Balyoz davalarında yine böyle sürekli bir şeytanileştirme var, bir sürü insana da haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Ve 15 Temmuz sonrası yine aynısı. Şimdi burada da doğum yapmış bir hanımefendiyi tutuyorlar hemen daha ikinci günü cezaevine götürüyorlar. Veya hiç tutuklanmaması gereken insanlar tutuklanıyor. Akrabası şu olmuş diye tutuklanıyor, bilmem şuraya gitmiş diye tutuklanıyor ve işkenceler de var tabii ki, bunu söylemek lazım. Bu hukuksal skandalları ya da bu hukuksuzluğu eleştirdiğin zaman hemen Fetöcü damgası yemen %99.9 diyelim.
Bu Ergenekon ve 15 Temmuz süreçlerinde yaşanan bir olay. Bunun bir sonu olmayacak mı Hüseyin Albay? Diyelim ki ondan sonra o davalar bozuldu, beraat aldı bazıları, bunlar çok karmaşık hukuksal süreçler benim ne bilgim ne vaktim var bunları analiz edecek…
H.D. Burada çok kısa bir şey müsaadenizle söyleyeceğim. Son 20 yıldır, bütün bu süreçler yaşanırken değişmeyen tek güç kimdi?
- Erdoğan iktidarı.
H.D. Bu kadar. Bu kadar yani. Toplumu bu kadar ayrıştıran, bölüp parçalayan, bu bahsettiğiniz mağduriyetlere, hepsinin birbirine düşman hale gelmesini sağlayan o. Bakın çok açık. Yani bir kere bu net.
İki, Yargıtay mesela – geçen hafta mı iki hafta önce mi – Balyoz kararını mı şey yaptı, tam hatırlamıyorum ama orada kurduğu cümle, o 2013 yılında verilen cümlenin aynısı, kurulan, yazılan cümlenin aynısı. Arada hiç bir fark yok ki.
- O cümle ne Hüseyin Albay?
H.D. Şu an tam olarak hatırlamıyorum da Twitter’da time’ıma düşmüştü. Bir tane hukukçu yanyana Yargıtay’ın 2013’teki Balyoz kararını koymuş, bir de 2021’deki Balyoz kararını, ekran görüntüsünü koymuş ikisinin de…
- İkisi de Yargıtay’dan yani…
H.D. İkisi de Yargıtay’dan. Cümleler aynı. Dolayısıyla 2013’teki Yargıtay görüşü ile 2020’deki Balyoz aleyhine -Balyoz muydu, Ergenekon muydu hatırlamıyorum, hani bazıları için kararı bozdular, bazıları için bozdular öyle bir şey – aynı cümle, birebir aynı cümle.
- Yani birisinde mahkum edilirken bir cümleyi kullanmış, diğerinde beraat verirken mi aynı cümleyi kullanmış?
H.D. Hayır, şöyle. Diyelim ki birinci Yargıtay kararında diyelim ki yüz kişiye mahkumiyet veriyorlardı, şimdi 2021’dekinde de 18 kişiye verdiler mesela. Yani şimdi o rakamları hatırlamıyorum da… Zaten Oda TV vesaire şey dedi, “Feto yargısıyla aynı kararı verdiler,” gibi haberler yaptılar, oradan da görmüştüm ben. Bir kere, Yargıtay’dan bakınca – Yargıtay demeyelim, artık ben resmi kurumların isimlerini telaffuz etmekten utanır hale geldim, çünkü meşru bir devlet yapısından bahsetmek şu an mümkün değil.
Şu anki ortamda Recep Tayyip Erdoğan yargısının 2013’teki düşüncesiyle bugünkü düşüncesi aynı zaten. Dolayısıyla bizim bu Balyoz, Ergenekon vesaire diğer davalarla ilgili söylediklerimizin bir anlamı yok. Olay tamamen manipülasyonla yürüyor. Bir hukuk kaygısı olsa o zaman biz de bir konuyu müzakere edebiliriz, ortada bir hukuk kaygısı yok ki. Tamamen bir menfaat işbirliği var. Böyle bir ortamda, ilkesiz bir menfaat işbirliği – ben buna omurgasız menfaat işbirliği diyorum da – yani böyle bir ortamda bizim oturup sağlıklı yorum yapmamız mümkün değil ki. Bunları yapanların kendilerinin ilkeleri yok, ben nasıl bir yorum yapabilirim yani?
- Anladım. Türkiye’de artık işleyen kurumlardan bahsetmek mümkün değil. O kurumlar artık belli işlerin yürütülmesi için hülle olarak kulllanılıyor daha doğrusu. Bir de artık neyin doğru, neyin yanlış, kim haklı, kim haksız, normatif bir çerçeve olmadığı için bilmek de mümkün değil.
H.D. Burada ben bir girdi yapayım. Normatif çerçeve olmadığı için ben karşıma çıkan herkesle konuşurken, herhangi bir tespitte bulunurken direkt Anayasa’yı önüme alıyorum, okuyorum, oradan yorum yapıyorum. Türk Ceza Kanununu alıyorum, oradan yorum yapıyorum. Askeri doktrinle ilgili benim aldığım eğitim nedir, onlarca yıl boyunca yaşadıklarım nelerdir, NATO doktrini nedir, Türk Silahlı Kuvvetleri nedir? Oraya bakıyorum ve 15 Temmuz hadisesini mesela, o doktrine göre yorumluyorum. Size de diyorum ya, devlet adamı gibi bakıyorum. Kim bir devlet adamı sorumluluğuyla hareket etmiş, kim kendisine bir suç iradesinin verdiği emir doğrultusunda hareket etmiş? Ben ona bakıyorum, yorumlarımı da o şekilde yapıyorum. İşte o zaman o normatif çerçeve, benim açımdan, ilkeli bir biçimde hadiseleri yorumlama imkanı veriyor. Bu çerçevenin içerisinde kalıyorum devamlı.
- Peki Hüseyin Albay şimdi 15 Temmuz’a gelelim, yani mağduru olduğunuz – mağdur kelimesini kullanabilir miyim burada?
H.D. Ben kullanmıyorum. Benim bu arada 30 bin kadar tweet’im var, dört tane kitap yayınladım, 40 tane röportajım var, hiç birisinde ‘mağdur’ kullanmıyorum. Mağdur şöyle oluyor çünkü, bana istenmeden zarar verilmiş. Burada öyle bir durum sözkonusu değil. Planlı, sistematik, örgütlü, kasıtlı… Yani adam çıktı dedi ki, Cihat Yaycı, “İki nesil sürecek,” dedi. Mesela 15 Temmuz’dan sonra – 20 Temmuz rejimi diyorum ben ona – ilk günlerde çıktılar dediler ki, “Bu süreç dört beş yıl sürecek,” dediler. Nereden biliyorsunuz? OHAL Komisyonu çıktı dedi ki mesela, “Bütün dosyalara baktığımız zaman,” dedi -şu an hatırlamıyorum ama %15 diyelim – “%15 iade vereceğiz,” dedi. Şimdi siz nasıl beş yıl sonra yapacağınız işlemle ilgili ve iki yıl sonra yapacağınız işlemle ilgili şimdiden rakam verebiliyorsunuz? Dolayısıyla böyle bir ortamda mağdur yok, sistematik bir …
- Sistematik bir hukuksuzluk var diyelim…
H.D. Bunun adı soykırım, bu çok açık yani. Benim neslimi bile tüketmek ne demek yani? Ebedi bir şekilde ölüleştirmek, bütün siyasi, medeni, sivil haklarım, insani haklarım… Tekfir ne demek ya? Bana kafir, putperest demek ne demek yani? Vatan haini, terörist… Teröristin çünkü yaşama şansı yok. Bana operasyon ne demek? Milli Savunma Bakanı çıkıyor diyor ki, “Operasyonlarımız sürecek,” diyor. Yani Silahlı Kuvvetlerin operasyon düzenlemesi demek -birisine de terörist diyorsan – onu öldürmek demek. Nitekim bütün meydana gelen hadiseler de zaten bunu gösteriyor.
- Yani Silahlı Kuvvetler’deki operasyon kavramı polisteki operasyon kavramından farklı değil mi?
H.D. Tabii, Silahlı Kuvvetler yurtdışında operasyon yapar, Milli Savunma Bakanı Silahlı Kuvvetler’i kumanda eden kişidir, onun kullandığı operasyon sözcüğünün karşılığı da öldürmektir. Adam napıyor? Irak’a gidip, Suriye’ye gidip ne yapıyor? Oradaki teröristleri öldürüyor. Bu kadar basit yani olay. Bu arada bu basit bir insan değil, bakın. Milli Savunma Bakanı’ndan bahsediyorum. Terörist diyor bana, zaten ismimi de dünyada aranan teröristler listesine koyuyor ve “Operasyonlarımız devam ediyor,” diyor. Şimdi bu üçünü koyun yanyana, başka bir karşılığı yok ki.
- Hüseyin Albay şimdi bu 15 Temmuz’la ilgili iki temel iddia var, en azından benim bildiğim iki temel iddia var. Bunlardan biri diyor ki; 30 Ağustos yaklaşıyordu, zaten bu cemaatçi subayların ya da cemaatçi generallerin bir çoğu tasfiye edilecekti, bu tasfiye girişimini engellemek için darbe girişiminde bulundular 15 Temmuz’da. Diğer iddia ise; hükümetin bir ‘false flag’ operasyonu (E.N.: Yanıltma Operasyonu), Türkçesini bilmiyorum bunun…
H.D. ‘False flag’ Türkçesi yok zaten bunun
- Yani hükümet kendisine buradan siyasal bir avanta sağlaması için belirli şeylere yön verdi, hatta kendisi bizzat müdahil oldu. Ondan sonra 15 Temmuz olunca da, bunu kendi diktatörlüğünü kurmak için, yani tek adam diktatörlüğünü pekiştirmek için 15 Temmuz’u da bir neden olarak alarak kendi diktatörlüğünü kurdu.
İki tane temel iddia var. Ben belki çok iyi ifade edemedim. Ben bazen Almanca düşünüyorum, Türkçe konuşuyorum. Dinleyicilerimiz de beni mazur görsün. Siz ne diyorsunuz bu cemaatçilerin – ben cemaatçi kavramını kullanıyorum, Fetö kavramını kullanmıyorum çünkü o iktidarın bir kavramı ama cemaatçi insanlar var, cemaatin üyesi olan, Türkiye’de bir sosyolojik gerçek. Ben karşıyım tabii ki ama benim dışımda da olsa varlar. Onun için ben cemaatçi diyorum. Feto kavramı bana çok iktidar odaklı ve çok şeytanlaştırıcı geliyor. Bir de terör örgütü deyince bir de öldürme şeyi de oluyor, yetkisi…
H.D. Öyle ama zaten. Bakın, şu ana kadar 47 kişi tespit ettim ben. Cezaevlerinde tedavisi engellenerek öldürülen insanlardan bahsediyorum. Kanserin mesela dördüncü evresine kadar bekliyorlar, ondan sonra şey yapıyorlar. Mesela 28 Şubat davası sonuçlandı, hüküm giydiler ve onlara mesela hüküm giymiş kişilere adli kontrolle serbest… O şahıslar hatta son duruşmaya, karar duruşmasına katılmadı, katılmayanlar bile oldu. Biraz önce diyorsunuz ya hani lohusa kadını alıyor bilmem ne. Dolayısıyla bir sistematik ve kasıt var burada.
- Onun için ben bu Fetö kavramını hiç kullanmıyorum. En azından hiç bir zaman bilinçli olarak kullanmadım. Ama ondan ziyade, siz bu konuda ne diyorsunuz? Yani bu cemaatçi subayların 30 Ağustos Askeri Şura’yı önlemek, yani kendi arkadaşlarını önlemek için yaptıkları bir darbe miydi, yoksa AKP hükümetinin tek adamlığı, tek adam rejimini kurumsallaştırmak üzere yaptığı bir ‘false flag’ operasyonu muydu?
H.D. Ben ikisine de katılmıyorum. Mesela Kemal Kılıçdaroğlu ‘kontrollü darbe’ dedi, ona da katılmıyorum. Tabii bu arada beni bir çok insan eleştiriyor, “Böyle katılmıyorum diyerek insanları karşına alıyorsun,” diyorlar. Mesela cemaati tasfiye için yapıldı söylemine katılmıyorum diye cemaatçileri karşıma alıyorum, kontrollü darbe söylemine katılmıyorum diye de ülkede Recep Tayyip Erdoğan’a muhalefet eden yegane kitleyi karşıma alıyorum.
- Anlıyorum, işiniz zor…
H.D. Ama benim bakış ölçüm şu; o gece kim devlet doktrinine, askeri doktrine uygun hareket ettiyse masumdur, kim de bu doktrinlere aykırı… Yani askeri refleksle hareket etmiyor adam, devlet adamı refleksiyle hareket etmiyor. Binlerce yıllık devlet doktrininden bahsediyorum, bizim 2000 yıllık askeri geçmişimiz var. Buna göre değil de, kendisine bir komut verilmiş, o komuta göre, doktrine aykırı biçimde hareket ediyor. Bakın bu ölçüyü – ben daha 2017’nin başında o dosyalara bakmaya başlamıştım, o zamandan beri – 4 yıldır aynı cümleyi, aynı şekilde söylüyorum. Bir kişi de çıksın gelsin karşıma desin ki, “Hayır yanlış söylüyorsun.”
- Bunu toparlar mısınız? Bu söylediğiniz çok önemli.
H.D. Şimdi, diyorum ki, 15 Temmuz gecesi… Hatta ben 15 Temmuz Olayı diyorum buna ve bunu 16 Haziran 2016’da başlatıp, 20 Temmuz 2016’da bitiriyorum, yani 20- 30 günlük bir süreç değil mi? 11 Haziran 2016, 15 Temmuz 2016, 30 günlük bir süreç. Bu 30 güne 15 Temmuz Olayı diyorum ben, anlatabildim mi, sadece o geceye değil, bu 30 güne.
11 Haziran 2016’da Topkapı Sarayı’nda Recep Tayyip Erdoğan’a 15 Temmuz 2016’da yapılacaklar bir sunum şeklinde arzediliyor. Duruşma tutanaklarında var.
- Duruşma tutanaklarında var yani? 11 Haziran günü Recep Tayyip Erdoğan’a bir sunum yapılmış?
H.D. 11 Hairan 2016, Topkapı Sarayı’nda Şirin Ünal var, bir tane MİT’çi doktor Tabip Binbaşı var, tam emin değilim ama Albayrak mıydı, Bayraktar mıydı soyadı, bir işadamı var. Bu arada Müyesser Yıldız bunu yazdı zaten. Hüseyin Gürler isimli bir astsubayın ifade tutanağında çıktı, 11 Haziran 2016’da – bu astsubay da itirafçı bir astsubay zaten – yani, “Ben, sizin bu cemaatçi dediğiniz oluşumla, öncesinde hep beraberdim daha sonra şey yaptık…” O binbaşının da adını şimdi unuttum ama neyse internette herkes araştırma yapıp… Benim tweetlerimde de var.
- O MİT’e gidip ihbar eden binbaşıdan mı bahsediyorsunuz?
H.D. Hayır, hayır. MİT’e gidip ihbar eden binbaşı 15 Temmuz günü saat 14:00’te gidiyor. Ben bundan bahsetmiyorum. 11 Haziran 2016’dan bahsediyorum.
Bu arada tabii ki bana bilgi veren kişilerin kimliklerini deşifre etmemek, hayatlarını tehlikeye atmamak için Ocak, Şubat aylarında yapılan görüşmeler var, onları paylaşmıyorum şimdilik. Abidin Ünal’ın yaptığı görüşme var mesela. Abidin Ünal Hava Kuvvetleri Komutanı. Onları paylaşmıyorum.
Bu arada bu Fetö sözcüğü de 2015’ten gelen bir sözcük. 15 Temmuz’da üretilmiş bir şey değil. Cumhuriyet Gazetesi’ne mi, Doğan Medya’ya mı bir saldırı olmuştu ya, Sedat Peker açıklamalarında demişti ya, “O saldırıda benim adamlarım kullanıldı AKP milletvekilinin ricası üzerine. Orada AKP Gençlik Kolları Başkanı zaten ondan sonra Fetö vesaire diye zaten açıklama yapıyor. Mevzunun 15 Temmuz’la da bir ilgisi yok. Zaten onun için diyorum ben, bir çok yanındaki şeylerle beraber 15 Temmuz günü ne yapıp yapmadığınızın hiç bir önemi yok. Özetlemek gerekirse …
- Yani 15 Temmuz öncesine bakmak lazım…
H.D. Yani şöyle, 15 Temmuz Olayı diyerek 11 Haziran 2016 – 20 Temmuz 2016 arasındaki 30 günü söylüyorum, telaffuz ediyorum, kastediyorum. 15 Temmuz süreci dediğimde onun öncesindeki 1-2 yıl, 5 yıl neyse onlara bakabilirsiniz, o ayrı bir konu… Ama ben 15 Temmuz Olayı dediğimde o geceyi kastetmiyorum. 15 Temmuz Olayı dediğimde o 30 günü kastediyorum.
Şimdi o 30 gün boyunca hangi devlet başkanı, bakan, asker, komutan, savcı, hakim, emniyet müdürü, vali… O süreçte, o 30 gün boyunca bir devlet adamı gibi mi davranmış, yoksa bir suç örgütü üyesi gibi mi davranmış ben ona bakıyorum. Ve diyorum ki, o süreçte – bilhassa o gece diye vurgulayabilirim – kim ki askeri refleksle, devlet adamı refleksiyle hareket etmiş, o masumdur. Kim ki doktrine aykırı biçimde, devletine ihanet etmek kastıyla, vatandaşı öldürsün diye, kan aksın diye hareket etmiş, o da vatan hainidir. Cümleyi böyle kuruyorum, anlatabildim mi?
Şimdi, cemaat yapısı kendisine yapılacak operasyonları engellemek için bir darbe kalkışmasına mı başvurdu, yoksa AKP bir ‘false flag’ operasyonu mu yaptı? Sorduğunuz soru bu.
Ben ikisine de hayır diyorum. Ama bir de şöyle bir şey var. 21. Yüzyılda ve böyle kaotik bir ortamda mutlak sıfır ve bir gibi bir tanımlama yapmak da hem mantıksız, hem gerçekçi olmaz. Benim hadiseye bakışım, devlet adamı bakışıyla. Bunları şöyle görüyorum ben, kamuoyunu yönlendirip, bu kanlı hadiseyi bir Recep Tayyip Erdoğan – Fettullah Gülen çekişmesine indirgemek için üretilmiş söylem. İki söylemin pratik sonucu da bu. Cemaat kendisinin tasfiye edilmesini engellemek için darbe kalkıştı demek Fettullah Gülen Recep Tayyip Erdoğan’a operasyon çekti demek. AKP cemaati tasfiye etmek için ‘false flag’ operasyon yaptı demek de Recep Tayyip Erdoğan Fettullah Gülen’e operasyon çekti demek.
- Yani ikisi de nihayetinde olayı Recep Tayyip Erdoğan ve Fettullah Gülen bazına indirgiyor.
H.D. İndirgiyor mevzuyu. İyi de hadise bu kadar basit olsaydı şu anki rejim değişikliğine ihtiyaç olmazdı.
Muhreç Kurmay Albay Hüseyin Demirtaş Kimdir?
1970 yılında Sivas’ta doğdu. İlk ve orta öğreniminin ardından Deniz Lisesi ve Deniz Harp Okulu eğitimini tamamlayarak 1994 yılında Deniz Subayı olarak Teğmen rütbesiyle Türk Silahlı Kuvvetleri’ne hizmet etmeye başladı. 22 yıllık deniz subaylığı süresince Deniz Kuvvetlerinin çeşitli yüzer ve kıyı birliklerinde ve çeşitli uluslararası pozisyonlarda görev yaptı. 2016 yılında Bükreş Deniz Ataşesi görevinin tamamlanmasının ardından Türkiye’ye döndüğünde, Romanya’da iken Türkiye’de adam öldürmüş ve yaralamış gibi gösterilerek gözaltına alındı. Ardından hak mücadelesine başlayınca memuriyetten çıkarıldı. Kendisini bir insan hakları aktivisti olarak tanımlayan Hüseyin Demirtaş halen Türkiye’deki rejim değişikliği ve milyonlarca vatandaşa karşı uygulandığını düşündüğü insanlığa karşı suçlarla mücadele yürütmektedir. Evlidir, 3 çocuk sahibidir, İngilizce bilmektedir.